Rafet Ulutürk:
Tarih:  18 Ocak 2022

Bulgaristan Türklerinin insan hakları mücadelesini, kimlik ve lider davasını anlatabilmek çok ama çok zor bir iş. Çünkü 1878’de esir düşmüşüz. Hak ve özgürlükler, kurumsallaşmak, devletten bir parça olmak, politik sahneye çıkmak esirlerin haklarından sayılmaz. Geleneklerimizle yaşarken, halk kültürümüzle var olabilme, koruyabileceğimiz son kale kalmıştı. Ne var ki bunu fark edip bilincinde olma bile çok yüksek bir erdemdi.

Aslında Bulgarlar kendileri de esirdi. Esirin esirden bir şey istediği ne işitilmiş, ne de görülmüştü.

Yaşadığımız topraklarda, 142 yıl önce, yeni bir başlangıç yapan bu gelişmede, istilacı Rusların, Bulgarlara onların esir durumunu değiştirmeden, kendilerini ve Müslümanlar gibi diğer esirleri de idare etmeleri için, bir devlet kurdurmaları ön deneyimi olmayan, yeni bir olaydı.

1879 Haziranına kadar Rus işgal güçleri çekilmemişti.

Rus işgal güçleri, işleri “Kurtarılan Tuna Toprakları Sivil İdare İşleri Kalem Odasından” yönetiyordu. Üstelik Batı sınır boyu toprakları adıyla bilinen ve Vidin’e bağlı Kula’dan Sofya’nın varoşu Slivnitsa’ya kadar uzanan bu bölgede yerel idare Sırp sivillerin elindeydi.

Bulgar prensliğini temellendirip yapılandırmak için Rusya İmparatoru II. Aleksandır, Petersburg’tan Aleksandır Dondukov- Korsakov isimli bir General göndermişti. Kurucu-birinci Bulgar Anayasasını kabul eden Tırnova Meclisini o topladı. Tırnova’da Osmanlının yaptırdığı Kaymakamlık Konağında Birinci Bulgar Prensi Aleksandır Batenberg’ı onaylayan Birinci Büyük Halk Meclisini çağıran da o oldu. Bulgar prenslik yapısını Berlin Anlaşması hukukuna oturtan da o idi. Kurduğu devlet yapısında Müslüman Türklerin kurumlaşmasına açık kapı bırakmayan, bunu yaparken Berlin Anlaşmasını da bozduğunu fark eden General Dondukov, 6 Müftü seçip Yeni Anayasaya parmak bastırdı. Ardından bıyıklarını burdu ve “Bu iş oldu!” dedi. Bundan böyle bu topraklarda Müslüman Türk olmaması sanki doğaldı…

***

Şu da var: Bugünkü Bulgar devletinin hukuksal temellerini Bulgarlar kendileri atsaydı, belki de işler başka şekil alırdı. Onlar, Rusya imparatorluğu gölgesinde gizli, içten pazarlıklı, küstahça hareket etmeyi seçtiler. Sokma akılla uzun ve kısa vadeli planlar yaptılar. Stratejilerine Türksüz bir âlem düşü girdi. Kısa vadede “biz sizsiz ne yaparız” havalarında, iki ileri bir geri gidip geldiler. Bir asrın kuyruklu yalanlarıyla ezilen Bulgaristan Türkleri gerçekten sabırlı ve dayanıklı çıktılar…

Bir buçuk asırlık karma karışıklığın içinde, Bulgaristan Müslümanlarına, çözemedikleri başat konu bizdik gibi görünse de, Bulgar elitine gece boyu göz yumdurmayan hayalet başkaydı. Baş zonklatan dev problemin yanında, biz hep ikinci dereceli kaldık.

Tarifi zor o başat olan, 1878’de Berlin Konferansında kesip biçip pudralanıp yaldızlı Bulgar Prensliği paketindeki toprakların ve üzerinde yaşayan insanların yönetimiydi.

Yönetmek ancak devlet eliyle olabilirdi. Kendileri yatay bir topluluktan geliyorlardı. Devlet ise dili, dini, ideolojisi, halk bütünselliği, ortak kültür, asalet ve kurumlarıyla dimdik durmak zorundaydı. Yatay bir Bulgar halk geleneğinden çıkarak dikey bir devlet kurmak ise, çok zor olmalıydı. Dikey devlet geleneğinden gelen ve dikey dinsel yapılanma içinde yaşayan Türker’i yeni işlerden uzak tutmayı kararlaştırdılar. Aldıkları bu karar gibi, daha sonra alacakları tüm öteki kararlar da gizli olacaktı. Sır kararların tutanağı, tutanakların dosyası olmayacaktı. Devlet işlerinin, Türklere karşı işlenen suçların yargı yolu da kapanacaktı.

Böylece daha 1889’da Bulgar devletinin “önemli” işleri yer altına girdi ve bir yeraltı deresi gibi kendine yol açmaya başladı.   

1879’da Tırnova Anayasasında “Bulgar prensliğinde yaşayan vatandaşların hak eşitliği mukaddestir” yazdı. Bu eşitlik ne doğdu ne de oldu. Anayasa maddeleri sürekli değişti. Yetmedi anayasa 2 defa rafa kaldırıldı. Kanunlar da geçersiz kılındı. Az geldi, 6 defa darbe, darbe denemesi ve karşı darbe yapıldı.

Hepsi olur da, başbakanlardan Stefan Stanbolov’un (1895) elleri ve başının satırla ikiye yarılması, demokrasi esinli başbakan Aleksandır  Stanboliyski’nin (1923) iki kolunun kesilmesi ve başının kör testere ile omuzlarından alınması unutulur türden barbarlıklar değildi.

Halk belleğinde kapanmayan yaralar açıldı.

Komünistler Sofya merkezindeki “Stefan Stanbolov” kilisesinin tavanını havaya uçurduğunda 150 ceset kalktı. 500 kişi hastanelik oldu. Benzer vahşet Avrupa’da görülmemişti. Bu şehirde eskiden 29 Türk Mahallesi vardı, bir tane kalmadı. Anlatılan masallarda bile dehşetin böylesi yaşanmamıştı.

Bu olağanüstü ağır şartlarda Bulgaristan Türk azınlığının hükümet dışı sivil toplum örgütlerinde (STK) buluşma, örgütlenerek güçlenme ve lider yükseltme davasını anlatmaya çalışırken, elimizde kalem ve tespihten başka silah olmadığını, sönmeyen dava ateşimizi gerçeklerle yaktığımızı, şehitler verdiğimizi, ezildiğimizi, değerlerimizin darbeler aldığını özellikle belirtmek isterim.

Bu mücadelenin ne kadar karmaşık, çelişkili, içi hain ve hainlikler dolu olduğunu anlatabilmem için bir örneğe daha işaret etmek istiyorum. (Kaynak:19 Mayıs 2020 tarihli “Factor.bg).

18-19 Mayıs 1934 darbe planının birinci varyantında, Makedon kiralık katilleri Saraya sokup Çar III. Boris ile eşi ve çocuklarını katledecekti.

Bulgar Krallığında o devirdeki iç çelişkilerin benzersiz keskin olduğunu anlatabilmek ve sabırlı atalarımızın “gâvura kızıp oruç bozmadığına” gururla vurgu yapmak için seçtim bu alıntıyı.

Ne var ki, yukardaki örnekler gazetelere manşet olmuş, gizlilik yanı kalmamış, anlatılmaktan yıpransa da, ibret alan olmadığından sürekli tekrarlanmıştır. Bir de, yayıncıların öğrenemediği, öğrenenlerin ise kelle korkusundan halka duyuramadığı, daha nice gerçekler var. Onlar devlet sırları kasasının bir kat daha derinindedir ki, asıl onların kabuğunu soyduktan sonra okurların “vay be! Alçaklara bak sen!” demesi kaçınılmak olur.

1934 faşist devlet darbesi dediğim olayın planın yine o birinci varyantında, “III Boris’in öldürülmesi” hayalinden başka bir de “Bulgar devletini tarihe gömme” sinsiliği var. Plandan alıntı:

“Slovak dağlarından Kara Deniz’e, Ege kıyılarından Tuna nehrine büyük bir devlet kurulacak. Bulgaristan Belgrat’ta oturan 100 kişilik bir hükümet tarafından yönetilecek” (19 Mayıs 2020, faktor.bg)

Çiftçi partisi meclis grubundaki Türk milletvekillerin, 1929’da Sofya’da kongre yapan Türk aydınların içinde zar zor nefes aldığımız krallığın bacasından ateş çıktığının farkında ve bilincinde olduklarını sanmıyorum. Bunlar hep o toprak altından akan gizemler deresinin ejderhaya dönüşüp püskürdüğü alevlerdir.

Darbeden sonra devlet yanmasa da meclis dağıtıldı.

Anayasa rafa kaldırıldı. Mahkemelerin kapıları kapandı. Aydınlar, yazarlar, gazeteciler tutuklandı. Dergi ve gazeteler de kapandı. Diktatörlüğe merdiven dayandı. Çarı öldürüp anayasayı yakıp meclis kapatanların son hedefi, henüz 56’sında olan Bulgar devletini tarihe gömmek değildiyse, nedir?

Herkes kovuşturulurken ortalıkta dolaşan hainlerdir.

Kulağı ve cüzdanı İç İşleri Bakanlığından dolan Baş Müftü Hüseyin Hüsnü Efendi “Medeniyet” gazetesinde faşist darbecileri kutlarken, ihanet köklerinin ne kadar derin olduğunun bilincinde miydi acaba? Yoksa esirlere ve kölelere tanınan tek hak tapşın tutmak mıydı?

En kötü olan, bu alçaklık örneklerinin 29 yıl sonra tekrar etmesidir.

Yıl 1962. Ağustos’ta Bulgar lider Todor Jivkov Sovyetlerin yeni lideri Nikita Kruşçov’la görüşmek için Moskova’ya çağrılır. Jivkov,  çantasında taşıdığı sürprizin Kruşçev’ın hoşuna gideceğini umut eder ve Bulgaristan’ın devlet egemenliğinden vaz geçip Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne (SSCB) 16. Cumhuriyet olarak katılmasını önerir.

Bu öneri, dünya tarihinde eşi benzeri olmayan bir ihanet emsalidir.

Üstelik 4 Aralık 1963’te BKP Merkez Komitesi bileşimi toplanır ve “Bulgaristan ile Sovyetler Birliği’nin birleşmesini bir devlet stratejisi” olarak onaylar. Kruşçev “Bulgarlar aç kalmış soframıza oturmak istiyor” diyerek teklifi elinin tersiyle iter. İtse de, bu küstahlık 15 sene daha temcid pilavı gibi sofrada kalır.

Çılgın teklifler aşılamayan zorlukların eseridir. Bulgaristan gerçekten zor günler yaşıyordu. 1950’de devlet rezervini Moskova’ya hediye etmişti. 1951’de 150 bin küsur Türk Türkiye’ye göç etti. Türkler memleketin ana iş gücüydü. Üretim gelenekleri güçlü olan kesimdi. Gitmeyenlerin yetiştirdiği dana ve kuzular, üretilen peynir, yağ, sebze ve meyveler savaş tazminatları olarak Yunanistan’a taşınıyor, halk sıkıntı çekiyordu. Bulgaristan nüfusu Ruslardan ortalama % 50 daha az et tüketiyor, kooperatifler dış pazara üretiyor, ahali sınırlı köy ekonomisi imkânlarıyla ayakta duruyordu.

***

Burada vurgulanması gereken olay şudur. Daha 1918’lerde iflas moduna giren Bulgaristan bir daha asla “U” dönüşü yapamadı. Hep Çöktü. Bu maddi ve manevi – sürekli – göreceli bir çöküştür. Şu günde Avrupa Birliği ülkeleri arasında kazan dibi. Avrupa Konseyi’nin (AK) bu ay çıkan raporunda bütün Avrupa’nın en geri kalmış, yoksullukların altında sefillik içinde sürünen ülkelerin öncüsü olduğumuzu okumak kalbine sızı verdi. Oysa en güçlü kuvvetli, kasları aslan gençlerimizi eski kıtaya gönderdik, ekmek parası derdimiz büyük. 150 bini İngiltere’den dönmek istemiyor. O dağlar, o çiçekli, güllü vadiler, hiç birinin umurunda değil, kargaşa ortamında, midede büyümüş devlet içinde devler gibi, kıvrım kıvrım dolanan karayılanı andıran yeraltı dünyası zulmünden kurtulanlar mutlu.

Tüm bunlar devlet yönetimi tarafından her sabah TV ekranından haber şeklinde soframıza servis edilen arzulanmayan, sipariş edilmemiş sürprizler. Bu sabah, 70 yaşındaki bir köylü kadının emekli maaşını çalmaya giden izbandutun hasta ninenin ırzına geçtiği, yetmedi boğazını sıkıp öldürdüğü haberini dinleyemedim, bastım öteki kanala geçtim. Oradaki haberde, yeğenime Sofya’da “UNSS” adlı yüksel okulda “Finans Operasyonları” dersini okuyan doçentin tutuklanırken çekilmiş fotoğrafına takıldım.

Devlet ve özel bankaların dışında “banka” kurup tefecilik yaptığını ve zoru olan zavallı vatandaşı 10 milyon Avro dolandırdığını öğrendim. Bir sonraki gazete haberi beni pes etti. 10 gün önce Bulgaristan’da 25 yaşında bir kızı öldüren katil yakalanmış ve şöyle diyordu; “Bulgaristan’da İnsan öldürmenin fiyatı 50 bin levaya düşmüş. (25 bin Avro)”. Cinayet işlerini, katilleri, para paylaşımını, keskin nişancıları ve bu işlerin devlet kurumları ve yargıdaki takıntılarını Bulgaristan Cumhuriyeti Organize Suçlarla Mücadele Polisi Amir Yardımcısı (K.M.) yönetiyormuş. Onun kollarına da kelepçe takıldı. Soruyorum ve kendim yanıtlıyorum: Bir devletin bundan daha dibe çöküşü olabilir mi?!!

Bir de önerim var: Bir halk namuslu ve erdemli yöneticiler üretemiyorsa, devlet olarak dağılsın lütfen ve hem insanların çilesi bitsin hem de anaların gözyaşı dinsin. Ötesini beraberce düşünürüz.

***

Orhaniyeli (Botevgrad) bir Romen-demirci olan babasının 1882’de isminin değiştirildiğini bilen Bulgar komünistler, Todor Jivkov’un 1956’da BKP Genel Sekreteri seçilmesine tepkiliydi. Bulgaristan’ı Sovyetler Birliğine katmayı amaçlayan gizli planı işitince köpürdüler.

1965’te T. Jivkov’a “Vratsa” şehrinde pusu kuruldu.

Öldürülmek istendi. “Çavdar” ve “Gavril Genov” tugaylarından eski partizanlar birbiriyle kanlı hesaplaştı. BKP politikasına muhalefet yenildi. Ne var ki BKP ilk defa çatladı. Partilileri korku sardı. Müslümanlar bu olayları da işitemedi. O gün bu gün Bulgaristan’ın Türkler siz yönetilemeyeceği gün gibi ortada…

Devler egemenliğini satmak affı olmayan suçların en büyüdür. Ne yazık ki, 1989’dan sonra Bulgar Baş Savcılığı bu olaya kulaklarını tıkadı. Pomaklara ve Türklere karşı işlenen cinayetlere de seyirci kaldı.

Pek tabii ki 1960’larda okulları kapanan, çocukları ortada kalan, ellerinden alınan toprak ve hayvanlarının derdine yanan ve parçalanan ailelerine nasıl kavuşabileceğini düşünürken Bulgaristanlı kardeşlerimizin memleketlerinin satışa çıkarıldığından haberleri dahi yoktu.

Türklerden hiç biri, hatta BKP MK’nde çalışma odası olan “Türk Şubesi” başkanı Ali Rafiev’ın bile dönen dolaplarla ilgili bilgisi yoktu.

Merkez Komitesi (MK) üyesi Ali Rafiev, MK üye adayı Elmaz Tatarova, “Türk Şubesi” görevlisi Ahmet Harunov vb ön safta olan kadrolar gizli kararlar alınırken bunlar orada yoktular. Olup bitenden hiç kimsenin haberi olmamasına dikkat ediliyor, şüphelendiklerinden işittiklerini unutacaklarına dair imza alınıyordu. Türklerin derdi Türklüktü. Bulgaristan’da 400 bine yakın Türkiye’ye göç vizesi için dilekçe vermiştiler. Bu işleri herkes kişisel sorumluluğunda kendi yürütüyordu.

1972’de Müslüman Türk-Pomakların kimliği hedef alındı.

Saldırılar şiddetliydi. “Karasu” (Mesta) renk değiştirdi. O dönem Mesta Kırmızı aktı. Jivkov, daha önce olduğu gibi, Pomak katliamını da ters yüz göstermeyi çok büyük bir ustalıkla başardı. Hemen Moskova’ya 20 sayfalık yeni bir gizli öneri- raporu iletti. Kruşçev’ın yerine geçen Brejnev’e 16. Cumhuriyet olma isteğini tekrarlarken şunları yazdı:

“Artık Bulgaristan’da Rusça konuşmayan kalmadı. Vatandaşlar SSCB’ne sevgi saygı ve minnettarlık ruhunda ve Sovyet halkına sonsuz bağlılıkla eğitildi. Hazırız!”

Haftada ne için 5 saat Rusça okutulduğunu, Sovyet TV programlarının 24 saat neden gösterildiğini, Rusça kitapların neden bu kadar ucuz olduğunu, Sovyet filmlerine neden bilet kesilmediğini düşünecek durumda olmayan Bulgaristan Türkleri, gelen çığı sezinlemiş olacaklar ki, Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçilik ve Konsolosluk kapılarına toplanıyordu.

1972-1973 Pomak zulmünde lider olmayan Müslüman yoktu. Pomak Türklerinin Camilerinde ay yıldızlı bayrak dalgalandı. Gençler koynunda Atatürk resmi taşıdı. Köy meydanlarında ateş etrafında irade bilendi. Irkçılardan kaçan kadın ve çocuklar mağaralarda yaşadı. Mağaralarda doğan çocukların adları “Zafer” kondu. Açılmamış toplu mezarlar var. Pıhtılaşmış kin ve öfke gözlerde parlıyor. Köyler kale olmuş, halen gurbetten besleniyor. Bileği bükülmeyen, ruhu kırılmayan, inancı değişmeyen, ismini vermeyen, dinle yaşayanlar hapislerde çürüdü. Sürgün çilesi çektiler. Geleceğine inandıkları şahlanma gününe kadar sustular.

Bulgarlar Pomakları asla yönetemeyeceğini anlamayan kalmadı. Ruhsal üstünlük her an kendini belli ediyordu. Hiç okul görmeyenler de Pomak’ça konuşuyor. Sıkı aile geleneklerinde anneler annelik vazifesinde tek virgül ihmal etmemeye özel gayret gösteriyordu. Aile ve köy törelerine bağlılık içinde yaşayanlar, zulüm yıllarında topluluktan koparılanlarını bağrına alıyor ve birlikte yeniden üreyerek güç tazelemeye devam ediyorlardı. Köyleri hem köy, hem şehir, hem de kaleydi. Bu kalelerin kapısına Rus geldi, Alman geldi, Bulgar geldi hep geri döndü…

1973’te Brejnev ava geldi. Osmanlı Beylerinin avlandığı Deliorman’a götürüldü. Ayağına dolaşan geçenlerden birkaçını tepeledikten sonra Jivkov’la baş başa kaldılar. “Bulgarlaştırma kazasız belası geçti” dedi Jivkov ve “16. Cumhuriyetin vatandaşlarının hepsi İslav olacak” diye de ekledi. Hep yarıya kadar içip söndürdüğü sigarasını yakarken, Brejnev “liderleri var mı?” diye sordu. “Moskova’da okuyanlar var, ama her yerde kendi adamımız var” cevabını aldı.

Avcı elbiselerini biraz daha gevşeten Brejnev, votkayı su bardağı dolusu, dibi kuru içiyordu. Masadaki, Bulgar devlet mahzeninden özel harman yıllanmış  “Evsinovgrad” rakısıydı. İkinci bardakta durakladı. Kemiğinden ayrılmış bıldırcın butlarına, Amerikan pazarı için yıllandırılmış gözenekli kaşara ve tabağın kenarındaki köselenmiş zeytinli kırmızı bibere uzandı. Fırsat açıldığını kavrayan Jivkov, “yalnız Türkler kaldı, onların da kılıfını bulduk, temellerine su saldık, farkına vardıklarında iş bitmiş olacak” diye yarı Bulgarca yarı Rusça fısıldarken, yükselen kalın sesiyle Brejnev “şerefe” dedi.

Bulgaristan Türklerinin başı üstünde kara bulut gibi dönen felaketin adı konmuştu.

Devam edecek.

Korona ile mücadelede sosyal değil, fiziki mesafeye dikkat edelim.

Paylaşınız.
Teşekkürler.

Reklamlar