Tarih: 20 Eylül 2018

Yazan: İbrahim SOYTÜRK

Konu: Ahlakımızı korumak çok önemli oldu.

                                     

Biz yeni-dünya görüşüne göre eğitim gördük. Yasaklara uymak zorunda kalan babalarımız bizi “başına bir iş gelmesin, yolunu kesmesinler, dünyaya geldiğini pişman etmesinler” gibi sakınca ve endişelerle Hocaya gönderip Kur’an tefsiri dinletmedi. Öyle de olsa, Müslüman Türk toplum ve ortamında yetiştik.

Bütün toplumlarda ahlak öğreten uygulayan ve yaşatan bir tek dindir. Ahlak bilmeyen ise, namuslu, doğrucu, adil olamaz,  adalet dağıtamaz. Dinimizden evde zikrettiğimiz tek kural merhametli olmak, hoşgörülü davranmak, taşkınlık yapmamak ve ancak sabır erdemine bel bağlamaktı.

Aynı sınıfta okuduğumuz Bulgar çocukları, bizim aldığımız ev eğitiminden habersiz, kendi aralarında kan kabartırken “göz yerine göz” – “diş yerine diş” hükmü ruhunda birbirini yürekleniyorlardı. Tarih ve edebiyat dersleri de buna elverişli ortam yaratıyordu. Onların da derslerden sonra Papaza gitmemesi milliyetçilikle kaynamalarına engel olmuyordu. Bu kör fitile derslerde öğretmenler tarafından gazyağı dökülmese de, kapıdan pencereden okula, sınıfa giren düşmanlık şeytanı bir ruh gibi dolaşırken güç topluyordu.

O yıllarda Bulgar öğretmenler ve okul müdürleri de bağışlayıcı değildi. Bir Türk çocuğa saldıran, onu yumruklayan bir Bulgar öğrencinin cezalandırıldığını hatırlamıyorum. Bu olaylar daha sonraki yıllarda inşat askeri ocaklarında aynı tertiple uzayıp gitmişti. Evde aldığımız her mektupta, “katil ıslah olmaz, başına ne gelirse gelsin katlan, intikam duygusunu kalbinden sök at, merhametli ve sabırlı ol, dönmeni sabırsızlıkla bekliyoruz” şeklinde ifadeler yer alıyordu.

Bize gelen mektupların okunduğunu, Türk erler arasında geçen konuşmaların komutana iletildiğini bildiğimizden açtığımız konular hep şefkat, merhamet ve yardımlaşma üstüneydi.

Oysa köyüne gidip gelenlerden, hocanın, öğretmenin, eğitmenin gece gece alıp götürüldüğünü, zulüm dalgası yükseldiğini, cinayetler işlendiğini fakat hak hukuk aranmadığını, dava açılmadığını işitiyor, biliyorduk.

Arkadaşlarımın kötürüm kalan yakınları vardı. Cinayet işlemek bir hastalık değildi. Üstümüze çullanan ve nefesimizin büyüklüğünü ölçen devletti. Ben askerliğimi 1980’li yılların başında yaptım. İşim, yapı örme ve sıvaydı. Beklenmedik anda ve hiç sebepsiz cinayet işlendiğine tanık oluyorduk. Cinayet işlemek bir hastalık değildi de hep işleniyordu. Ceza gerektiren suçtu, fakat adalet mekanizması bir türlü ateşlenmiyor, her defasında ya benzini ya da yağı eksikti. Arkadaşlarımdan “bunlar akıl hastası” diyenler, kamu davası açıp canileri yargılayacaklarına, “akıl hastanesine” gönderiyor ve sonra da salıveriyorlardı. Bu çok tehlikeli bir gidişti. O zaman bir mahsus yapıldığını, “Bulgar Bulgar’ı yargılamaz!” “Türklere karşı işlenen cinayetlerde Bulgar her zaman haklıdır!” şeklinde saçmalıklar ahlak normu oluyordu.

Kuşkusuz o zamanlar emir kulu biz Türk, Pomak, Çingene gençlerinden bir hareketlenme beklenmesi yanlış olurdu. Ne var ki sürekli sertleşen baskılar altında içimizde “bütün insanların hayat hakkı garanti altına alınmadan huzur sağlanamaz!” fikri duygularımızda yerleşmişti. Hafta sonunda dinletilen Tüzük ’ten hiçbir maddenin uygulanmadığını görüyorduk. Ayda 1,5 levaya çalıştırılıyor. Bu parayla bir kutu sigara ve bir kutu kibrit almak mümkün değildi.

Bizim zamanımızda askerlikte “yaşatanlar” aramızdan seçilen bekçilerdi. Onlar kışladan çıkıyor, inşaat şantiyelerinde kalıyorlardı. Bekçi olarak, gözü olup görmeyenler, kulağı olup işitmeyenler, yaşadığı ortamda haklı ve haksız olan arasında farkı aramaktan tamamen vazgeçmiş, tek bildiği söz “Evet!” (da) olan “vurdumduymazlar”  seçiliyordu. Biz kendilerine yan gözle bakmıyorduk, çünkü o olmasa, bizim aramızdan başka biri seçilecekti…

Biz, Türk gençlerin evde aldığımız kültürde, hiçbir Müslüman kişi veya kurum, başka hiçbir kimsenin malını, rızası olmadan veya tam ve gerçek bir karşılığını bilmeden, vermeden, ödemeden asla alamaz, götüremez, aşıramaz, yiyemez, satamaz şeklindeydi. Biz o yıllarda rüşvet sözünün ne olduğunu bilmesek de, haramın ne olduğunu iyi biliyorduk. Akşam gün batımında şantiyeden ayrılırken sayıp da bıraktığımız çimento tornalarının, tuğlaların, kapı kollarının vs sabah azaldığını görüyorduk. Yapacak bir şey yok, iş başı yapmazdan önce, “yorgun bekçi uyurken, gece hırsızlık olduğu, şu kadar şu, şu, şu çalındığı rapor ediliyor, tespit belgesi bir iki asker tarafından imzalanıyor ve “eski hamam eski tas” gün sayan erler çivi çakmaya devam ediyorduk.

Bu ortamlarda biz Türk gençlerin rüşvet vererek temin edilen menfaatin, çalarak zengin olmanın, emrindekileri kullanarak mal mülk sahibi olmanın vs ahlak normlarımız arasında en yasaklı ve en önemlilerinden olduğunu düşünmemiz bir yana, aklımızın ucundan geçirdiğimizi yazsam yalan olur.

Gençliğimin en ilkesiz yılları demek istediğim askerliğimi hatırlarken, benim kuşağımın bilincine ahlaksızlık tohumları saçılan o yıllarda, çok kötü işlere alet edildiğimizi ve bu alışkanlıklardan bir türlü kopamadığımız için bugün toplum olarak bu durumda olduğumuzu artık görebiliyorum. Rüşvet, dolandırıcılık, aldatmak, yalandırmak sosyal yaşama egemen olduğunda son derece ciddi, yakıcı ve yaygın bir hastalık halini alabiliyor ve biz bunu yaşıyoruz.

Çocukluğumuzda din, ahlak, gençliğimizde hukuk görmedik, dürüstlüğü öğrenme imkânı bulamadık. Aile ahlakı ve dürüstlüğü ne kadar önemli ve belirleyici olursa olsun, çok etnikli ve çok dilli bir toplumsal ortamda, ekonomik, siyaset ve diğer sosyal disiplinlerin en ahlaklı biçimde birlikte işletilmesi gerekirken, hukuk düzeni yoksa sosyal adalet olamaz ve toplum kendiliğinde çöker.

Bugün yani 40 yıl sonra, Bulgaristan’da “yurtsever”  maskeli nasyonal sosyalistler –aşırı milliyetçiler –  Başbakan yardımcısı, bakan, Genel Müdür oldular. Her konuda, her yerde verdikleri tüm bilgiler yalan yanlıştır. Emekli maaşlarını 500 Euro – 1000 leva – yapma vaadiyle oy topladılar. Ülkemizde 65 yaşın üstünde yarısı yatalak, kimileri özürlü, diğerleri yürüyecek durumda olmayan 1 410 000 (bir milyon dört yüz on bin) emekli var. Aldıkları ortalama emekli maaşı ve sosyal yardım 200 leva -100 Euro’yu aşmıyor. 17 Eylülde 2018 – 2019 ders yılı açıldı. 60 000 (altmış bin) çocuk çalan zile toplanırken, 60 000 (altmış bin) çocuk da okul kaydını yaptırmadı. Bunu yorumlamak istemiyorum. Tek sözüm: ahlakı, morali, namusluluğu, dürüstlüğü tamamen unutalım: Cahillik Devri başlıyor. Topyekûn işsizliğin tohumları saçılıyor. Rüşvet zenginlerine semtler kuruluyor. Sefillerin fareler gibi üreyeceği ve memleketimizi kemirerek bitireceği bir karanlık tünele giriyoruz.

Bana öyle geliyor ki, birçoğumuz bilinçli ya da bilinçsiz işlediğimiz haksızlıkların farkında olduğumuz için, günahlarımızı topuz kilitli sandıklara kilitleyerek, vicdan paklığı aramak üzere göçü seçtik ve yola çıktık. Aklanabildik mi bilmiyorum… Biz haksızlık toplumunda yetiştik. En büyük hakimin kararı bile bu durumu değiştiremez, haramı helal yapamaz… O şantiyelerden gece gece kamyonlarla çalınanlar halkımızın malıydı.  Çalanlar suçluydular. Bekçi olup susan, imza atıp yalana tanıklık eden, mahkemeye çıkarılıp yalan beyan veren, bunları istemeye istemeye yapsak, yapmak zorunda bırakılmış olsak bile, çöken toplumsal adaletin altında kalan biziz. Biz ezildik.

Ve bugün de ipotek edilmiş durumdayız. Bize ilk ipotek eden Ahmet Doğan haini, çöken totaliter komünist mülkiyetten görmeme ve ses çıkarmama rüşveti aldı; 4. Anayasada bireysel ve kolektif hakları olmayan bir azınlık topluluğu olarak dilsiz, dinsiz, kültürsüz, ahlaksız, haksız köle durumunda kalmamıza razı olduğu için rüşvet olarak “yaldızlı madalyalar” aldı.  Son dönemde köleleştirilen sefilliğimizi belediyelerdeki yeni derebeylerin mülkiyetine kayda düşmeden aktarmayı başardığı için 20 yıldan beri Varna’da bacası tütmeyen bir elektrik santrali bekçiliği için yine aynı kişiye Ahmet Doğan’a yılda 30 000 000 (otuz milyon) leva hibe etmeyi kararlaştırmışlar.

Değişen hiçbir şey yok. Soğan cücüğünde soğan püskülü, içinden de soğan tohumu çıkar. Hırsızın oğlu ve torunu hırsız olur. Ahlak olmayan yerde bahçe yetiştirmek, dağ başını cennet yapmak kadar zordur.

Adalet arşınının değişmesi lazım!

Adalet ve dürüstlük anlayışını kökten değiştirmek gerek!

Bunların yapılabilmesi için ise, önce Anayasayı, ardından siyasi sistemi ve yürütme düzenini değiştirmemiz gerekiyor.

Bizim kuşak neyse ne, biz bunu yapamazsak öyle bir cahiller, sefiller ve debiller ordusu yetişiyor ki, olacakları düşünürken gözlerimin önünde okyanustan çıkan ve Amerika’yı bir hamlede boğan dev hortumları görüyorum.

Söz konusu olan vatandır.

Her şeye katlanılır, gerektiğinde adalette de rafa kaldırılır, ama vatansız olmaz, vatanı olmayan hiçbir şey yapamaz.

Aslında bugün Bulgaristan’da çok iyi bir şey oldu.

60 milletvekili meclisten geri dönmemek üzere çıktı. Sanki ilan edilmeden seçim kampanyası başladı. Bu vekiller halka yoksulluğunun sebeplerini anlatacakmış, bir az da adaletsizlik ve ahlaksızlığın köklerini anlatsa ne iyi olur.

Çok üzgünüm. Bulgar dilinde ahlak sözü yok. “Moral” Fransızcadan çalınmış, bizde tutmamış, belki de işler bu yüzden bu kadar karmakarışık…

Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Bizi izleyiniz!

Reklamlar