Tarih: 06 Haziran 2018

Yazan: Nedim AKIN

Konu:   Bu kavga asla bitmez. Faşistler mecliste “Biz ne dersek o olacak” diyorlar. Demokrasi oyunu tamamen bozuldu.

Ya onlar her konuda haklıysa, bu memlekette sizin için geçerli kanun yok, cümlesi dilaltında şişkinlik yapmış, can sıkan ve söyleyemedikleri buysa, söylesinler ve olay bitsin. Neler İşittik. Neler dinledik. Buna da alışırız.

Çünkü biz artık şu dünyada durumları bizden kötü olanların da bocaladığını biliyoruz. “Guyana” dendiğinde insanların aklına bir Hollan’da Guyana’sı, bir de Fransa Guyana’sı gelir. “Depertement d’Outre-Mer  Guyane Française” Fransız Guyana’sının Fransızca adıdır. Buralar 70 yıl öncesine kadar Fransa’nın okyanus ötesi sömürgesiydi. Oraya yalnız ölüm cezalı mahkumlar gönderiliyordu. Bizde istenmeyenlerin yargılanmadan gönderildiği Tuna nehrinin “Persin” adasındaki “Belene” ölüm kampı gibi. “Belene” ünlü bir Bulgar sürgün kampıdır. Müslüman Pomak ve Türklerle birlikte birçok Bulgar ailenin ocağına da ateş düşürmüştür. “Guayana” kampından Fransa’ya dönen olmamıştır. Kaldı ki, Bulgaristan’da yaşayan Türkler ve Pomaklar kendi topraklarında yaşadığı ve kendi ocaklarında ısındığı için “Belene”den sağ çıkanlar kendi evlerine, kendi köylerine, ata ocağına döndüler. Memleket sıkıntılarına dayanamayanlar baba ocağını geçici bir süre için söndürüp ana-vatana geçtiler. Bu bizim kader yazımız oldu.

Biz bugün de memleketimizde çok ağır şartlarda ve huzursuz yaşasak da, şanslı insanlar olduğumuzu söyleyebilirim. Asırlar önce büyük dedelerimiz Rumeli’ye geldiklerinde, daha önce kimsenin yaşamadığı, bomboş yamaçlı yayılalı, çayırlı ve otlaklıklı, dereli ve çaylı, dağlı tepelerin vs ismi olmayan engin diyara yerleşmişler. Hiç kimse kimsenin malına konmamış. Türk Bulgar’ın tavuğuna kış demeden asırlarca yaşamış. Türkün kendi yağıyla kavrulduğunu dünya bilir.  Bu yerlere de Türk ismi vermişlerdir. Yerleştikleri boş toprakları bağrına basıp vatan eden onlar. Allaha bin şükür. O zamandan beri bizi ata ocağından söken hiçbir doğal felaket başımıza gelmedi. Yeller, seller gördük ama her defasında birbirimize sarıldık ailelerimizle yurdumuzda kalmayı başardık, dualarımız hep birlik ve beraberlik için olmuştur.

***

Türkler sömürgecilik bilmez. Hak yemez.

Sömürgecilik Garba (batı devletlerine) özgü bir şeydir. Bunların arasında büyük sömürgeci devletler Fransa, Hollanda, İngiltere, İspanya, Portekis ve başkalarıdır. Bu yıl iş başına gelen Fransız liberallerin lideri ve dünyaya yeni düzen verme heveslisi Emanuil Macron sömürgecilik devrinden kalan topraklardan “daha verimli yararlanma” formülü geliştirdi. Bu formülde Batı uygarlığını arıtmak ve ötekileştirilmek istenen yabancıları eski kıta toplumundan atmak öngörülmüştür.

Eski Avrupa’yı, Afrikalı ve Asyalılardan arıtmayı hedefleyip hayal eden Başkan Macron ülkesine davetsiz gelen yabancıları iki gruba ayırdı.

Birinci grup: Doğal afetler yüzünden ocaklarından, topraklarından, ülkelerinden kaçmak zorunda kalan,  göçe zorlanan kitlelerdir. Bu doğal afet sıralamasında yanar dağ patlaması sonucu köy ve kasabaların yanması, kül altında kalması.  Arap çöllerinde kum dağlarının hareketlenmesi sonucu köy ve kasabaları, su kaynaklarını ve canlı hayatı yutarak Akdeniz’e doğru kayması. Kara Kum çölünün Azov denizini yutması gibi örnekler var. Buzulların çözülmesi sonucunda dünya okyanusunun yükselmesi, zunamiler, verimli toprakların, şehirlerin su altında kalmasına işaret edilmiş. Bu gruba girenlere “yurtsuz, ocak sız, hiçbir şeysiz kalanlar” da diyebiliriz. Örneğin Tunus ve Cezayir gibi eski Fransız sömürgelerindeki doğal afetlerden kaçarak ana-ülke-metropol Fransa’ya sığınan bu insanlar bu gruba oluşturuyor ve onlar için geliştirilen Macron Çözümü’nden söz ediyorum.

İkinci gruba ise, savaş kaçakları, ekonomik çöküşten, işsizlikten kaçan ekonomik göçler, askeri darbeden, zulümden, tutuklanma tehlikesinden kaçan sığınmacıların oluşturduğu açlar seli giriyor. Bu grup için kesin yeni program açıklanmadı, eski kıtada iş gücü olarak kullanılması düşüncesi ağır basıyor.

Konumuz, birinci gruba giren, doğal felaket sonucu vatansız, ocak sız, tarihsiz, kültürsüz ve perspektifsiz kalan kocaman (hiçbir ülkede kaydı olmayan) insan yığınıdır.  Hani yüzlercesi birden, ayağını basacak bir kara parçası bulma umuduyla, şişirme lastik botlara binip, ecel ne bir nefes evvel, ne bir nefes sonradır inancıyla, Akdeniz sularına çılmayı göze alanlardır.

Fransız sömürgeciliğinin yeni lideri olan Em. Macron deniz dalgalarıyla başa çıkıp Fransa kıyısına ayak basan doğal afet kurbanı bu kaçak sığınmacılar için geliştirdiği programı ilan etti.

Macron, doğal afetler nedeniyle ülkesine gelenleri, 1946’ya kadar Fransız sömürgeci iktidarlarının ölüm cezasıyla ikamete gönderdikleri Guyana’ya gönderme kararını açıkladı. Bu karara göre, Fransız Guyana’sı sahillerinden uzakta, açık denizde boş sarnıç üzerinde inşa edilecek ahşap veya plastik kent-koloniler kurulacak ve felaketzedeler bunlara yerleştirilecekler. Böylece toplumdan tamamen koparılacaklar. “Doğal felaket korku ve streslerini Avrupalılara yaşatmayacaklar,” toplumu sarsmayacaklar. O uzak, okyanus içi kent kolonilerde, eski kıtada standart dışı ilan edilmiş, süresi geçmiş, bozulmuş, miktop kapmış gıdalarla, hangi gölden doldurulduğu bilinmeyen pet şişe suları veya arınmış deniz sularıyla hayat törpülemeye devam edecekler.

Öyle ki, sığınmacıların ve ailelerinin sanki dünya karası üzerinden yaşama hakları ellerinden alınacak. Okyanus vatandaşı olacaklar. 2014’ten beri Avrupa’da gettolarda kalmak zorunda olanlar, toprak kokusunu, su şırıltısını unutacaklar. Bahar yaz, kış ve güz nedir bilmeyecekler. Çiçek açmış bir dal görmeden, dalından iki meyve koparmadan, dünya karasını asla tanımadan ömür törpüleyecekler. Bunlar ocakları, köyleri, yolları, su kaynakları kum dağları altında kalmış, tarihlerini kaybetmiş, beyinlerindeki bilgiden başka hiçbir şeyleri olmayan “insanlar” olacak. Karşılaştırmak için Eski Mısır’ı hayal edebilirsiniz. Mısır Piramitleri, Ramzes Heykeli, çölü sarı kum dağlarının altından çıkan eski kentler olmasa ve bir tesadüf üzere Fransızlar bu kadar ince ve çok kumun içinde “Pi” formülünü ve “0”(sıfırı) bulamamış olsalardı, Eski Mısır Uygarlığından hiç bir şey bilmeyeceklerdi.

Bugünkü durum çok daha feci ve acıdır. Tuzlu deniz rüzgarlarının durmadan salladığı bu su üstü semt-kolonilerde güneşten, denizden ve hayat umudu olan yıldızlardan başka hiçbir şey görmeyecek ve bilmeyecekler.

***

Bunları neden mi yardım? Aynı tehlike bizim de başımızda.

06 Haziran günü Sofya meclisinde direk olarak bizim geleceğimizi ilgilendiren bir tartışma oldu. Çok şimşek çaktı. Kamuoyu, basın, yayın, TV, radyo vs açısından herşey yüzde süz gizli ve bir sır olan, hepsi silahlı milis, polis, baret, sopacı, kırıcı, kovalayıcı, ordu ve sivil güçlerin, hiç istisnasız tüm Bulgarların başımıza çullandığı 1972-73, 1984-89 yıllarında her şey gizli, silah gücü, baskı, terör ve zulümle yapılırken, 2018’de artık kartlar açık oynanıyor.         2018 SOYA DÖNÜŞ SÜRECİ ESKİ ZARA (STARA ZAGORA’DA) artık başladı. Bu defa ya onlar bizi bitirecek ya da biz onlara su testisini suyolunda kırdıracağız. Başka çaremiz kalmadı.  “Ataka” faşistlerinden, eski MVR gizli polis subayı, mecliste faşist grup başı Stanil Stanilov, bir hafta önce Eski Zara’da 850 yer isminin Bulgarlaştırılmasını protesto eden HÖH bildirisini okuyan parti Genel Başkanı Mustafa Karadayı’nın yüzüne şöyle bağırdı:  “Biz ne dersek o olacak!” Bulgaristan’da demokrasiye kontrol kurşun çekilmiş ve faşizm meclise zafer bayrağı dikmiştir.

Biz yaşadığımız ortamın yer isimlerinin tamamen değiştirildiği bir yerde yaşayamayız. Karlovo’da “Beş Pınara” (orehite) /cevizler/; Dobruca’da üretiten sucuk markasına (orehite) /cevizler/; birçok yerde çeşme başına hep (orehite) /cevizler/ demişler. Bey Koru –Çorbacı Bayır, olmuş. Kalpazanlar Bayır (Yalov Rıd) olmuş. Heyva, çorba, şkembe çorbası vb binlerce söz ve değime karşılık bulamamışlar. Sarmaya (guşenitsa) demişler ki, bu sözün türkçesi erkek ve kanınların sıkışmasıdır. İşin içinden çıkılı gibi değil… Halkın bu değişiklikleri Kabul etmesi asla mümkün değildir. Bulgaristan’da dip dalgası, hak ve özgürlük dalgası yeniden hareketlendi, Dağlarımızın taşlarımızın Türk kimliği mücadelesi biçimlendi. Kazdıkça Taşa Vuruyoruz, ne zamana kadar? “Belene” hepimize yeter  mı dersiniz…

Devam edecek…

Reklamlar