Yazan: Rafet ULUTÜRK

Konu: Gelenek sistemimizi oluşturamadık

19 Mayıs 1989, Balkanların, Bulgaristan Türklerinin ZAFER YILIDIR.
Bu 19 Mayıs 1989 Mücadelemizin DORUK noktasına ulaştığı gündür. Balkanların Tarihimizde uzanıp tutabildiğimiz en yüksek yıldızdır 19-Mayıs-1989 ayaklanmamız. Ardından ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Doğu ve Batı Almanya’da Berlin şehrini ikiye bölen Berlin Duvarı yıkıldı. Almanya birleşti bu bizim yaktığımız ateşin devamıydı.

Bir ayaklanmayı anlayabilmek ve anlatabilmek için kitap okumak yeterli olmaz. Çünkü dünya tarihinde planlı ayaklanma olmamıştır.

19 Mayıs 1989’da bizler kitaba deftere göre ayaklanmadık. Zaten hareketlenen kitlemizin yarıdan fazlası okuryazar bile değildi. En önemli olanı da kadınlarımız bu ayaklanmayı başlatmasıydı. Çünkü erkekler hapislerdeydi ve onların hapislerden çıkması isimler geri verilmesini hep birlikte haykırdılar.

Biz Bulgaristanlı Türkler Bulgarlardan tam 113 yıl sonra ayaklanabildik. Onlar 1837 yılında Osmanlı idaresi altında ilk liselerini (Gabrovo) açarken, biz Bulgar idaresi altında ilk lisemizi 111 yıl sonra açtık.

Büyük şair Mehmet Akif, “Felaketin başı hiç şüphe yok cehaletimiz, Bu derde çare bulunmaz ne olsa mektepsiz.” diye haykırıyor ve insanlarımızı uyarıyordu.

Hiç bir sosyal oluşumun, Türk kimliğinin biçimlenmesinin, geleneklerimizi ayakta tutup geliştirerek zenginleştirebilmemizin okul ışıkları yanmadan gerçekleştirilemeyeceğine inanmış büyük önder Mustafa Kemal Atatürk de şunları eklemişti: “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir!”. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (SAV)’ın Bilime Verdiği Önemi ise şunları söyleyerek göstermiştir; İlim öğrenmek kadın-erkek herkese farzdır.” “İlim Çin’de bile olsa gidiniz.”

Kendileri yılaşırı ayaklanan Bulgarlar, sanki ayaklanma psikolojisi teorisini kendileri yazmış, “akan yara savmaz” gerçeğinden hareketle, Türk topluluğu olarak hak ve özgürlüklerimizi elde etme mücadelemizin mayalanmasını, birikim yapıp haksızlık ve adaletsizliğe karşı isyan etmemizi göçe zorlama siyasetiyle bastırıp boğabildi:

Bulgaristan İstatistiklerine göre,
1893-1902 yılları arasında 9 yılda 70 bin 603;
1923-1939 yılları arasında 16 yılda 198 bin 769;
1940-1949 yılları arasında 9 yılda 21 bin 353;
1950-1951 yılları arasında 2 yılda 154 bin 393;
1969-1978 yılları arasında 9 yılda 130.000;

1989 yılında SADECE 3 ayda 345.000 ve 1989 yılından sonra devam eden göç günümüze kadar Türkiye’ye toplam göç bir milyon iki yüz bine (1.200.000) ulaşmıştır.

Eskiden Türkiye’yi yönetenler her zaman yaptıkları gibi yine kapı açmaktan ve göç almaktan başka bir şey yap(m)amadı. O günler öyleydi yapacak tek şey göç almaktı. Türkiye’de STK’ların da burada olanlardan bitenlerden pek bilgisi yoktu ve yanlış bilgiler iletiliyordu, strateji üretilemiyordu.

Balkanlarda Küçüklü büyüklü göçler geçen yüz yılda her bir Türk ailemizin bitmeyen sızısı oldu. Bizler de Bulgaristan’da hep azaldık, küçüldük, söndük, ezildik ve nihayet biz de insanız bilinci ve ruhuyla 19 Mayıs 1989’da öz haklarımız uğruna ayaklandık.

O gün bu gün yine durumda pek önemli değişikler olduğu söylenemez. Çocuklarımız yine cahil, okullarımız yine kapalı, babalarımız işsiz, annelerimiz üzgün ve her şeye rağmen hepimiz umutluyuz.

Umudumuzun anlamı “bu gidiş gidiş değil, her gidişin bir de dönüşü vardır” cümlesinde özetlenebilir.

Son Bulgaristan genel seçimlerinde sadece Türkiye’den 93 bin oy kullanılmıştır.

Biz 19 Mayıs’ta ayaklanırken, kitle psikolojisi kitapları okumamıştık, ayaklanmanın taktik ve stratejisi sözlerini işitmemiştik, isyanda önderin (liderin) rolünün son derece büyük olduğunu da işitmemiştik; bir ayaklanma esnasında sıradan insanların ŞAHLANAN RUHUNUN en zırhlı araçlarla silahlanmış askeri birliklerden daha güçlü ve yenilmez olduğunu da hatta o zamanları düşünememiştik;

Fransız, İtalyan ve Alman Devrimlerinden sonra yurtlarından kovulan isyancıların 4 dilli ve kantonlu bir İsviçre federasyon kurduklarını da bilmiyorduk; en kötüsü de isyandan sonra bizi de sonsuz bir sel gibi Türkiye sınırına akmaya zorlayacağımızı da tahmin edememiştik.

Önemli değil, bizim için Türk Halkı ayaklanmış olmamız ve ayaklanmamızın hedefi olan Todor Jivkov’un komünist-soykırımcı, totaliter baskıcı ve terörist rejimini 10 Kasım 1989’da devirebilmiş olmamızdı.

Bizler pes etmedik. Zafer Türklerindi, ama istediğimiz gibi kutlayamadık. Verdiğimiz kanlı mücadeleyi, tonlarca gözyaşımızın aktığı örneğin Mestanlı şehrinde ayaklanmacılar ile silahlı milis, asker ve siviller çatışmasını şairlerimizden Büyümüz Süleyman ARDALI şöyle yazmıştı;

MESTANLI MEYDANI

 

Namusluluğunun, çalışkanlığının ve
sabırlı oluşunun cezasını çeken insanlarımız.
Terk edip gecelediği dağ başlarını ve
içlerine akıtarak gözyaşlarını gömdü
soğuktan donup ölen bebelerini,
çevirdi nihayet düşmana gözlerini yürüdü.

Ey düşman, yanına mı kalacak bu?
Temerküz kampına çevirsen de her yanı
Doğup öleceğiz, ölüp doğacağız

Görünceye dek çilemizin hesabını,
Yüzümüzdeki hüzün Şehitlerimizin yasıdır.
Kanımızla boyanan bu meydan
Bu şehrin bizim oluşunun damgasıdır.

***

Ve bu ayaklanmanın hiç bir sebebi bizden kaynaklanmadı. Türklerin yüreğinde hiçbir zaman düşmanlık doğamaz. Ve bugün bana sordukça yeni neslimiz “Neden böyle oldu?” diye, hep şu masalı anlatıyorum:

Bir yığın kirpi soğuk bir kış günü birbirlerini ısıtmak ve ayazda donup kalmamak için birbirine iyice sokulmuştu. Gelgelelim, biri ötekinin dikenlerini kendi vücudunda hissetti; bu da onları yine birbirinden uzaklaştırdı. Isınma gereksinimiyle ne zaman birbirine yaklaşsalar, dikenlerinin birbirinin vücuduna batması gibi tatsız bir durumla karşılaşıyorlardı. Böylece iki kötüden biriyle ötekisi (soğuk ile dikenlerin batması) arasında gidip geldiler, sonunda birbirinin yakınlığına en çok katlanabilecekleri bir uzaklık keşfettiler, bunun sağladığı az buçuk bir ısıyla yetindiler ister istemez.

Bu masal bizim Bulgarlarla neden yapamadığımızı anlatır.

Biz Türkler ve Müslümanlar katlanmayı öğrensek de onlar öğrenmek istemediler, biz yetinsek de onlar yetinmediler, bizim olanın hepsini almak, bizi de göçe zorlamayı tercih ettiler, bize karşı baskı ve terör uyguladılar. Babalarımızın ataları, bizim de babalarımız gibi olmak istememizi çok gördüler. Bizi model aldıkları kendi benlerine benzetmek istediler.

Bugün de “Bulgar Etnik Modeli” gibi başka bir ara-model uydurdular ve bizi eritip yok etmekten hala vazgeçemediler.

Bizden Bulgar Taklidi yaratmak istediler.

Türk kalma, Asil kalma, kendimiz olma ve asla taklit olmama mücadelesinde biz doğal bir kitleydik. Bizler Türk halk topluluğuyduk. Bizler 2400 yıllık resmi tarihimizden günümüze kadar bizler hep böyle geldik kulaktan kula devam eden törelerimizle bizler bu günlere kadar geldik.

Büyük ayaklanmamızda önderimiz Peygamberimiz ve Allah’ın adaletine sonsuz inananlardanız. Kitlemizi ayakta tutan büyük güç haklı olmamız ve hiç bir kimsenin hiçbir şeyinde gözümüz olmadan bizim olanı istememizdi, 19 Mayıs 1989 Ayaklanmamızdan büyük sayıda kurban verdik.

Kurşunlananları gören sahip çıkan olmadı, olamazdı. Daha sonra onlara Anıtlar diktik. Yeni bir kuşak yetişti. Ne yazık ki hafızasındaki Bulgaristan Türklerinin şanlı öz tarihi sayfaları boş, şarkılar, türküler, şiirler söylenmiyor, göndere diktiğimiz bayraklarımız dalgalanmıyor.

Her sabah Türklük anıtı içmiyor.

Ayaklanma ruhu kitaplardan öğrenilmez dedik, o telkin edilir, kuşaktan kuşağa aşılanır. Bir bireyin duygularını ve heyecanını kitleye aşılamak sanatların en büyüdür. Devrimci eğitimi ölüme gidecek gençler yaratmaktır ve bu işin okulu hayatın kendisidir. Eylemlere geçenler bizde de isyan suyundan içmeye olağanüstü yatkın, düşüncelerinden ağırbaşlılıktan coşkun ve yargılarında aceleciydiler, öyle şahlanmışlardı ki, hiçbir kimseden akıl almadıkları gibi, öz güvenle silahlanmış, öz saygıdan ve sorumluluktan uzaktık. Haklarımız için ayaklanmıştık, hak ve hakkaniyet için yürüdük. Özgürlükleri de kendimiz için değil Bulgaristan topraklarında yaşayan hepimiz için istiyorduk. Biz Türkler ezelden beri tek isteğimiz var adaletli ve hakkaniyetli yönetmek. Amacımız Bulgar anayasasında olduğu gibi yasaların herkese aynı şekilde yaşamda da uygulanmasıdır.

Bizim isyanımız, eskiden olduğu gibi çalışmak ve yaşamak, devamlı tırmanan bir baskı altında yaşamak istemediğimizin sembolüydü. Dava ortaktı, bireyler kitleyi kitle de bireyleri büyülemiş ve herkes birbirine kaynaşmıştı. Bulgar Türk birlikte hak ve adaleti uygulayarak yaşamaktır.

Güçlü olan, insanın eğrilmeyen kırılmayan iradesi, karanlıkları delen zekâsı ve ona kanat açan ruhudur. Bir de şu var, eski kütüğün üstüne yeni fidan dikilmez. Zamanını dolduranı çıkarıp atmak, yerini açıp umudu temiz yere dikmek gerek. Bizler Jivkov’u indirdik devamını getiremedik.

Ve bugün 32 yıl sonra, elde edemediğimiz haklarımız yine pazarda, biz yine yalnız koruma hakkımız olan bir değnek gibiyiz, hayat suyu çekilmiş bir değnek baştanbaşa özgür olsa da ne olacak!

Bütün Ayaklanmaların suçluları ve katilleri yargılanıp ipe çekilmiştir. Bizimkiler paşa gibi yaşıyor, hatta hainler için özel köşkler inşa edildi. Bu gün hala paşalık sürüyorlar da, tahta oturan belli de o tahtın sahibi kim? İşte önemli olan bu görünmeyenlerdir.

Bizim İsyanımız bitmedi.

Memleketimizden kovulduk ama pes etmedik. Baharla birlikte yeniden uyanmak istiyoruz. Ufukta umut görüyoruz. Umudu olan gençler bizim gençlerimiz. Bizde Türklerde UMUT gelecekten tahsil edilecek senettir. Umudu olmayanın gelecekten beklentisi de olmaz.

Yeniden kanatlanabilmemiz için içimizden söküp atmamız gereken; geçen asırdan kalma korkular, kâbuslar, unutamadığımız zulüm ve karanlıklar var.

Bizim davamız dünyada insan olmak adam olabilmektir. Bizler yaşadığımız yerde çevremize iyilik saçan, hayat verenlerden olmalıyız. Bizim davamız bu dünyada iyiliklerin güzelliklerin efendisi olmak, kısaca adam olmaktır. Bizler bu dünyaya güzel ahlakı tamamlamak için gelenlerdeniz. Ardımızdan İmanlı, ahlaklı, dürüst, davası olan gençler bunları takip edeceklerdir. Bulgaristan’ın geleceği Türklerin iman ve azmine bağlıdır.
Önce özgür olmalıyız. Biz henüz tam anlamda özgür değiliz…

Diyalektiğin birinci yasallığı şöyle der:

Niceliklerin birikiminden nitelik doğar. Bu, beş sepet ceviz toplarsak bir çuval olur anlamında değil, bin ceviz fidanı dikersek, bir ceviz ormanı olur anlamındadır.
Ceviz ormanından bin çuval ceviz toplayabilirsin.
Özgür düşünce, özgür atılım, oyun kurma ve büyük olma, işte budur.

Köylü değil, kentliyiz, yeni nitelimiz işte budur.

İstanbul’da 20 milyon içine dağılmış olsak da, biz bir nüveyiz.
Çarpan bir yürek olarak İstanbul 2 bin kilometre etrafını nasıl etkiliyorsa, bizim sözümüz de İstanbul’da, Türkiye’de, Bulgaristan’da duyuluyor, yayınlarımız Kana’da ve Avustralya’da bile okunuyor. Her fikir bir tohumsa, biz kendi tarlamıza değil, biz dünya tarlasına fikir saçıyoruz, diğer halklarla etkileşim içindeyiz, binlerce ve yüz binlerce okurumuz, arayanımız, kitaplarımızı baş tacı eden dostlarımız var. Tay durduk, artık yürüyoruz, çok yakında koşacağız, çocuktan ergin, reşit, kemal olacağız. Cenab-ı Allah cümle evlatlarımızın ve Türkiye’mizin yolunu bahtını açık etsin.

Bir lider ne kadar büyük olursa olsun ödevi, denizi kurutmak değildir.

Dalgalarla dirilip kuduran denizin nereye döküleceğine işaret ederek insanlara ve canlılara kaçıp kurtulma yolu göstermektir. Bu bazen olabilen, bazen da olmayandır. Bazen olabilmesi için bugün erken yarınsa geç olandır.

Onun için biz bugün, Büyük ve Güçlü Türkiye’nin yanındayız.

Geçmişte Baş Müftü Hüseyin Hüsnü Efendiye gazete çıkar diye para verenler, okullarımızı felce uğratanlar onun başmüfettiş yapanlar ve dernek çalışmalarıyla Türklerin kafasına örümce ağı ör diye, ona dernek kurduranlar, bugün de Ahmet Doğan’a hiçbir mahkemede kaydı olmadan, Hak ve Özgürlükler Hareketi tüzüğünü ve partiyi altın tepside sunanlar aynı merkez olduğu açıktır.

Bunları okuyalım okutalım ve çevremizi bilinçlendirelim.

Fikir dünyada en hızlı, en büyük, en yok edici silahtır yeter ki onu hep birlikte kullanalım ve dağıtımını hep beraber yapalım. Birlikte rahmet ayrılıkta azap vardır özlü sözümüzü unutmadan bu yolda yılmadan devam edelim. Başarı emek ister, çaba ve karalılık ister.

Bulgaristan Türkleri hak ve özgürlükleri için ayaklanmıştı.

İşte burada Bulgar gizli polisi “DS” ve dış güçler ile el ele verdiler ve hiç kimsenin görmediği, 30 yılda isimlerini dahi öğrenemediğimiz “33 çoğunun mahpusçunun bir araya gelmesiyle Varna’da 4 Ocak 1990’da kurulmuştur, Genel Başkanlığına Ahmet Doğan seçişmiş, adı da HÖH’tür deyip ” zehirli çikolata bonbonunu hepimize yedirdiler. Bakmayın bu gün konuşanlara bunu tüm halk yedi ve anladığımızda çok geç olmuştu…

Söz göçten açılmışken, doğru olan söz şudur:

Türkler Bulgaristan’dan göç etmediler, göç ettirildiler.” İstemeye istemeye geldik, gözlerimiz arkamızda kaldı, canlarından, namusumuzdan, dinimizden, adımızdan, Türklüğümüz için geldik, dediler.

Gelecek mutlaka bizim olacak!
Mayıs direnişlerimizin ayıdır.
Direnmek bizim geleneğimizdir!
Ateş geleneklerimizin içindedir.

Okuduğunuz için teşekkür eder ve paylaşmayı unutmamanızı arzu ederim.

Saygılarımla,

Reklamlar