Konferansta konuşma metni;

ural konfrns

Rafet ULUTÜRK

Vazifemiz, dünü ve bugünü çözerek, Bulgaristan’ın geleceğini belirlemektir.

Geçmiş bir aynadır.

Gösterdiği gerçekse, kaçınılmaz olanın yaklaşımıdır.

Gökyüzündeki bulutlar yaklaşan fırtınanın habercisidir.

Yeni yeni yeşermeye başlayan ağaçların kokusu baharı müjdeler.

Orada kalan memleketimin en iyi kokusu ise, yağmur kokusudur.

Yağmur olmadan yolda olan hayat bulamaz.

13076921_1336814209667860_6133007044760494238_n

Öncelikle Bulgaristan’ın DÜNÜ, BUGÜNÜ ve GELECEĞİNİ anlatmak üzere bize verilen bu fırsattan dolayı ev sahibi Ural Eğitim Kültür ve Stratejik Araştırmalar Derneği Genel Başkanı Sn.Bülent MAŞAOĞLU kardeşime ve ekibine teşekkür eder emeği geçen tüm arkadaşlara ayrı ayrı şükranlarımı sunarım.

Ayrıca bu konferans salonunda olmak benim için farklı bir şeref olduğundan, Ferit ONDER ismini yaşatan Bülent MAŞAOĞLU Başkanımıza özellikle teşekkür etmek isterim. Bu dünyada paranız olmaktansa Vefalı arkadaşınız olması inanın çok daha önemlidir. Çünkü para sizden sonra sizleri yaşatamaz, amma vefalı arkadaşın varsa o seni yaşatır işte burada olduğu gibi FERİT TUNCA ÖNDER ismini bu konferans salonu ile yaşatan Vefalı Genel Başkanınızı tanımaktan ve kendisi ile kardeş olmaktan gurur duyuyorum. Allah herkese vefalı arkadaşlar nasip etsin.

İlk başta, Bulgaristan göçmeni olarak soydaşlarımın karşılaştıkları sıkıntı ve sorunları beni de yakından ilgilendirdiğinden bu sorunların çözümüne katkı sağlamak adına Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği “BULTÜRK” çatısı altında, hem Genel Başkan olarak, hem de BULTÜRK gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi yöneticisi olarak faaliyetlerimizi sürdürmekteyiz.

Değerli katılımcılar; Uzun yıllar boyunca bu faaliyetlerden elde ettiğim birikimler çerçevesinde Bulgaristan’ın DÜNÜ, BUGÜNÜ VE YARINI konusunu sürem el verdiği ölçüde bazı vurgularla özetlemeye çalışacağım.

Bulgaristan benim memleketimdir.

Toprağını sürdüğüm, ekmeğini yediğim, suyunu içtiğim memleketine aşık biri olarak doğduğum evi kapısı açık, lambası yanık olarak bırakarak buraya göç ettik. Atalarımın mezarları ve mirasları, çocukluk hatıralarım, “vatan” sevgim orada kaldı.

Konum itibariyle dünyadaki sayılı girift coğrafyaların birinde bulunduğumuzdan çokça ezildik, sürgünlere maruz kaldık.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arası dönemde monarşi zulmünü yaşadık. Ama bununla da kalmadık. Gerek Çar Ferdinand, gerek Çar III.Boris veya komünist diktatör Jivkov dönemlerinde Türklerin maruz kaldığı zulümler, tahammül sınırlarını epey zorlamış ve dönem dönem büyük göçlerin yaşanmasına neden olmuştur.

Osmanlı yüzyıllarca yatırım yaparak Bulgaristan’da ticari, zirai ve kültürel olarak kalkınmasında gösterdiği atılımlardan sonra, Rus istilası sonrası 1878’de çekilirken ardında binlerce cami, saray, konak, mescit, medrese, köprü, çeşme, geçit, köy ve kasaba miras bıraktı.

Bulgar tarihinde en önemli yıl 1878’dir

O, bir sayfanın kapandığı ve yeni bir sayfanın açıldığı yıldır. Dönüp geriye bakmak, bazen insanları ikiye, üçe beşe böler, birbirine düşman eder, toplumu karıştırır ya da kaynaştırır, birleştirir veya birbirine düşman eder.

Bulgaristan ve Türkiye aynı aileden bir birinden koparılmış kardeş iki komşu devlet. İnsan kardeşini ve komşusunu kendisi seçemez. Ne var ki, dünyadaki acıklı kavga, kardeş kavgasıdır. Basit bir husumetten savaşa kadar uzanan çizgide tarihimiz boyunca pek çok devlet kardeş kavgası sonucu yıkılmıştır.

1877–78, Ruslarla Osmanlının son kez birbirine kıyasıya girdiği zamandır.

Ardından iki imparatorluk da çökmüş ve dağılmıştır. Osmanlıdan doğan devletlerin toplamı 44’tür. Bulgaristan, bu “kardeş-devletçikler ailesine” Yunanistan ve Sırbistan’dan sonra girmiştir. Balkanların göbeğinde, Osmanlı devletinin ve O ZAMANLAR Rumeli Beylerbeyliği topraklarında bulunurdu. Türkler Bulgaristan’a savaşsız girmiş ve Türkiye Cumhuriyeti de Bulgar devletine savaş açmamıştır. Aramızdaki husumet Rus saldırıları ve Batı kışkırtmalarıyla gelmiş ve Bulgar’da kök salmıştır.

Bulgaristan’ın doğum tarihi 3 Mart 1878’dir.

Okul yıllarında, bizi, Bulgar öğrencilerle birbirimize düşüren hep “93 harbi” olmuştu.

Bu savaşın “bir saldırı harbi mi?” yoksa bir “ kurtuluş savaşı mı?” olduğunu tartışırdık. Tarihin genel geçerli gelişim yasaları, kategorileri, kıstasları, değer yargıları, süreçleri, devrim, isyan ve evrim gibi temel değimleri vardır.

Biz o zaman bunların ne anlama geldiğini pek bilmesek de arasız didişiyorduk. Osmanlı devleti ile Rusya imparatorluğunun iki feodal saltanatlık düzeni olduğunu öğrenmiştim. Türkiye tarih literatüründe pek kullanılmayan Fransız kökenli “Formasyon” deyimini o zaman öğrendim ve çağları birbirinden ayıran, belli bir şekillenme, oluşma ve olgunlaşma süreçleri olarak benimsedim.

Anlamı, yeni olan her zaman eskinin bağrında oluşur ve hayat hakkı ister, şeklinde girdi kafama. Bulgaristan yeni olansa, neden “Plevne Savaşında”, neden “Şipka Tepesinde” doğdu? Soruların sorusu işte budur.  Nasıl oldu da Osmanlı’nın bağrından, Osmanlı devletinin hiç bir isteğine “hayır” demediği bir hırslı ve ihtiraslı Bulgar milli devleti doğdu!

Kendilerine Doğu Ortodoks Kilisesini veren, birçok kilise, manastır ve okul kuran Osmanlı devleti onlara egemenliklerini de altın tepsi içinde sunmuş olsaydı, hayata gelen düşmanımız olur muydu? Bu sorular çocukluğumdan beri başımda zonklamıştır. Tabii tarih kural tanımadığı için yanıtsız kalan soru hep şu oldu:

Yeni olanın ebesi SAVAŞ mıdır?

Tekrar ediyorum, bu soru beni çok ilgilendirmiştir. Bir de, aklımdan çıkmayan, dedemi öldüren, soyumu vatan toprağından söküp atan Rus Çarına “kurtarıcı diyemezdim” O benim atalarımın katiliydi….

İşte bu tabloda, ölümüne birkaç yıl kalan Rus Çarı 2.Aleksan’dır, 1877’de Tuna’dan, Kara Deniz ve Kafkaslar üzerinden Osmanlı’ya saldırıya geçerken her iki imparatorluğun da tarih takvimindeki zamanı dolmuştu.

Her ikisinin de, yılları sayılı, eski büyük devletler olduğunu öğrendiğimde, parçalanma anlamına gelen yok oluşun, yeni ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkiler doğurması zorunluluğunu ise, henüz anlayamıyordum. Formasyon’dan formasyona geçişin bir çağ ve medeniyet yenileme olduğunu algılayamıyordum.

Feodal topluma kapı kapayan tarih, ulus devletleri hayata çağırıyordu. Bunlardan biri de Bulgar devletiydi ve olay yalnış bununla da bitmiyordu.

Bir de Osmanlı’da farklı dinlerin ve milletlerin kokuşmuş bir “ümmet topu” içinde barındığı gerçeği vardı. Bulgaristan için, eski olanın sonu ve yeni olana hayat hakkı tanıma anlamına gelen “93 harbi” tam bir asır önce 1774’te, Silistre yakınlarındaki  “Küçük Kaynarca’da” imzalanan bir anlaşmada mayalanmıştı.

Ruslara Osmanlı topraklarındaki Hıristiyanları denetleme ve koruma hakkı tanıyan bu antlaşma, Osmanlının ümmet topunu delmişti. Başka bir değişle, o zamana kadar yekpare olan OSMANLI MERMERİNİ çatlatmıştı.

Halk dilimizdeki “dananın kuyruğunun koptuğu yer” işte bu anlaşmada Rus Çarına tanınan haklardı. Kritik nokta, diplomatların gözden kaçırmadığı noktadır.

Osmanlı hanedanı bu hassasiyete duyarlı olup, bir büyük savaş patlamasına yol vermemek için, 1872’de özel bir fermanla Bulgar Doğu Ortodoks Kilisesi’ni Rum kilisesinden ayırmış ve Ohri Gölünden Kara Denize kadar Bulgar kilise ve manastırlarından Rum Papazlarını kovmuştu. Fakat Osmanlıya saldırmak için fırsat kollayan Rus Çarı’nın stratejik hedefi, sıcak denizlere inmekti, savaşa vesile yaratmak için dini azınlık hakları telini çalıyordu.

Yalnız bu mu? Hayır, şu da vardı.

ural 4

“Küçük Kaynarca” dan tam 50 yıl evvel, “Aton” Manastırı ruhani liderinden biri olan Payisiy Hilendarski, “İslav Bulgar Tarihi” eseriyle  Bulgar maneviyatına etnik diriliş suyu vermişti.

O, Bizans ve Osmanlıda uzun süre kalan ve öz tarihini unutmak üzere olan Bulgar hafıza küpünün dibine inmeyi başarmış ve “Bulgarların soyu sopu, dil, din, alfabesi, hatta Bizans İmparatoru 1.Nikifor’u yenen ve kellesini şarap tası yapan Han Krum gibi ünlü Çarları olduğunu gün ışığına çıkarmış ve kulaktan kulağa yaymıştı. Böylece Bulgarlar bizim tarihimiz var bilincine uyanmıştı.

Çocukluğumdan kalan işte bu öykülerde, Rus Çarı’nın Osmanlıya saldırısı Bulgarları kurtarmak için özel olarak yapılmıştı. Büyük bir fedakârlıktı. Hatta bedeli asla ödenemeyecek kadar büyük olan, bir “Kurtarıcılık Misyonu” idi. Dolayısıyla benim Ruslara olan “minnet borcumuz” onların dedemi katletmesinden kaynaklanıyordu.

Beynime çizilen tabloda, hep boynu bükük olmak Türklere haktı.

Çünkü biz Bulgaristan’da kalan Osmanlı kırıntılarıydık. Bizim uyanıp bilinçlenmemiz içinse, sürekli baskı altında, suçlu durumunda, ezilmeyi hak etmiş mahkûm vaziyette olmamız isteniyordu.

İyilik ile kötülük arasındaki bitmeyen kavgada, insan düşmanlığı, tatmin olmayan bir hırs ve sürekli böbürlenme ihtiyacı ve her defasında haklı ve bataklığın üzerinde leke gibi ama mutlaka üstte olmak bir nitelikse, TARİH-ANA İRADESİNDE VE RUHUNDA BİR EKSİKLİK YA DA FAZLALIK OLAN İNSAN TİPİ YARATMA KABİLİYETİ Mİ GİZLİYOR?

İnsanlık geçen yüzyıl işte bu sorunun cevabını belki bulabilirim umuduyla yaşadı. Çarpıtılan aynada biz ezilen onlarsa ezme hakkı olan durumundaydı.

İnsan doğuştan kimseye düşman değildir.

İnsan doğduğunda kim olduğunu bilmez. Sevgi, saygı, adıl olma, dostça davranma ve kardeşçe yaşama gibi, kin, nefret, öfke, tahammülsüzlük, düşmanlık, ayrımcılık, ırkçılık vesaire eğitim sonucu ve yaşadığı çevresi ve kısaca toplumun ürünüdür.

Olumlu olan ve Olumsuzluk tarih küpünde gizlidir. Onları bireysel ve toplumsal hafıza küpüne depolayan da tarihtir. Ne yazık ki, yalnız tek kişinin değil, kavimlerin, soyların, milletlerin ve halkların da hatıra havzası böyle oluşur. Uyanışın mayalandığı ve kitlelerin şahlandığı yer de önce hafızamızdır.

Belki de, insanoğlunun en üstün hünerlerinden biri, gerçek bir mücevher olan anılardan, herkese ve tüm topluma yararlı, ustaca yararlanmak ve yeni daha derin çizgilerle yenilerini yaratmaktır.

Bizim analiz nesnemiz Bulgaristan ile Türkiye’dir

Bulgaristan’da değişen pek bir şey yok. Benim gençliğimde, kitapların resimlediği, radyoların anlattığı, gazetelerin yazdığı, tarih ve edebiyat hocaları tarafından bilmemiz istenen ne varsa bugün de az farkla yine aynıdır. Her yıl, milli bayram, 3 Mart’ta “Şipka” tepesine çıkıp 20–30 fesli ve sarıklı askerlerin boynu kılıçla kesilir. Ruslara teşekkür edenler yeni sözler bulmakta zorlanırlar. Biz, Türk olsak da, Bulgaristan Halkı Adına teşekkür edilirken, paketin içindeyiz. Dedelerimizi kıyıp geçen Moskoflara aman ne iyi ettiniz de Osmanlıyı Plevne’de yendiniz, Osman Paşayı Şıpka’dan kovdunuz, Bulgar halkını sözüm ona  “esaretten”  kurtardınız diye sevinemeyiz. Kendini bilen, dedelerini öldüren katile hiç minnet duyar mı? Fakat artık bu tarih çarpıtan törenlerde de küfte kebap dağıtıldığından, Çingenelerin katılımıyla yeni kalabalık oluşmaya başladı.

Bir bakıma, biz Bulgaristan’da kalan Türk ve Müslümanlar, tamamen çarpık ve iliklerine kadar Osmanlı Türk ve Müslümanlık düşmanlığı dolu bir ruhla oluşan Bulgar kimliği karşısında, hep ezilmişlik hissine kapıldık. Okul, radyo, TV, kitaplar, kamuoyu, toplumun kendisi bizi bu ezilmişliği omuzlarımızda taşımaya zorluyordu.

Ancak dirilen Bulgar ulusal kimliğinde asla yerimiz olmadığını anladığımızda Türklük bilinci yeşererek bünyemizde filizlendi. Bizleri sönmüş olan ümmet bilincinden uyandıran Bulgar milli duygusunun kabarmasıdır. Beraber olmamızın, etkileşimimizin zorluğunu zaman içinde şu şekilde kavrayabildim:

“Bir yığın kirpi soğuk bir kış günü birbirini ısıtmak ve ayazda donup kalmamak için birbirine iyice sokulmuştu. Birbirine sokulan Bulgarlarla Türklerdir. Gelgelelim çok geçmeden biri ötekinin dikenlerini kendi vücudunda hissetti; bu da onları yine birbirinden uzaklaştırdı.

Isınma gereksinimiyle ne zaman birbirine yaklaşsalar, dikenlerinin birbirinin vücuduna batması gibi tatsız bir durumla karşılaştılar. Böylece iki kötüden biriyle ötekisi arasında gidip geldiler, sonunda birbirlerinin yakınlığına en çok katlanabilecekleri bir uzaklık keşfettiler ve bunun sağladığı az buçuk bir ısıyla yetindiler ister istemez.” Bu masalın sosyal yaşamdaki anlamı soğuğa ve diken acısına dayanamayanların göç etme zorunluluğunu doğurdu ve geçen yüzyılın istatistik tablosu şudur:

Bulgaristan İstatistiklerine göre,

1893-1980 Aralarında yaşanan göçlerden (8) sekiz milyon civarında Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç gelmiştir.

Sadece son 1989 yılında 3 ayda 362.00 ve bugüne kadar toplam Türkiye’de resmi rakamlarla 710 bin Bulgaristan Türkü Türkiye Cumhuriyetine göç etmiştir. Bunlardan %90 civarında olan ise çift vatandaştır.

Küçüklü büyüklü göçler geçen yüzyılda  her bir Türk ailemizin bitmeyen sızısı oldu. Biz hep azaldık, küçüldük, ezildik ve  nihayet biz de insanız bilinci ve ruhuyla Mayıs 1989’da öz haklarımız uğruna ayaklandık.

O gün bu gün yine durumda pek önemli değişikler olduğu söylenemez. Çocuklarımız yine cahil, okullarımız kapalı, babalarımız işsiz, annelerimiz üzgün ve hepimiz umutluyuz.

Umudumuzun anlamıbu gidiş gidiş değil, her gidişin bir de dönüşü vardırcümlesinde özetlenebilir.

Şu da var, bu 138 yıldan beri devam eden “etki-tepki” şeklinde gelişen iki taraflı bir süreçtir. Ana dil, din, kültür ve tarih ve perspektif olarak tamamen farklı olmamız ve birbirimizin içinde eriyerek bütünleşmemizin mümkün olmaması gerçeği, bu süreci pekiştirmiş ve ulus Bulgar devleti yapısının “çok kültürlü yapılanmayı kabul etmemesi” de kızışan çekişmelerin kopma noktasına taşımıştır.

13220931_1336814613001153_8984640127817842653_n

Atalarımız, Bulgaristan koşullarında “ümmet” kabuğu içinden Türk kimliğini böyle çıkardı. Aynı topraklarda reformcu Rusçuk Valisi Mithad Paşa tarafından ekilen yenileşme tohumlarında, Türkler için herhangi bir ayrıcalık olmadığından, Biz Bulgaristan Türklerinin Türk kimliğini çağıran milli uyanışımız Bulgarlardan 60–70 yıl geç olmuştur. Bu bakıma biz yenilenme sürecinde, dönüşüm hamlelerinde taşıyıcı rol üstlenemedik, kendimiz icraata geçemeden hamasi sözlerle avuttuk. Kendimizi tanımlamak bir tarafa başkaları tarafından “ibrikçiler, “gacallar”, Bulgaristan Müslümanları, Bulgaristan Türkleri vsy. olarak tanımlandık.

Benzetmesi şudur.

Biz Bulgaristan Türkleri kilise avlusuna bırakılmış bir Müslüman çocuk olarak yetişmek zorunda kaldık. Ayinlere katılmasak da, ortak sofrada yemeyi kabul ettik. Çölde susuz kalanlar olarak tarihimizden ve dinimizden gelen serap pınarlarıyla avunduk.

Tarih boyu mayalanıp oluşan Bulgar milli bilinç tohumunu “çatlamasında” iç faktörler kadar dış etmenler de rol oynamıştır. Bu bilincin içine Osmanlı düşmanlığı zehrinin şırıngalanmasında 19.yüzyıl Batı ve Doğu burjuva aydınları, bu ocağa kömür atmışlardır.

Volter’den, Dickens’ten,  Victor Hugo’dan Dostoyevski’ye kadar keskin kalemlerin hepsi birlik olup Boğazlardaki “hasta adamı” taşlamışlardır. Yani Türklüğü doğarken yok etmek uğruna eylem birliği yapmışlardır.

Ters bir örnek vermek istiyorum. Belki konu daha açık görülebilir:

Klasiklerinden Karl Marks ile Fridrih Engels bile “Orient” ve Rus–Osmanlı Savaşı üstüne yazılarında,  “bir saldırı savaşıdır”, “Rus İmparatoru 2.Aleksandır’ın kanlı istila savaşıdır” gerçeğinin altını kalın çizmişlerdir. Sosyalist bir ülkede eğitim alsak da biz bunları çok sonradan öğrendik.

Bulgaristan’da yaşayanlar hakikati okuma veya işitme imkânı bulamıyordu. Çünkü baş tacı edilen bu iki deha toplu eserleri Bulgarca 56 cilt olarak basılmıştı.

Oysa orijinali 153 cilttir. Marks’ın “cennet” olarak tanımladığı Osmanlı üstüne yazılanın da yer aldığı 97 cilt rafa kaldırılıp, yok sayılmıştı.

“Gerçekleri karartma” ile tarihi çarpıtan makinenin kapasitesi büyük, dişleri kocamandı. Zavallı insanlarımızı çarpık, eksik ve yanlış bilgilendirme, gerçekleri öğrenme yolu tıkalı, korku ortamı toplumun bilgilenerek uyanışına büyük bir settir. Bizde de öyle olmuştur. “Demokrasi” geldim dese de, 26 yıl sonra Osmanlı, Türk, Türklük, İslam kavgası gece gündüz kaynamaya devam ediyor ve toplum gerçeklerle buluşamıyor.

Şimdi sizlere tam bu konuda tezimi destekleyici bir somut örnek sunmak istiyorum.

  1. Plevne kuşatıldığında yerli Bulgar erkân, çorbacılar, Papaz önde Osman Paşa kurmayına gider. “Bizi Koruyun, kurtarın bizi” diye söze başlayan Papaz, 3 torba altın çıkarır. “ Buyurun Paşam, uygun gördüğünüz gibi harcayın ama bizi savunun!” der.
  1. Şu örneğim de Plevne’den. Bulgar Çarı Ferdinand Londra ziyareti esnasında Lortlar Kamarasında şöyle bir ricada bulunmuştur. “Beyler sizden Plevne toplu mezarındaki Osmanlı kemiklerini almanızı rica ediyorum. Çünkü Bulgar halkı uyuyamıyor, Osmanlının hortlamasından korkuyorlar.” Lortlar, bu ricayı ciddi bulup gereğini yapmışlardır. Bir kısım toplu mezarlar açılmış, kemikler çıkarılıp sandıklar içinde Varna limanından İngiltere’ye taşınmış, öğütülüp İngiltere ormanlarına saçılmıştır.

ural 2

Not: Plevne toplu mezarda 123 bin Osmanlı askeri gömülüdür

Bir örnek daha ilave ederek, Bulgar devlet adamlarının Osmanlı mirasçısı yerli Türkler hakkında düşündüklerini ve aldıkları tavrı açıklamak istiyorum. Osmanlıdan koptuktan sonra Bulgar Prensliğine en uzun zaman Başbakan olan Stefan Stanbolov öldürüldükten sonra Mecliste okunan raporda, Osmanlı Bankasından 80 bin altın borç aldığı ve bu parayla göçe zorlanan Türklerin tarla, çayır, koru ve ormanlarını aldığı açıklanmıştır.

Bu zihniyet 138 yıldır süre gelmektedir.

İnsan ve toplum gücünü geçmişinden, tarihinden alır.

Plevne yamaçlarında yükselen ve Tuna’dan görünen bir Osman Paşa, Şipka Doruğunca göklere uzanan bir Süleyman Paşa anıtı dikilemedi. Anıtlar taş ve beton yığını değil, tarihin sembolleri, şehitlerin ruhu ve tarihsel bütünlüğümüzün simgesidir. Mezarlıklarımızın sürülüp tarla yapılmasına göz yumamayız onlar bizim tapumuzdur. Cennet ata toprağındadır.

“Türklerin köklerini kazıyacağız” demeçleri 1 Kasım 2014 te yapılan Bulgaristan yerel seçimlerinden sonra da meclis kürsülerine taşındı. Konuşmamı işbu küflü milliyetçilik köklerinin derinliğini ve özünü birlikte araştırma niyetiyle hazırladım. Irkçı milliyetçilik soldan “Ataka” olarak, sağdan da sözüm ona “yurtsever cephe” olarak boy gösterdi. Sağdakiler hükümete sarıldı. 2 yılda hazırladıkları son “Seçim Yasası Değişikliği” ile biz AB dışındaki soydaşlarımızı oy hakkı kullanmaktan mahrum, iki defa oy kullanmayanı da vatandaşlıktan mahrum bırakma tuzağı kurmuşlar. Sevindirici olan Cumhurbaşkanı Plevneliev “değişikliği” cuma gün veto etti. Olay hükümet krizi doğuruyor, ABV sosyal işler bakanını Borisov hükümetinden çekti, koalisyon krizi başlıyor, Ekimde hem Cumhurbaşkanlığı hem de erken genel seçim kapıyı çalabilir.

Güncelin dışındaki ana konu şudur.

Biz, 20 asır boyunca “Türk tehlikesi”, “ 5-inci kol ordu” ve halen “ Ilımlı İslam tehlikesi” gibi her gün yağan ideolojik zehir yağmuru altında yetiştik ve yaşıyoruz.

1878’de biz Türkler Bulgaristan nüfusunun %64’ünü oluştururken, şimdi %25’e düştük. 1.5 milyonuz. Malımızı mülkümüzü oralarda bıraktık da kaçtık. Tazminat almayı düşünen dahi olmadı. Her şeyimiz onlara, Bulgar’a, Bulgar Devletine kaldı.  Osmanlı mirası da geri alınamadı.

Onların gözü doymak bilmiyor. Bu gün bile Sayın Başbakanımızın Sofya’ya yaptığı ziyaret esnasında haberlerden sonra yine Rusçu, sol marjinal zümre, Bulgarların 1912’de Edirne saldırısından geri çekilmelerinden sonra uğradıkları kayıplar için 10 milyar dolar talep etmeye hazırlanıyorlarmış.

Oysa iki devlet arasındaki geçmişe ait sorunlar 1925 Ankara Antlaşmasıyla kesin çözüm bulmuştu.

Onlar 1912 yılı mağduriyetlerinin giderilmesini talep ediyorlar, ama bizler 1877’den günümüze kadar yaşadığımız mağduriyetleri dile getirmekten bile aciziz. Diplomasimiz düzen kuran duruma geçmelidir.

Tarih kaşımaya uygun bir yaradır. 

Çünkü Bulgaristan kurulduğundan beri Bulgar Devlet Ağcı Türklere karşı hep dikenli, meyveleri hep acıydı.

Geçmişe daha farklı bir açıdan da bakabiliriz.

Tarih akışı içinde olayların çarpıtılması

Bilirsiniz San Stefano–(Yeşil Köy) Antlaşması din ve dili bilinen ve Osmanlıdan önce aynı topraklar üzerinde tarihi olan, Doğu Ortodoks Hıristiyan Bulgar ırkına kendi başına ruhen var olma hakkı tanıdı. O zaman Rumeli’de kalan Müslüman halk topluluklarına, yuvanızı bozmayın, kalın kaldığınız yerde, dendi. Ne var ki, Osmanlı Padişah’ının Rum Papazları Bulgar kilise ve manastırlarından kovan 1872 Fermanına göre çizilen San Stefano sınırları, Batılı Büyüklerin gözüne battı. Açılan yaranın kapanması Rus Çarlığı da istemiyordu.

Hemen toplanan Berlin Konferansı, “Bize Padişah’ın yaptığı iyiliği kimse yapmamıştır” anlamındaki Bulgar minnettarlığı yerine, yeniden çizip biçerken Bulgar Prensliği sınırları içine Türk düşmanlığı tohumu ekildi. Bulgar Prensliği’ne ancak Tuna boyu ve Sofya ilinin tahsis edilmesi hep kışkırtılan ve asla SÖNMEYEN BİR HUSÜMET OCAĞI ATEŞLEDİ.

Bu ateşi yakan Osmanlı Padişahları değildi.

“Daha fazlasını hak etmek için Padişaha küfredeceksiniz, Türklere kök söktürecek-siniz” diyen “kurtarıcılar” ve “uyumlu” yaşama ihtimalinden endişe duyanlardı. Osmanlı devrinde Balkanlarda kurulan iyi komşuluk, hoşgörü ve yardımlaşma ortamından korkanlar vardı.

Olayı daha büyük bir mercek altına çekelim.

Bulgar tarihinin daha da derinlerine inip birkaç özelliğe işaret edelim. Bulgarlar, Payisi Hilendarski’den sonra, tarihini bilen bir millettir. Hazar bozkırında komşuluk yapmış olsak da, bir kolu 8. yüzyıloda İslamı kabul edil İdil Bulgar Devleti’nde kaldı, ikinci kolu da  Balkanlara bizden 700 yıl önce gelip İslavlığa ısındı.  861’de Birinci Bulgar Çarlığı Kurdular ve 4 sene sonra Bizans dinini devlet dini ilan ettiler.

O dönem tarih yazan kılıç Bizans’ın elindeydi.

Gelen göçebelerin çadır kurduğu topraklar onundu. Bulgarlar, bir de kalem tutmayı ve okumayı severdi. O zamanlardan kalan büyük eserlerden biri Kiril Alfabesidir. Bu yazı, Çar I.Boris’in oluşturduğu Preslav ve Ohrid aydın ruhunda yetişen Kiril ve Metodiy kardeşlerin yaktığı sönmez çıradır.

Yeri gelmişken, değinmeme izin veriniz, son dönem Bulgaristan’a karşı şiddetlenen siber saldırı, Bükreş’te düzenlenen uluslararası güvenlik konferansında Cumhurbaşkanı Rosen Pleneliev tarafından kınandı. O, siber saldırının Moskova’dan geldiğine işaret etti. Kendine has megalomanlıkla, hemen cevap veren Putin,“unutmayın yazdığınız yazının harflerini biz verdik” dedi.

Büyük aydınlıkçı Kiril ve Metodiy kardeşlerin dev eserini çalmakla, Yakın Doğu petrolünü çalmak, Kırımı ilhak etmek ve Karadeniz’e çöreklenmek arasında fark göremiyorum.

Bu örneklemeyle de tarihin kesintisiz bir süreç olduğunu, derinliklerinden kötülük, husumet ve düşmanlık mayası çıkarılabileceği gibi, iyilik örneklerinin çıkarılmasının da mümkün olduğunu söylemek istedim.

Evet, Devam edelim,

Bizans imparatorlarına karşı savaşan, Peçenek ve Kuman Atlı Türk Ordularını da saflarına alan, şanlı zafer sayfaları yazan Bulgar Çarlığının çırası 1018’de söndü. Ne var ki, güneş batımından önce meydana gelen, değineceğim olay, karanlığın 168 sene sürmesine neden oldu.

29 Temmuz 1014’te Bulgar Çarı Samuil “Belasitsa” Savaşı’nda Bizans İmparatoru 2. Nikifor’a yenik düştü. 15 bin Bulgar esirden yüzde biri tek gözlü bırakıldı. Yani 14.985’i iki gözü kör edildi. Ötekilerin 15’i sadece bir gözleri kör edildi. “ Hıristiyanlığı kabul etmezseniz kaderiniz budur!” dersi orada verildi.

Bulgar köylerine birer birer dağıtıldılar. Halkın ruhu ve iradesi kırıldı. Askerlerinin halini gören Samuil kayıp gitti. Rumeli’de 200 yıl kuş uçmamıştı. Evet, gerçekleri gün ışığına çıkartma zamanı geldi.

Bulgar halkına bu acı sanki azmış gibi, ruhu daha da oyuldu. Balkanlara ruhsal iyiliği seven “Tangra” Tanrısıyla gelmişlerdi. Canları pahasına dayatılan Tanrı, Baba ve Oğul imanı, din ve ibadet dillerini değiştirdi. Bulgarların Hıristiyanlığı gönüllü kabul ettiklerini yaza yaza yazar olan bilim adamlarına selamım var.

O iş, o zaman, dediğiniz gibi olsaydı,  1168’den, yani İkinci Bulgar Çarlığı’nın dirilmesinden–1396’da Bulgarların Osmanlıya katılmasına ve Rum Papazları Bulgar kilise ve manastırlardan kovan 1872 Padişah Fermanına kadar, din özgürlüğü ve DOĞU ORTADOKSLUĞU OLUŞTURMA mücadelesini anlamak mümkün olamaz. Olaya böyle baktığımızda, Küçük Kaynarca’dan “93 harbine” kadar Rus İmparatorlarının Bulgarlar arasında neden din kışkırtıcılığı yaptığı da kolayca anlaşılmaktadır.

Eğer Bulgar halkının özünde Tangra’dan gelen iyilik kutsallaşmamış olsaydı; bu halkın Bizans’ta her gün yaşadığı bitmeyen ve din değiştirme zorbalığından kaynaklandığına inandığı eziyete şeytan çilesi demezlerdi, isyan edip BOGOMİL HAREKETİ – (Tanrısını sevenler hareketi) alevlendirmez ve yanmaya gönül vermezdi.

Bu olay 1000 yıl önceki Bulgar toplumu için ruhsal olanı belirleyendir. Buralara gelen dervişler doğanın felsefesinde sevgi ruhunu güneşle kavuşturdu. Nazım Hikmet “ yârin yanağından başka her yerde ve her yerde beraberiz” dizelerinde bu sevgiye sonsuz umut çırası yaktı.

Karşımıza çıkan Bulgar ruhunun bir milenyum boyu süren, ezen ile ezilen boğuşması sahnesinde, şu gerçek yani Tırnono Patrikliği’nin “Tanrı sevenleri” bir “tarikat”, bir “eres” olarak lanetleyip, taşlatması, Batılı Kralların ise “yakalandıkları yerde yakın”  buyruğu belirleyici oldu.

İyilikleri yaşatmak için çıkarılan fermana rastlamadım. 

İYİLİĞİN geçmişe ait olduğu kadar, bugüne ve yarına da ait olduğu için ölümsüz bir umut, en ağır balyoz altında bile asla ezilip yok olmayan, bir cıva tanesi gibi ancak saçılan, saçılıp zaman içinde hep var olan, olduğunu görebildikleri için, Osmanlı dervişlerine huzurunuzda teşekkür etmek istiyorum.

Ayrıca 1952’de Bulgaristan’a gelen Nazım Hikmet Dobruca’yı köy köy gezerken yaptığı konuşmalarında, Bulgar idaresinin Türk-Bulgar ayırımı siyasetini tuzla buz etmiş, ektiği fikirler 5-6 senede yeşerince, Bulgaristan’da medeni anlamda Türk kimliği yaratılmasında, okul, lise, pedagoji mektepleri ve din okullarımız ve hatta Sofya Üniversitesinde Türkçe tedrisatlı 4-5 fakülte açılmasına temel olmuştu. Nazım’ın fikirlerinin Türklük çırası gibi yandığı yıllar “Bulgaristanlı Türklerin altın çağıdır.” Totalitarizm karanlığına rağmen bizi ısıtan ruhsal ocağımızdır. 70 yıl önce biçimlenen İstanbul diline dayalı Türk kimliğimize en büyük darbe, HÖH – Türklük düşmanlığını göreve çağıran Bulgar devletinin 10 bin aydınımızı memleketten kovması oldu.

Artık yıkılan bu örnek, o dönem kısa zamanda birçok Türkçe gazete ve dergi ve 560 Türkçe kitap basılmıştı. Bulgaristan’da Türklük baharı yeşermişti. Bizler iyiliğin ölümsüzlüğüne inanıyoruz.

Bulgarların bizi, bizim de onları anlayabilmemizin ve kardeşçe, komşu komşu beraber yaşamamız için gerçeğin 2 yüzünü de tarih suyunda yıkamak zorundayız. Analizimiz, Bulgar gerçekliğinde bu iki yüzden birinin küflenip paslandığı, propaganda ile karartılan, ters yüz gösterilen dünya ve tarihin gün ışığına çıkarılabileceği inancımı artırıyor. Bu inanç “Büyük Türkiye” nin ve Avrupa Birliği’nin etkisiyle mutlaka boy atacaktır.  Bulgaristan’ın da geleceğini sınır ve milliyetçilik tanımayan bilgi toplumu belirleyeceği için umutlarımızın yeşereceğine inancımız büyüktür.

Bir de şu var: TARİH TEKERRÜRDEN İBARETTİR

Zorbalık altında, korkuya yenik düşmüş bilinç, hafıza küpüne olumsuzluk depolar. Katmerleşerek sıkışan kötülükler, Bizans’ın yerine Osmanlının, Ruslar, ardından Alman Nazilerinin, daha sonra en büyük dalgalarla gelip üslenmeye yer arayan emperyalizmin çullandıkça çullanması, biliyor musunuz neye benziyor?

Duvardaki kirleri kapatmak için taze boya yapsan da, hava nemlendikçe küflü lekelerin alabildiğine, yeniden ve yeniden sırıtmasına… Fakat çıkmayan boyaların paşası solmayan Türk ebrusudur ve ebediyetle kardeştir.

Bulgar tarihinde şu tekerrürün izleri derindir:

Çar Samuil’in bir günde15 bin askerinden olduğunu bilinç belirleyen acı bir tarihsel gerçek olarak anımsadık. 899 yıl sonra, tam tarih -18 Eylül 1913’te yine Makedonya yöresinde, Rumlar ve Sırplarla çarpışmada Bulgar ordusundan 49 090 asker öldü.

21 bin 200’ü ömür boyu sakat, toplam 102 bin 853 yaralı verdi. Kötülüğün ölümsüzleştirilmesi açısından, buna olumsuzluğa tuz ekme diyebiliriz. Bu olaydan sonra, o “yârin yanağından başka her yerde ve her şeyde ….” Sembolizmi var ya, onu değiştiren bir karakter aynası olan yeni bir Bulgar değimi doğdu:

Benim iyi olmam önemli değil, onun kötü olması önemlidir.” Bu anlayış monarşi zamanında yerleşti, totalitarizm döneminde katmerleşti ve toplumsal dayanışma, hoşgörü, iyi komşuluk vs. gibi değerli erdemlere kuyu kazdı. Bizans ve Osmanlıdan sonra monarşi şeklinde tek kişilik faşist yönetim, ardından da sosyalist liderlik şeklindeki totaliter rejim baskısı altında yaşayan Bulgar halkı, günümüzde de zamanını doldurmuş ve uygulanması imkânsızlaşmış sahte demokrasiye bir türlü ayak uyduramıyor. Batının hurda ideolojileri de artık bir işe yaramıyor.

Parlamenterliği Osmanlı birinci ve ikinci meşrutiyetinde öğrenen Bulgarlar, Veliko Tırnono kurucu meclisine yumurtadan çıkmış Liberal ve muhafazakarlar olarak dolmuştu. Bu tohumlar bizim toprakta zaman geldi faşizm ve totalitarizm yani ayırım ve haksızlık doğurdu. O zaman onların siyasi partileri yoktu, ama ellerinde baston ve başlarında fotöy şapka kendilerine sandalye ve bakanlık seçerken Türklerin arasından geldiklerini unutuverdiler. 700 kişiye bir temsilci olması gereken mecliste, nüfusun % 52 Türk olmasına karşın bir tek Vidin Müftüsü vardı. Bizimle ilgili ayrım ve adaletsizliğin başladığı yıl 1879’dur. Birinci Anayasa böyle mayalanmıştı.

İşte böylece BUGÜN VE YARIN bölümüne geçtik.

1908’de Çarlık olarak dirilen Bulgaristan bugün bir parlamenter cumhuriyettir.

138 yıllık yeni tarihinde 3 Anayasa değişti. 

Birincisi monarşiyi yasallaştırdı.

1947’de kabul edilen ikincisi Komünist Partisi yönetiminde halk idaresi, dedi.

1992’de kabul edilen üçüncü anayasa sosyal, demokratik düzen dese de, hiç birinde “ adalet, mülkiyetin temelidir” ilkesine yer verilmedi.

Bu anayasaların hepsinde belirtilen, yasama, yürütme ve yargı ayrımı asla uygulanmaması, anayasada yer almayan “kişisel idare”“şahsi rejim”, “diktatörlük”“faşist monarşi”, “totalitarizm” ve bir otokrasi erki için kullanılan diğer tanımlarla zulme, baskı ve teröre dayanan rejimler hep iktidarda bulundu. Zorbalığın sivri ucu tek uluslu Bulgar devleti kurulurken hep etnik ve dini azınlıklara yöneldi. Bogomil ruhuna kazınmış “eşitlik ve kardeşlik” ilkesi, 1795’te Fransız burjuva devriminde de, ana slogan olsa da, Bulgaristan’da hep, daha kötü günler için, bir yerlere saklanmış kaldı. Bu dönemde azınlıkların, Türklerin ve diğer Müslümanların menfaatlerini de gözeten başbakanlar görev başına gelmedi mi? Geldi. Bulgaristan hukuk devletinin gelişmişlik düzeyini, bu sene Başbakan Boyko Borisov’un Temiyiz Mahkemesi oturumuna girdiğinde yargıç ve savcıların ayak kalkmasında bir daha açıkça görebildik. Yasanın üstünlüğü ilkesi duruşma salonlarında bir “ölü canlı” olmaya devam ediyor. Bu sav, hele azınlık hakları için, yüzde yüz geçerlidir.

AleksandırStanboliyski – Bulgaristan Çiftçi Partisinin lideri bir istisnaydı. 1920-lerde Türklerin ekonomik ve kültürel haklarını destekledi. Türk okullarına birçok yerde devlet ve belediye mülkünden toprak verdi. Sonra Vılko Çervenmkov da 3-5 sene özgün kültürümüzün serpilip açmasına olanak verdi. İlkokullardan başka liselerimizi açtık, gazetelerimizi çıkardık, büyük sayıda kitap bastık, radyo yayınlarımızı başlatmıştık, özenci sanat canlandı, tiyatrolarımız açıldı. Ama çok kısa sürdü ve artık 60 yıldan beri özlediğimiz yıllara dönemiyoruz.

1878’de Osmanlı’dan kopan Prenslikte bir etnik ve dini azınlık olarak kalan Türklerin geleceği anayasaya ve yasalara işlenmedi. Çok etnikli oluş ve farlı kültürlülük yasalara girmedi.

Osmanlı feodalizmi içinde uyanan, Aydınlanma Çağı yaşayan Bulgar milletinin kapitalist bir düzen kurmaya, yani demokrasiye, yani toplumsal ayrışıma, yani tüm azınlıkların haklarını tanımaya açılması gerekiyordu. Beklenen buydu. Hayal edilen ile uygulanan birbirini tutmadı. Aslında Bulgar ulusal devrim hareketi programını Yunandan kopyalamıştı ve bu bakıma baştan aşağı aldatmacaydı.

16 Nisan 1879’da Tırnovo’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen BURJUVA ANAYASASI, Hollanda Anayasası’ndan kopyalanmıştı, Hollanda sömürge metropolü, azınlığı olmayan bir devletti. Fakat anayasal Prenslik hedeflendiği için bize en uygundu. Bu anayasa 68 yıl yürürlükte kaldı ve Berlin Anlaşması maddeleri değiştikçe, o da hep aleyhimizde  ayarlandı.

Bugünümüzün daha kolay anlaşılması için bir örnekleme yapıyorum.

Berlin Anlaşmasının ilk şeklinde “Bulgaristan’a Bağımsızlık Tanınması” maddesi yoktur. Rus İmparatoru 2-nci Nikolay’ın dayatması sonucu bu yöndeki değişiklik yapıldı.

Başka bir misal:

Anayasası’nın orijinalinde Prensi’nin Doğu Ortodoks Dinden olması şartı vardır. Ferdinand Katolik’ti. 1908 – 1918 arası Üçüncü Bulgar Çarlığının ilk Çarı olabilmesi için veliahdın Doğu Ortodoks Dininden olması şartını yine Rus Çarı İkinci Nikolay getirdi. Oğlu Üçüncü Boris vaftiz etti. Tangrı ilahının Hıristiyanlıkla değiştirilmesinden sonra, Rumeli’de din, dil, mezhep değiştirme işlerinin başka renkler alıp, “çıkar gereği” yapıldığını da görüyoruz. Kuşkusuz ardından daha 1912’de tüm Pomakların vaftiz edilişi, minarelerin yıkılıp, camilerin kiliseye döndürülmesi trajedisi yaşandı. 1936 ve 1942’de vsy. Pomakların isim ve dinlerine daha şiddetli bir saldırı geldi. 1950’lerden sonra Çingeneler Bulgarlaştırıldı. 1972’de Pomakların tamamına din ve dil haklarını yeniden kaybetti. 1984-85’te 1 milyon 250 bin Türkün isim, baba adı ve soy atlarının 3 ayda değiştirilmesi, dil ve din yasağı, Müslüman ahlakı kapısına anahtar vurulması sabır taşırdı.

Halk ayaklandı ve totalitarizm başı Todor  Jivkov’u 10 Kasım 1989’da devirdi. Bulgaristan anayasal-demokratik bir ülkedir diyoruz da, 20. yüzyıl boyunca başımıza gelen şu sıraladığım vahşetin bir harfi, bir virgülü anayasada ve yasalarda yoktur.

Anayasa totalitarizmin sökülmesini öngörmediği gibi, “soya dönüş”, “kültürel soy kırım” kurbanlarının katillerinin tutuklanıp yargılanmasını da öngörmemiştir.

Olaya olumsuzlama açısından bakarsak, Bugünkü Bulgaristan topraklarındaki Osmanlı devlet yapısının, kültür ve uygarlığının kökten ret edilmesi  “93 harbi” ve ilk Bulgar Anayasasıyla hemen, birden bire olmamıştır. Bir defa Doğu Rumeli Osmanlıya bağlı kalmıştır. İkinci, Osmanlıya karşı gelişen Bulgar milli kurtuluş hareketi, komitacılık, aydınlanma süreci geçmişi ret etme açısından, azınlıklara, Türklere, Yahudilere, Ermenilere vb. milli azınlıklarla ilgili “vatandaşlık haklarını yitirirler” gibi bir aşırılığa takılmamıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısında Bulgar ruhunu saran bu hareketlenmeyi adım adım kaleme alan, komitacı, Diyarbakır mahkûmu,  Krallık döneminde meclis başkanı Zahari Stoyanov, Bulgaristan Türklerini anlatırken “memleketimizde her zaman var olacaklardır” cümlesini kullanmıştır.

Olağanüstü çalışkan, namuslu, vatansever, dürüst insanlar olarak bilinen ve toplu halde yaşayan Bulgaristanlı Türkler, yakın tarihimizde, başlarına gelenlere rağmen,  Bulgar devletinin yüzünü defalarca ak etmişlerdir. Bir defa, isimleri değiştirilmezden sadece bir yıl önce Bulgar döviz gelirinin % 49’una tekâmül eden tarım ve sanayi üretimini onlar sağlamıştır.

Birçok kez düşmanlıkları emek ve insan sevgisiyle yenmişlerdir.

Spor dalından örneklersek, ağır sıklet serbest güreşte Lütfü Ahmedov Olimpiyat ve dünya şampiyonu altın madalyalarını Sofya’ya getirendir. Naim Süleymanoğulu, Halil MUTLU hepimizin gururudur.

Müzik dalında, MesruMehmedov New York filarmonisiyle dünyayı ayağa kaldırdı. Geçen sene Şumnulu ikiz kardeşler İbrahim ile Hasan Malta’da düzenlenen EVROVİZYON yarışında ikinci oldular. Kırcaaliye bağlı Çernooçene (Karagözler)  lisesinden Bayse kızımız Dünya Satranç Birincisi oldu. Bu başarılarımızı saymakla bitiremeyiz.

Şimdi biraz politik yapıdan söz edelim:

Osmanlının bağrında mayalanan Bulgar politik yapılanması Tırnovo meclisinde “liberaller”  ve “muhafazakârlar” olarak iki renkte ortaya çıktı, dedim. Sonra onlara Dimitır Blagoev’in, sosyal demokratları,“geniş” ve “dar sosyalist-komünistleri” karıştı. 1990’da Bulgaristan Halk Çiftçi Partisi kuruldu. Faşizm döneminde “lejyonerler” ağırlık kazandı. Sosyalizm yıllarında Çiftçiler komünist partisine “koltuk değneği” oldu. Şimdi Bulgaristan’da tescili yapılmış 400’den fazla politik parti var. Bunlardan 8’i mecliste temsil ediliyor. Dördü iktidar ortağı idi, şimdi ABV ayrılmış, 125 oyla 3 parti iktidardadır.

1890’dan beri kurulan dağılan ama nasılsa bugünlere erişen siyasi parti ve fraksiyonların arasına 1990’ın 4 Ocak günü Bulgaristan Türklerinin Hak ve Özgürlükler Hareketi katıldı. Parti, 1960’lardan sonra Komünist Parti’nin Bulgaristan’da yaşayan Türk ve Müslümanların özgün kültürel hakları ve ibadet özgürlüğü ve Müslüman yaşam tarzına, adet ve geleneklerine bağlı olarak yaşamaya devam etme arzusunda kurulmuştu.

Direniş yıllarında toplam 44 dernek, kulüp, birlik, örgüt ve parti kurulmuştur.

Şunu önemle belirmek istiyorum. Hak ve Özgürlük Hareketi kurulmasına giden yol Bulgaristan’ın totalitarizmden kurtuluşu ve demokrasiye açılma yoludur. Bu direnişlerde Bulgarlar da atılım içinde olsalar da, Türklerin ve Pomakların direniş örgütleri ile Bulgar demokrasi ve insan hakları örgütleri arasında organik bağ kurulamamıştır. 1990’dn sonra Bulgar kamuoyu parçalanırken bu kopukluk hemen belirdi. O zaman Demokratik güçlerle Türk özgürlük hareketi kaynaştırılmadı. Buna engel olan BKP’dir.  O zaman Demokratik Güçler Birliği (CDC) ile Halk ve Özgürlük Hareketi (HÖH) ün birleşip kaynaşmasından korktu.

Söylemek istediğim bir gerçek daha var. Gerek Bulgar, gerekse Türk ve Pomakların insan hakları ve demokrasi mücadelesi hele “soya dönüş” zulmü yıllarında  Bulgar gizli polisinin ve Rus dış istihbarat örgütü KGB gözünden kaçmamıştır. Bu yıllarda Türklerin ve diğer Müslümanların arasından toplam 3 bin 16 hafiye, rejim lehinde çalışmaya zorlanmıştır. Hainliği kabul etmeyenler yok edilmiştir. İdam edilen Türklerin sayısı henüz açıklanmamıştır.

Hainliği kabul eden kişiler Büyük Göçte halkın evini, yurdunu elinin tersiyle itip, yola düşmesinde de kışkırtıcı rol görmüşlerdir. Bulgaristan’da toplumsal ilerlemenin mezarını totalitarizm kalıntılarıyla BSP-DPS hep birlikte kazdı.

Diğer partilere gelince, bilinmesi gereken şunlardır.

1989’da totaliter rejimin çökmesi ve 1992’de Anayasa’nın 1. maddesi değiştirilerek. BKP’nin toplumdaki yönetici rolü kaldırılınca, Komünist Partisi hemen kılıf değiştirdi. Bulgaristan sosyalist partisi oldu. BKP’nin ordu ve polis dışı, işçi köylü kadroları ve kitlesi partide kaldı. BSP 26 yılda 3 hükümet kurdu. 2 dönem Cumhurbaşkanı HÖH-DPS ile birlikte çıkardılar.

Son yıllarda BSP ufalanmaya devam ediyor. Hele Bulgaristan’ın 2004’te NATO’ya ve 2007’de AB’ye alınmasıyla ve toplumun Moskova’dan kopma havasına girmesiyle BSP parçalanarak küçülüyor. Halen mecliste BSP yalnızca 46 milletvekili var. 1 Kasımda yapılan yerel seçimlerde ilk defa İl belediye başkanı çıkaramadı. Başkan ve yönetim değişimi için Kurultay hazırlığı görüyor. Pazar gün yapılan 46. kurultayında Başkan değiştirdi ve 1891’den beri parti başına ilk kez bir Bayan – Korneliya Manolova geçti.Hem Batıcı hem Moskovacı zihniyet oluşturup yeni lider yetiştirmek zor olsa erek.

1990’da patlayan devrim dalgası Sofya meydanlarına 1 milyon 200 bin kişi çıkardı. O zaman Demokratik Güçler Birliği Kuruldu. 1997’ye kadar toplumun nabzını tuttu. Demokrat Jelü Jelev  ve Petır Stoyanov Cumhurbaşkanı oldular. zamanın geçmesiyle bu balonu şişirenin de gizli servis ve komünistler olduğu ortaya çıktı. Balon 1997’de patladı. Demokratik Güçler Birliği kırıntılarının bugünkü 5 yamalı “Reformcu Blok” bileşiminde görüyoruz. Onlar Bulgar meclisinde ilginç bir tablo sergilediler. Yarısı iktidarda ve 5 bakanlığı elinde tutarken, aynı birliğin motoru olan Güçlü Bulgaristan Partisi vekilleri ise muhalefettedir. Bu erken seçimin kapı çaldığına başka bir işarettir.

Dediğim gibi, hükmet ortağı olan ve topumu kökten dönüştürme hevesiyle Adalet, Sağlık, Ekonomi, Eğitim ve Savunma gibi en önemli 5 bakan koltuğuna da oturan bu siyasi kırıntı, kendisinin yerinde saydığı yetmezmiş gibi, topluma da yerinde saydırıyor. Son 26 yıl, hayat, Demokratik Güçler Birliği’nin toplumu totalitarizmden demokrasiye dönüştürebilecek bir kapasite sahip olmadığını gösterdi. Fakat geçim sıkıntısına yenik düşen, ama umudunu yitirmeyen seçmen kitlesi, 1 Kasım yerel seçimlerinde Refomculara 3 ilde seçim kazandırdı.

2001’de Bulgar siyasi arenasına, komünistlerce 1945’te çöplüğe atılan çarlık varislerinden II. Simiyon çıktı. Onun, 50 yıldan sonra Madrid’den dönmesi, Moskova’nın biz tasarımı olarak değerlendirildi. Dedesi Ferdinand, Avrupa Saray sülalelerinden olsa da Rus Çarı II. Nikoay ile anlaşmış, babası III. Boris ise Hitler tarafından zehirlenmişti. Hariciyede bulunduğu yarım asırda KGB’nin gözü hep Simiyon’un üzerinde olmuştu. 2001’de Sofya’ya inmesi, bir platform açıklamadan, parti bile kuramadan, ben sizin maddi durumunuzu 834 günde iyileştireceğim vaadiyle başbakan olması, toplumun psikolojik durumunu kendiliğinden anlatan benzeri zor bulunur, büyük bir örnektir.

Onun geri gelmesi ve halkın gözüne bir kısım renkli kül atması şüphesiz KGB ve yerli servislerin kurgusuydu. Bu balon da patladı. Ne var ki, Bulgar Doğu Ortodoks Kilisesi Sinod’u /Ruhsal Kurum/onun Çarlığını tanıdı. Pazar ve bayram ayinlerinde duası ediliyor. Simeon sayfası, sanki 2005’te kapansa da, Ekim 2016 seçimlerinde Cumhurbaşkanı adaylığının hem Moskova, hem Washington ve hem de Brüksel tarafından desteklenmesi muhtemeldir.

Halen iktidarın orta direği ve ülkenin ana siyasi partisi olan Avrupa Vatandaşlığı İçin Bulgaristan Partisi–GERB Başkanı ve Başbakan BoykoBorisov Hükümeti devam ettirmekte. Yıllar yılı yaptığı iş TodorJivkov’u korumak olmuştu.  GERB – Bulgaristan emekli Ordulu, polis, itfaiyeci, jandarma, onların yakınları vesaire tabakasının partisidir. Bu, yaşlanan ve güçsüz kalan komünistlerin, belki de sahaya çıkarabildiği amma kontrol edemediği bir takım haline dönüştü.

Şöyle düşünelim.  Bu parti de Komünist Partisi “matröşkası” içinden çıktı. Fakat sosyalistler kadar kör Moskovacı değildir. Kabineye sağdan soldan 3 parti daha çeken Boyo Borisov, geminin alabora olmasından sorumlu olmadığını önceden beyan eden bir kaptan gibidir.

Bugün HÖH yönetiminde parti kurucularından, hapislerden, işkence odalarından geçmiş Türk ve Pomaklardan bir tek temsilci yoktur. Türk kültürü ve Türk kimliği gibi konuları rafa kaldırmıştır.

Türk ve Pomak seçmen tabanı HÖH elit kesiminin milletvekilleri, belediye başkanları ve muhtarları yukarıdan dayatma siyasetine sert tepki göstermeye başladı. Orantılı /portsionel/ sistemi esas alan Bulgar seçim kanununda 2013’te yapılan son değişiklikle, seçmene parti listesi içinde seçtiğini işaretleyip  oy verme hakkı tanındı. Tepki ve direniş yoları arayan seçmenlerimiz 2014 erken genel seçimlerinde bilinçli oy kullandılar.

Blagoevgrat ile Razgarad’a bağlı Kubrat ve İsperih /Kemaller/ belediyesinde tercihli seçme usulünü ustaca kullanarak HÖH Merkez yönetiminden dayatılan aylara değil de, tanıdıkları, sevdikleri, kendilerini daha doğru temsil edeceklerine inandıkları kişileri seçtiler. Başev ile Hüsmen Günay beyleri listenin alt sıralarından çıkarıp parlamentoya gönderdiler.

Parti yönetimi ikisini de disiplin bozmakla cezalandırdı. 1 Kasım 2015 yerel seçimlerinde tepki daha da büyük oldu. Aynı sistemi daha kararlı ve başarılı uygulayan Türk ve Pomak seçmen Dulovo /Akkadınlar/, İsperih /Kemaller/, Kubrat, Nikola Kozlevo ve Gırmen gibi Türklük ve Müslümanlık kalelerinde HÖH partisini yerel yönetimden indirdi, birçok muhtarlıkları bağımsız adaylarımız seçildi.

Ve bugün DOST partisi başkanı Lütfi Mestan’ı dünün aynasında arayanlar  işte bu olayları görüyorlar.  O dönem o HÖH Genel Başkanıydı. Direnenler ona karşı başkaldırmıştı. Bu olaylar, 2013’ün Ocağında HÖH 8. Olağan Kurultayında genç delege Oktay Yeni Mehmedin Ahmet Doğan’ı kürsüden indirmesinden sonra, Türk ve Müslüman Pomak tabanında büyük bir hareketlenme olduğuna, bilinçlenme ve Türk kimliğini pekiştirme sürecinin yalnız kök değil, artık dal budak saldığına kesin işarettir.

Bu olayların birikimi HÖH partisi içindeki kaynamayı hızlandırdı, karışıklıklar boy attı. Türkiye Silahlı Kuvvetlerinin “CU-24” Rus savaş uçağını düşürmesi ve HÖH milletvekili grubunun bir bildiri ile olayı desteklemesi ve NATO-cu ve Avrupa – Atlantik siyasetine bağlılık beyan etmesi dananın kuyruğunu kopardı.

17 Aralık 2015’te HÖH lideri, 3 yıldan beri kapalı bulunduğu evden çıkmayan Ahmet Doğan parti “şeref” başkanı sıfatıyla Lütfi Mestan, Şaban Ali Ahmet vve daha 2 milletvekilini partiden ayrılmaya zorladı. HÖH’ten çıkanlara Kırcaali il başkanı Bahri Ömer de katıldı ve 9 Nisan 2016 günü Sofya’da bu inisyatif grubu bir kurucu kurultay topladı ve DOST partisini tescil ettirmek üzere mahkemeye baş vurdu. Partinin Avrupa Atlantikçi, Türkiye yandaşı, neo liberal olacağı açıklandı. Mahkeme kayıt işlemini henüz bitirmedi. Bu, HÖH’ten ayrılan 8. partidir.

HÖH kendini Bulgaristan Türk Müslümanlarının  demokrasi ve insan hakları mücadelesinin, Mayıs 1989 Ayaklanmamızın bir ürünü olarak kabul ettirse de, aslında Bulgar totalitarizminin ve Bulgar Rus gizli polis ortaklığının Bulgaristanlı Türkleri Türkiye’den ve öz davalarından koparma ortaklığının bir ürünüdür.

Dost partisi HÖH’ten ayrıldı. Genel Başkan L. Mestan, Bulgaristanlı Türklerin demokrasi hareketini sol arenadan sağa cepheye çeken bir parlamentocu ve lideriydi. Sosyalistlerde öpüştü, Başbakanla kahve içti ama kaynaşamadı. Türklerin partisinin sağda olmayı tercih etmesi Bulgarları kudurttu, “köklerini kazıyacağız” sloganı o zaman belirdi.

DOST bir sağ parti olduğunu ya da olacağını iddia etti. Onun seçmenleri de HÖH seçmenleri gibi köylüler-imizdir. Köylülüğün, emekçi kesimin sağ partisi olmaz. İdeolojik ve politik konularda çok çalışmak gerekeceğine inanıyorum. Bu partide sözü dinlenen hatip olarak, “HÖH’ün miladı doldu” diyen Mehmet Hoca dikkat çekiyor. O da HÖH genel Başkanlığından ayrılmıştı. Şu dönem DOST’un gözü soydaşlarımızın oylarında. Yalnız başına Bulgaristan’da barajı atlaması mümkün olmadığından, gözünü İstanbul ve Bursa’ya çevirmiş durumdadır. Türkiye derneklerinden yardım bekliyor.

Seçmenimizde olağanüstü bir durgunluk var ve oyların HÖH’ten DOST’a akıtılması sert bir mücadele konusudur.

ural konfrns

BULTÜRK yönetimi olarak biz de DOST kuruluşuna katıldık, kendilerini kutladık.

BULTÜRK yönetimi olarak biz daha önce de, yerel seçimlerden sonra  Dobrucaya ve Deliormana gittik. HÖH’ten ayrılan ve yeni seçilen bağımsız belediye başkanları kutladık, kendilerine moral verdik. Bulgaristan’da adalet ve demokrasi için isyan eden Türkler gerçek demokrasi yolunu açmaya başladı. Halk savcısını, polis şefini, belediye başkanını ve milletvekilini çoğulcu sisteme göre (majoriter) kendisi seçmek istiyor. Bu uzun ve dik bir yol, bilinçli mücadele yoludur.

Gördüğünüz üzere, Bulgaristan’ı, devlet yapısını, seçim sistemini, Bulgarları anlatmak pek öyle kolay değil. Çok problemli küçük bir ülke soğuk rüzgârların geldiği kuzey komşumuz.

Artı konuşmamı toparlıyorum. En çok kullandığım sözlerden birisi Bulgaristan, ikincisi de ANAYASA oldu.

Anayasa her devletin ADALET DİREĞİDİR.

Son ve Üçüncü Bulgaristan Anayasası 1992’de kabul edildi. Bu totalitarizmden demokrasiye geçiş anayasası olmalıydı. O zaman bu hamurdan ekmek pişmeyeceğini anlamış olacaklar, Demokratik Güçler Birliği ve Hak ve Özgürlük Hareketinin Büyük Millet Meclisi parlamenterleri Anayasayı imzalamamışlardı. Daha sonra bu anayasada kez retuş yapıldı. 2014’te erken genel seçimlerden sonra kurulan 2. Boyko Borisov hükumeti Adalet reformu sonunu, geçici seçim hükümetinde Adalet Bakanı olan Hristo İvanov’u Reformcu Blok bileşiminden bakan olarak bırakarak çözdü.

Hristo İvanov Amerika’da hukuk tahsili görmüş, 2013-2014 yıllarında Sofya’da ve Bulgaristan’da sivil toplum örgütlerinin geliştirdiği köklü anayasal adalet reformu isteğiyle gelişen eylemlerin liderlerinden biriydi.

İstifa etmesinin nedeni, Bulgar savcı ve yargıçlarının Yüksek Mahkeme’de eşit sayıda olmaması ve çoğunluğun savcılarda olması ve savcıların kendilerini sorgulaması hakkının korumuş olmalarıdır. Bakan Hristov ile birlikte, Mecliste hukuk reformundan yana olan milletvekillerinden, Güçlü Bulgaristan Partisi Başkanı RadanKınev de istifasını sundu. Meclis kuşatıldı. Reform isteyenler ayağa kalktı. L. Mestan yönetimindeki HÖH onun değişiklik taslağına karşı oy kullanmıştı.

Orta direk, eski anayasanın totaliter dönemde konulan ilkeleri kaldırılmadan, Bulgaristan’ın köklü demokratikler gerçekleştirerek demokratikleşmesi olası değildir.

Bulgar devlet ağacı bir akasya gibi, bir kaktüs gibidir. Küçük iken ilk dokunuşta dikenleri kadife gibi görünse de, büyüdükçe amansız batıyor.

Ne var ki, insan anasını ve memleketini seçemiyor. Çok derinlerine dalarak, Bulgarların tarihinden değişik çarpıcı örneklerle size, bir ulusal karakterin oluşumunu, etkilenişini ve bize olan yaklaşımını anlatmaya çalıştım.

Yeni Bulgaristan’ın daha demokratik, Türk ve Pomaklarımızın devlet yapısına daha aktif katılacağı, ekonomisinde payımızın artacağı, bugün aşamadığımız sorunları aşacağımızı ve adaletin her yerde ve her bakım hakim olacağına inanıyorum.

Şuna da fazlasıyla inanıyorum. Büyük Türkiye emelimizin gerçekleşmesiyle Bulgaristan’da yaşayan kardeşlerim daha rahat, daha güvenli ve yarınlarından daha emin yaşayacaklar.

Biz Büyük Göçle sınır kapısını açtık. Bu kapıda her iki taraf da yatırımların artmasını beklerken, turist kafilelerinin daha kalabalık olmasını bekliyoruz.

Hükumetten Bulgaristan’la ilgili özel yaklaşım programı bekliyoruz. Bulgaristan’ın özellikleri dikkate alınarak faklı bir yaklaşım hak ettiğine inanıyorum. Başarıya götüren yol somut yaklaşım yoludur.

Çok büyük bir hamle içindeyiz. 1990’da 2 milyar olan Türkiye Bulgaristan ticareti 6 milyarı Doları aştı. Sanayicilerimizin atılımı sıradadır.

Ben tarihin tekerrür edeceğine de inanıyorum.

Başımıza gelen tüm kötülükleri bizim iyiliğimiz olumsuzlaşacak ve çöpe atacaktır.

Son haberlere göre, AB dışındaki Bulgaristan vatandaşlarının yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oy kullanmasına sınırlama getiren “Yasa Değişikliği” Cumhurbaşkanlığı tarafından veto edilmiş olsa da, hükümet bunalımı ve erken seçim sinyalı veriyor. Hükümet ortağı olan komünist cumhurbaşkanı Pırvanov’un sosyalistlerden ayrılan “ABV” partisi koalisyondan ayrılma kararı aldı. Şu an Hükümeti destekleyen partilerin toplam milletvekili sayısı kritik çizgiye düştü. Kamuoyu erken seçim sloganları yükseltiyor. Bu arada Ekim ayında Yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri için de toplum pusuya yatmış durumda, partiler aday göstermiyor. Batıya dönük ve demokratik icatlarıyla ün yapan Plevneliev ikinci defa aday olabilir. Bizlerde bunun yanına bir Türk aday verebilmeliyiz.

Şöyle bir gerçek var, 26yıldan beri Bulgaristan Cumhurbaşkanı seçimlerinde belirleyici olan hep Türklerin oyları oldu. İlki Jelyu JELEV-1 Ağustos1990; Petır STOYANOV-22 Ocak 1997; Georgi PIRVANOV-22 Ocak 2002; Rosen PLEVNELİEV-22 Ocak 2012, Bu son Cumhurbaşkanını da Türkler tarafından sadece BULTÜRK destek olmuştur.

Bu defa da ikinci turda Plevneliev, HÖH ve DOST demeden Türk seçmenden oy beklediğini gizlemiyor.

Çözüm önerilerim:

  1. Bu gün hasta bir toplumda öz Kimlikleri yolunan bir kitle olarak Bulgaristanlı Türk ve diğer Müslümanların sorunlarının çözülmesi için T.C. ile Bulgaristan arasında yeni bir köklü anlaşmaya gerek olduğuna inanıyorum. “Bulgaristan’ın iç işlerine” karışma bir yana, etnik halk topluluğumuzun Kırcaali ve Razgrat – Şumen olmak üzere iki kültürel merkezde toplanma yolunun açılması zamanı gelmiştir. Karma bölgelere Türkiye yatırımlarının artması ve sosyo-ekonomik durumun kökten değişmesi başta gelen ödevdir.
  2. Yarına yönelik çalışmalarda, Bulgaristan’daki partilerden fazla Türkiye’deki derneklere ile ilgi gösterilmesi, göçmenlerin çok yönlü örgütlenerek, girişimciliğe ve pasif durumdan faal duruma geçmelerine yardım edilmelidir. Türkiye rüzgârı esmeden oradaki kardeşlerimizi bir daha yüreklendirebilmemiz belki de çok zor olacak. Fakat bu önümüzdeki seçimlerde Türkiye’nin kurduğu parti barajı aşmak zorundadır: Bunun başka yolu yok ya aşacak ya aşacaktır. Tüm Türkler sadece bu seçimlerde DOST’a arka olmak zorundayız. Bu seçimlerde DOST’a bir şans verelim diyoruz.

Özetle, son dönemde ortaya çıkmıştır ki, sözde Türk partisi dediğimiz HÖH’ün belediye başkanları ve üst düzey yetkililerinin de ne yazık ki Ana-vatan Türkiye yerine Rusya’nın uşağı oldukları basından ve bizzat kendi konuşmaları ile tasdik etmiş oldular. Böylece bu güne kadar Türkiye’den giden ekiplerimiz de yaptıkları çalışma ve faaliyetlerle bunların çıkarlarına alet olmuş olmuyorlar mı?

Bu arada CHP heyetlerinin Sofya Kurultaylarında AK Parti, Cumhurbaşkanı ve genelde Türkiye aleyhinde yaptığı konuşmalar olumsuz izlenim bırakırken, düşmanlarımızın ekmeğine yağ bal oluyor.

Şimdi de aynı tiyatronun 2.perdesi sergilenmeye başladı.

Rusya ile yaşanan uçak krizi sonucunda da Rusya’ya karşı NATO çıkarlarını destekleyen Mestan bu sefer koltuğundan oldu. Hem de resmi yetkisi olmayan onursal başkan A.Doğan tarafından atıldı. Bu çatışmayı fırsat bilerek Sofya’da bulunan T.C. Büyükelçiliğimizi de alet etmeyi başardı. Böylece bu manevrası ile şimdi Bulgaristan’da DOST adında bir yeni parti kurarak başkanlığa oturma hakkı kazandı. Türkiye devlet olarak artık kendisi oyun kurucu olmalı ve insanlarla değil sistemi oturtmalıdır. Başkalarının yazdığı senaryolara figüran olmaktan çıkmalıdır.

Naçizane önerimiz, bugünden itibaren, Bulgaristan’a yönelik tüm proje, yatırım ve etkinliklerde yetki verilirken aynı zamanda sorumlulukta yüklenmeli ve yetki verilen kişilerin işin sonunda hesap da verebilmesi gerektiğinin altı çizilmelidir. Yetki ve sorumluluk aynı zamanda hesap verilebilirliği de beraberin de getirmelidir.

3.Öğrencilerle gençlerle, ailelerle, köylerde amaca yönelik ekonomik, sosyal ve kültürel, eğitim programları hazırlayıp, elektronik araçlarla sis perdesini delip Türklüğü yeniden mutlaka şahlandırmak ve yaşatmak zorundayız. Dalgayı mutlaka döndürmeli ve dalgalarımızı Bulgaristan’ın dört bir yanına yaymak zorundayız.

4.Türkiye’de bulunan Bulgaristan Türkleri bu değişimi gerçekleştirebilirler. Bulgaristan’dakilerden bir şey beklememek gerekir. Nasıl Moskova oyununu kurur ve insanlarımızı figuran ettiyse bizlerde bunun daha fazlasını yapmalı ve yapabilmeliyiz.

5.Türkiye Cumhuriyeti de artık STK’lar üzerinden devletleri yönetmeyi öğrenmelidir. Böyle bir takım oluşturabilmek için bu bölgelerde yetişmiş saha elemanlarla bu işler yapılmalıdır. Türkiye Bulgaristan’a STK’lar üzerinden ve onların eliyle girecek ve görünümü tamamen değiştirecektir.

Tekrar bizlere sesimizi duyurmakta bu fırsatı veren Ural Derneğinin Genel Başkanı başta olmak üzere Kardeşim Bülent MAŞAOĞLU’na ve tüm yönetime birkes daha teşekkür eder, sizlere de sabırla dinlediğiniz için Teşekkür ederim.

ural konfr

Sorular ve Yanıtlar

SORU 1; Musa VATANSEVER- “Su buzda erimez, buz suda erir”  Bunu anlayamadım bu ne demek?

Ceva1: Ben bu konuşmamda, Bulgarlarla 600 yıldan beri iç içe, yan yana yaşadığımızı, birlikte var oluşumuzu anlatırken, onların her zaman kaskatı kaldıklarını, dıştan gelen insan sıcaklığı, merhamet, hoşgörü gibi erdemlerden etkilenmediklerini, birçok konuda kaskatı kaldıklarını, değişmediklerini anlatabilmek için Bulgarlara BUZ – onların tarih boyu içinde yaşadıkları topluma da SU, DERYA dedim.

Derya da tuzlu su olacak ki, Buzlanmıyor.

Bizim Bulgarlaşmadığımız gibi.

Onlar yorganı her zaman kendilerinden yana çektiler. Yorganı kendi ayaklarına göre uzatmadılar. Asimile ederek büyümeye, istila ederek yayılmaya çalıştılar.

Bu arada, Bulgarlıklarını hep korudular. Hıristiyanlaştılar, kendi kiliselerine – Doğu Ortodoks Kilisesine sahip oldular, kilise dili olarak Bulgarcayı dayattılar.  Tarihlerini yazabildiler, Bulgar folklorundan senfoniler, süitler yaptılar,  silahlandılar, ordu kurdular, devlet yaptılar, Osmanlıdan çıktılar, Rus gölgesinden kaçıp Almanlara sarıldılar, 138 yıldan beri ele geçirdikleri topraklardan Bulgar olmayanları kovup, Makedonya, Moldova’dan, Sırbistan’dan Bulgar çağırıp nüfus çoğalma yolları aradılar. Burada Buz kütlesi gibi üzerine su attıkça büyüdüklerini görüyoruz, kendinden vermiyor, parçalanmıyor, topluyor. Benzetme özelliklere aittir. Anlatabildim mi? Kavram olarak  “Buz Kütlesi da doğru olabilir. 1985’te buz gibi kesilmiş Bulgar suratını hatırlayın!

………………………………………………………………………….

Soru: 2 Avşin BALKAN – Türklerden-Bulgarlar ilk Müslüman olanlar diye söylemiştin bir zaman bu doğru mu?

Cevap 2: Bulgarlar İslam’la daha İdil (Volga) Bulgar devletinde tanıştı.

Han Krum 9.Yüzyılda Tuna Bulgar Devleti Hanı olduğunda Bulgarlar Orta Asya uygarlığından çıkıp Slavlaşmaya başladı ve 9.yüzyılda Hıristiyanlığı kabul ettiler.  İdil Bulgarları -ikinci kol- Volga Bulgarları ise 8. yüzyılda İslam’ı kabul etti. Bu bir savaşla değil, Bağdat’tan çıkıp İslam’ı yayan elçiler ve Abbasilerle ilişkiler sayesinde oldu. İdil Bulgarlarının ilk mescitleri Han Almuş zamanında kuruldu.

İlk Müslüman Türk Devletleri denince aklımıza; Tolunoğulları, İhşidîler, İtil (Volga) Bulgarları, Karahanlılar ve Gazneliler gelir. Ancak zamanımız tarihçileri ilk Müslüman Türk devletinin bunlardan hangisi olduğu hakkında henüz bir fikir birliğine varamamıştır. Sözgelişi, İtil Bulgarları, “8. yüzyılda İslamiyet’i resmen kabul eden ilk Türk devleti” olarak nitelenmektedir.

Karahanlılar, “Doğu ve Batı Türkistan’da hüküm süren ilk İslamî Türk sülâlesidir” ve İslam’ı 9. yüzyılda kabul etmişlerdir.

………………………………………………………………………………………………………….

Soru:3 Mujgan DENİZ – Bulgaristan’da 2013 yılında Türk partisi kurdu Türkiye,  şimdi de yeni bir parti buna ne diyorsun. Bunlar iki Türk partisini kongrede bir araya gelmezler mi?

Cevap 3: HÖH partisi içindeki kadrolar bilinçlendikçe, bu parti parçalanmaya mecburdur.

Bu bilinçlenme, parti yönetim kadrolarının Bulgar sivil polisi “DS” tuzağına düştüklerini fark ettikleri an başlar. Partinin kurucu başkanı Ahmet Doğan 1974’te ele geçirilmiş çaresiz bir polis ajan olarak, soyunda da Türklük olmadığından, Bulgaristan Türk ve Müslümanlarına karşı çalışmayı kabul etmiş ve hem “DS” hem de “KGB” ajanı olarak, Bulgaristan Türklerini Türklükten ve Türkiye’den koparma, Bulgaristan’da Rusya’nın BEŞİNCİ KOL ORDUSU olarak ayakta tutma vazifesini kabul etmiş ve 4 Ocak 1990’da Varna’da parti kurulurken  başa geçmiştir. Ve ilk parçalanma daha o gün orada olmuştur. Vesile, konuşmamda da belirttiğim gibi, biz Bulgaristan Türkleri “Bulgar ulusundan mıyız?” yoksa Türk ulusundan mıyız? Olduğumuz konusudur. HÖH’ten ilk ayrılan Halim Pasajov’tur. Dobrucalı, yükseköğrenimli, hapiste yatmış, 1986’da Sofyta’da Kırcalili inşaat işçileriyle  “Özgürlük” örgütünü kurmuştur.

Pasajov’tan sonra milletvekili Âdem Kenan,

Şimdi Dost Partisi Başkan Yardımcısı seçilen Mehmet Hoca,

Ardından HÖH Başkan Yardımcısı Güner Tahir,

Daha sonra yine HÖH Başkan Yardımcısı Osman Oktay partiden ayrılmış ve hepsi de yeni parti kurmuştur.

2013’te Başkan yardımcısı ve Örgüt İşleri sekreteri Kasim Dal ile Gençlik Kolları sekreteri ve milletvekili İsmail Korman‘ın HÖH’ten ayrılma nedeni, 23 yıl sonra resmen tepki gören Ahmet Doğan’ın “DS” ajanlığıdır.

Fakat 1990 HÖH Kurucu Toplantısındaki “DS” ajanlarının sayısı 12’dir. O zaman Bulgaristan Türkleri arasında 3.016 “DS” ajanı olduğu resmen açıklanmıştır. Açıklanmayan ajanlar, askeri istihbarat kadrolarıdır. Bu nedenle ben, Kasım Dal’ın neden yeni kurduğu Demokrasi Şeref ve Özgürlük Partisi Başkanı olmadığını, bacağının askeri istihbarat bağlı olduğuna bağlıyorum. Öte yandan, “DS” II. Şube Dosyası birden bire kaybolan Lütfi Mestan’ın da dosyasının askeri istihbarata bağlı olduğunu düşünüyorum ve “YUKARIDAN” bir yerlerden emir almadan bu yakınlaşma ve birleşmenin mümkün olamayacağı görüşündeyim. İkinci olarak da, bu iki partinin Türkiye’den para kopartmak için kurulduğuna inanıyorum. Bu açıdan bakıldığında, bu yakınlaşma ve birleşmenin olabileceğini düşünmek bile yanlış olur.

………………………………………………………………………….

ural 2

Soru: 4 Mehmet UYAR – DOST Partisi için ne diyorsunuz. Kongreye gittin amma pek destek verdiğiniz söylenemez. Seçim olsa barajı geçer mi?

Cevap:  Bugün artık HÖH partisini Bulgar gizli polisi DS’nin kurduğunu kabul ediyor, gazeteler yazıyor, siyasetçiler vurguluyor. Neden, 1990 seçimlerinde, BKP MK Türk, Pomak ve Çingenelker’in isim değiştiren eski komünist yeni BSP partisini  oy vermeyeceklerini bildiklerinden,  etnik azınlık oylarının yeni kurulan Demokratik Güçler Birliği (CDC) partisine akmasını ve çok güçlü bir muhalefet oluşmasını engellemekti. Bu plan gerçekleşti ve HÖH Bulgar polisinin güdümlü bir gücü olarak kuruldu. 26 yıldan beri tek başına iktidar olamayan Bulgar partilerine “koltuk değneği” oluyor.

17 Aralık 2015’te HÖH testisi bir daha kırıldı ve aralarında Genel Başkan L. Mestan olmak da olmak üzere 5-6 eğitimli kadro partiden atıldı “çıktı” – “kovuldu”, hepsi doğrudur. L. Mestan 18 yıldan beri HÖH milletvekili ve meclis grup başkanıdır.

HÖH fırınından bir kadrodur, bu fırından çıkmış bir ekmektir.

Niteliğinin ana çizgilerinde ajanlık, Türk ve İslam düşmanlığı belirgindir. Şimdi, halk aynaya bakıyor ve ne görsün, bu adamın geçmişi karmakarışık ve başını başka tarafa çeviriyor. Komünist partisi kapatıldı, ama Bulgar’da komünistlik bitmedi, T.Jivkov’un koruması B. Borisov bugün başbakan. Baş hain Ahmet Doğan’ın en güvenilir adamı, parti genel başkanı nasıl oldu da birden bire yüzde yüz değişti. Birbirimizi aldatmayalım. Bir insan hamama gidince kirini atar, tırnaklarını da keser, ama ruhu ve ciğeri aynıdır. Ben pek fazla değişiklik göremiyorum. O dün de liberalim diyordu, dün de NATO-cuyum diyordu. İşin içinde başka şeyler olması gerekir, zaman gösterecek. Dostun halkımızın dostu olması için bizim hepimizin çalışmamız gerekecek.

Bulgaristan’dan alacağı oylarla baraj geçemez. Türk beklentisi Türkiye oylarıdır.

………………………………………………………………………….

Soru: 5 Dr.Nedim BİRİNCİ -Bulgar partileri neden Türk milletvekili belediye bşk. çıkarmıyoırlar?

Yanıt: 5 Şimdiye kadar yani 1990’da Büyük Milletvekili seçimlerinde BSP Sumen (Venets-Hitrino) seçim bölgesinden Doç. Dr. İbrahim Yalamov’u milletvekili çıkardı ve tekrar etmedi.  GERB de seçilmeyecek yerlerden, bile bile yad es aday gösteriyor, ama seçilmesini istemiyor. “Soya Dönüş” trajedisinden sonra Bulgar toplumu parçalandı. Etnik azınlıklarla ısınıp  kaynama henüz başlayamadı. Eni milliyetçilik hem sol hem de sağ ırkçılık olarak emin adımlarla yürüyor. Seçmen Türklerin oylarını istemiyor. Türklerin Bulgar siyasetini belirlemesini istemiyor.

Cumhurbaşkanı seçimlerinde olay farklı tabii

26 yıldan beri Cumhurbaşkanları hep son anda Türklerin oylarıyla seçilmiştir. Ve bunun sonuçları da ortada, işte şimdi Plevneliev “Seçim Kanunu değişikliklerini” veto etti. Aday olursa bizi sandık başına bekliyor.

………………………………………………………………………….

Soru 6: Osman BÜYÜKKAYA -1990 dan sonra kurulan Türk partileri neden başarılı olamıyorlar

Yanıt 6:  HÖH’ten sonra kurulan 6-7 Türk partisinden hiç biri HÖH’ten farklı bir program çıkaramıyor, Program ve Tüzükler birbirinin kopyası, orijinalı da Bulgar polisinin “Simyonovo” akademisinde yazılmış. Farklı fikirlerle ortaya çıkılsa mahkeme kabul etmez, “etnik” -bölücü, “İslamcı” – kökten dinci der ve partiyi kurdurmaz. Bir adam tırnak çakısı ile kurban kesemez. Bu partilerin hiç biriyle bir şey olmaz, Bulgaristan tarlasına farklı tohum ekmeliyiz. Fakat buz bu defa DOST’a destek vermek istiyoruz.

………………………………………………………………………….

Soru: 7 Nazım ÇAVUŞ Bulgaristan’da Dernekler var mı ve çalışmaları nasıl.

Yanıt: 7 Var tabii, Bulgaristan’da da dernekler var, dernek çalışmaları derneği var. Şimdi bugünen faal derneklerimizin Kırcaali “Kadriye Lativova”; Şumen “Nazım Hikmet”, kültür derneği, Öğretmenler derneği ve Türün Üreticiler vb dernekler olduğuna işaret edebilirim.

 

Tarihi üzerinde durmamız gereken dernekler arasında  “Turan” derneği başta gelir.  Dedelerimiz dünyadaki bütün Türkleri birleştirerek Turan devleti kuymayı da amaçlamışlar. Türklerin Orta Asya’daki en eski yurdunu özlemiş olacaklar. Turancılık, bizim orada Pantürkizim olarak genişmiştir. Osmanlı devletinin son yıllarında çıkmış ve dedelerimiz Türk kimliğimizi ararken Turancılığa da bel bağlamışlardır. Bir ideoloji ve eylemdir. Geniş bir konudur. Bulgaristan’daki dernekçiliğe bir özel seminer ayırabiliriz. O zaman daha geniş kojnhuşuruz.

………………………………………………………………………….

Soru 8:  Hakan ÖZDEŞ – Bulgaristan’da Türk partilerinin başkanları neden hep istihbaratçılardan

Cevap: 8 Bulgaristan’daki Türk partilerinin hepsinin kökleri komünist totaliter döneme “soya dönüş” mezalimine, 1989 Mayıs direnişlerine ve halk hareketimize dayanır.  Bir defa 12 bin mahpusçumuz ve binlerce sürgünümüz var. Bulgaristan’da sürgünden ve ceza evinden çıkarken imzalattırılan evraklardan da bir kişinin milis, gizli polis, jandarma, askeri istihbarat, gönüllü müfreze ve sistemine bağlanmış olduğu ortadadır. Örneğin doktorların hepsi yeminli subaydır. Osman Oktay, Kasım Dal, Güner Tahir ve daha birçok Türk genç askerliğini motorize birliklerde şoför olarak yapmışlar ve yeminlidirler ve saire vs.

Bunun için birçok kişinin akan dosyası onun bilgisi dışında da hazırlanmıştır. Şimdi Sofya Mahkemesi’nde Mihaylov adında bir Bulgar “ben ajan değildim” davası görülüyor. Dosyası Belene’de hazırlanmış, dava bitirilemiyor, çünkü olay 55 yıl öncesinden. Dosya şimdi ak gün görmüş ve adam dava açılmış. HÖH kurucularından 12-si ajanmış. Ben “Belenecilerin” hepsinin dosyası olduğuna ve en önemli ajanların dosyalarının saklandığına inanıyorum. Örneğin en önemli gizli polis olan VI. Şubenin ajan dosyaları açıklanmadı. Mecliste 86 ajan olduğu açıklandı, fakat ben Türk milletvekillerinin hepsinin hafiyeliğinden şüphe ediyorum. Onun için ajan olmayan bir kişinin Bulgaristan’da parti kurmasının bir “şans” eseri olduğuna inan istiyorum. Biz bu yüzden totaliter devlet yapısının anayasa ve yasalarla birlikte kökten değiştirilmesinde direniyoruz. “Beni ısırmayan ajan bin yaşasın” demek istiyorum ama üzerime güleceğinizi biliyorum.

Reklamlar