Dr. Halide AKINCI

            Memleket çağrışımları ve yeni düşünceler

Orta Balkanın Panagürişte ormanlık yöresinde 20 at kurtlara yem olmuş. İşitince üzüldüm. Nasıl olur da atlar kurtlarla baş edemez, diye düşündüm. Tayları aralarına alıp kafa kafaya verip kapalı bir daireye oluşturduklarında saldıran aç kurtlara taş söktürürlerdi, kıç atarak hepsini derelere doldurabilirlerdi. Kurt ne kadar iri olursa olsun at çiftesine asla dayanamaz. Yetişkin atların çiftesinde 280–300 beygir gücü olduğunu okumuştum. Bir filmde fazla kalabalık bir kurt sürüsünden kurtulmak için kıçın kıçın gerilerken yel gibi kanatlanıp yelelerini savurarak kurtulduğunu izlemiştim.

İşittiğim bu üzücü olayla özel olarak ilgilendim. Kurtlar atları bir yerde bir defa hezimete uğratıp parçaladı mı, o atlara orada daha öte hayat yoktur. At ve tayların birbirlerinden ayrılıp uzaklaşmasını bekleyen ve yalnız kalanı kuşatan kurtlar onları birer birer becermiş. Balkanda eskiden haydutlar dolaşırdı, şimdi ise kurt dolu. Yapacak bir şey yok.

İnsanın nefesini kesen bazı olaylar vardır. Atların kurtlara yem olduğu haberi, belki atalarımızın bu topraklara at üstünde gelmiş olduğundan, belki de çok uzun zaman çiftte, taşımacılıkta, yakın ve uzun yolculuklarda yakın ve güvenilir yardımcımız olduğundan olacak, huzurumu bozdu. Düşünürken içimde çağrışımlar uyandı! Başıboş gezip tozan güzelim atlar kendilerini savunma içgüdüsünü yitirmiş, ezeli yırtıcı düşmanla başa çıkamayacak kadar körleşip yıpranmış yani kırantalaşmış olabilirler miydi? Sorunun biri buydu.

Derken Orta Balkanın kız göğsünü andıran dalgalı tepelerinden, sisli güz yaylalarından ve şırıldayarak akan kaynaklarından sosyal olaylara uzandım. Atların sürüden ayrılıp uzaklaşmasını bekleyen aç kurtlar gibi, doğal ortamımızdan çıkanlar arasından gözüne kestirdiğini herhangi bir şekilde aldatıp sisteme çekmeyi başaran gizli polisin insanımızdan hain yaptığını düşündüm.

Bu işte başarısız olsalardı sözüm ona “soya dönüş” yılarında daha az kişinin burnu kanar ve başı derde girerdi. Toplu yaşayan hayvanların doğal korunma içgüdüsü olduğu gibi, toplumsal bütünlüğü bozulmadan korunan halk topluluklarının da güvenli ve huzurlu yaşayış koşulu sosyal zekâsı vardı. Hayatta içgüdü eğitimi yoktur. Onlar Tanrının verdiğiyle yetinir. İnsanı yaşama uymaya zorlayan gelenek kurallar, doğa ve toplumun kendisidir. İnsanda bireysel ve sosyal bilinçaltını ayarlayansa öncelikle geleneksel ahlaktır. Kendine ve içinde yaşadığı topluluğa ihanet eden, her şeyden önce başka bir şeyi değil, kendi ahlaksal iç bütünlüğünü bozar ki, bu kırılan yumurta gibi, asla onarılamaz. Doğuştan ahlaksız biri yoktur. Hainler toplumda yetişir. Yeni doğan ruhen bir bütünlük içindedir. “Seninle işim olmaz!” dediğimiz kişileri yaratan çarpık toplumun kendisidir. Günümüzde buna en parlak örnek Bulgaristan Türklerine hainlik eden Ahmet Doğan’ın artık halk arasına çıkamaması veya seçmenin Kasım Dal’a oy vermemesidir.

Hem kendini hem de en yakınında bulunanlara sahip çıkma, onları koruma ahlakını bozan, ailesine, soyuna, konu komşusuna, mahalle halkına, iş arkadaşlarına, bireyi olduğu etnik halk topluluğuna saygı ve bağlılık sorumluluğunu yitirip, ters dönüp, hainlik eden kişiye halk vicdanı ölüm bileti keser. İhaneti, öz kimliğinden vazgeçmeyi kabul eden, istese de istemese de yakınlarını ölümcül yaralar. Misal ararken Bulgaristan Türkleri arasından “sürüden ayrılıp” hainliği meslek edinenlerin bugünkü zavallı, acınası haline göz atmanız yeterlidir. Hainliğin karşılığı para pulsa, açılan yara savmaz. Dürüstlük ve vicdanlı olmak yüksek ahlak ve şeref meselesidir. Halk ahlaksızla şerefsizi yok sayar, kendisine önem vermez!

Tarihimizden çağrışımlar:

Biz bir asırda 6 defa göçle parçalandık. İç göçler hiç dinmedi. Birbirimizden ayrı düştük. Gidenler yaralı gitti, kalanlar yaralı kaldı. Sızıların birisi dinmeden yenisi başladı. Hiç birinin gerekçesi önemli ve geçerli kabul edilemez, biz, düşmana eğlence, eş dost arasında rezil olduk. Ama hep gündemdeydik. Birlikte katlandık, beraberce dayandık. Ağzımıza verilen ballı emzik, hep zehirliydi.

Bulgar milliyetçilerin burnu gene gökte bizden yeni kurban koparmaya çalışıyorlar. Saldırıları hiç dinmiyor. Elimizdeki son kazanımları da alıp bizi köle gibi çıplak ve aç, sözde özgür ezmek istiyorlar. Açık ve gizli hedeflerinde hepimize geçen yüzyıl çilelerini tekrar tekrar yaşatmak var. Başımız dimdikse tarihten ders çıkarıp kendimize kılavuz ettiğimiz içindir. Bulgar milliyetçiliği anti-Türk politika biliyor.

Şu dönem ruhsal ve politik arınıp, kan tazeleyip davamızı genç kuşağa devretmeliyiz. Totalitarizmin zorbacı rejimine hizmette bulunmuş politikacıların artık zamanı doldu. Çam ağıcı bile özden kabuğuna arınırken çör çöpü gövdeden atar. Bizim devredip devralma ve geçmişle geleceği beraberce yaşatma sürecimiz ağır gidiyor, partimiz olan HÖH-DPS yönetimindeki ipleri pazara çıkmış hainler kelepir masasına sımsıkı tutunmuş birbirini kolluyor, görev bırakmak istemiyorlar. Dalından düşmeyen armut yoktur. Bizim devrim de öz evlatlarını yedi.

1989 Mayıs İsyanımızı organize eden kahramanların yüreklerindeki ateşten, gözlerindeki aydınlık ve kimlik meşalesinden başka silahı yoktu. Haklarımızı ve hürriyetimizi elde etmeye kalktığımızda elimizde kızılcık sopası bile yoktu. Sosyalizmde devletin esir kölesiydik. Tarlalarımız, hayvanlarımız, bağlarımız, bahçelerimiz, değirmenlerimiz, okullarımız ve daha neyimiz varsa her şeyimize el koymuştu devlet. Biz ona çalışıyor, yalan şerbetiyle aldatılıp avutuluyorduk. İş gücümüzü, imkânlarımızı bedava kullananları uzun zaman çözemedik. Kafası çalışan, eli kalem tutan ve çenesi kuvvetli olanlara hep yol gösterildi. Elimizden zorla alınan üretim araçlarımızın hala “bizim” olduğu masallarına kanmıştık. 1996’da “neyiniz varsa alın, geri veriyoruz” dediklerinde, kendi öz mallarımızı geri almaktan korkan duruma geldiğimiz ortaya çıktı. Taşınmazlarımız iade edilirken elimize bir hiç geçti. İade ettikleri işe yaramadı. İşlenmeyen toprak üretmiyor.

35 yılda her şeyi olduğu gibi değil göründüğü gibi algılamaya alıştık. Öze inmek yasaktı. Gerçeği görenlerden 24 yıl zindanda kalan var. Görünüşle yetindik. Hiçbir zaman ve hiçbir yerde gerçek durum ortaya konmadı. Yasaklı dünyamızda buna olanak da yoktu. TV’de bakıyorum, Soma’da köylülerin zeytin ağaçlarını sökmüşler, köylü kadınlar koruma, polis, jandarma tanımıyor, Danıştay kapısında geceliyor, yasaları uygulatıyor. Korkutulmuştuk. 1945’te 123 bin kişi kurşunlanmıştı. “Belene” ve diğer ölüm kamplar önce Bulgar doldu. Sindirildik. Kendi soyuna bunu yapan iktidar Türkün gözyaşına bakmazdı. Camiye gidip gelenler, öğretmenler hep sürtün edildi. Çarlık dönemi zulmünden zaten pes etmiştik. Dayanma, sarsılmazlık ve sonuna kadar direnme ilkeleri buzlanmış kalplerde yeşeremiyordu.

1984–1990 arası avcıların av tüfekleri, kurban kesicilerin kavi saplı uzun bıçakları, nacaklar, baltalar, çengeller, kavi ipler hep toplanmıştı. Boyunduruk demirleri, orak ve tırpanlar bile sundurmadaki yerlerinde yoktu.

Ancak 1989 Mayısında gönüllerimizde isyan ateşi tutuştuğunda açlık grevinden başka silahımız olmadığını anladık. “Açlık Grevi” silah oldu böylece. “Hepimiz birden açlıktan ölürsek, devlet dayanamaz, çöker,” deyenler vardı. Hedef devleti çökertmek mi, hak ve özgürlüklerimizi elde edip, sürgün ve hapisteki yakınlarımıza kavuşmak mı,  yoksa her ikisi mi?, pek bilen yoktu. Doğru olan bu işte aç durmak tek silahımızdı. Direnişlerimiz, hem mideleri hem gözleri aç olanların isyanıyla başladı. Köyümüzün fırıncısı Mahmut usta da açlık grevine başlasaydı, “hamur teknesi çatladı, uzun saplı kürek yandı” deseydi, cumhur cemaat köyce açlık grevi yaptılar diye ünlenecektik.  Yaşlı ve çocuk hatırı vardı. Birkaç erkek, birkaç köyde bir imam hariç, kadın kısmı egemendi. Türklük, örf ve adetler, özgün etnik kültür ve medeniyet yani yaşayış şeklimiz çok yıpransa da görmezlikten gelindi. Her şeyi dert etmek hayır işi değildi. Bir de erkeksiz hayat sıkıcıydı. Düğünler, geceler, mevlitler bayramlar durdu. Dinsel gerekler göz kaş arasına sıkıştı. İmam cemaati cumaya bile çağırmaz oldu. Mevlide 3-5 kişi toplanıyordu. Genç erkekler sürgündü. Bu yüzden açlık direnişini başlatanlar başlayan büyük davanın erdemlerini daha anlamlı ve bütünüyle dile getirirken zorlanıyorduk.

Açlık grevi yapanlarla görüşmeye gelen bir Bulgar gazeteci Kotel köylerini dolaşırken kalın bir meşenin gölgesinde sırt sırta vermiş 3 Türk geline mikrofon uzattı.

  • Ne istiyorsunuz?” diye sordu. Genç kadınlar hep bir ağızdan:
  • Kocalarımız sürgün, Dönsünler, birlikte yaşamak istiyoruz!

Çocuklar öksüz” cevabını verdiler.

Gazeteci bir Bulgar kızıydı. Koca Balkanın Karadeniz’e inmek için eğilmeye başladığı yamaçlarına serpilmiş köylere ilk kez gelmişti. Açlık grevini de ilk olarak burada gördü. Bir soru daha sormadan dönüp gitti. Grev görmedim dese de olurdu, çünkü aynı elleri kınalar o büyük meşenin altında daha önce de oturuyordu. O meşe onların Vatan gölgesiydi ve baltalan kesilmeyecek kadar kalındı.

Bu insanlar kendini savunma kültürünü okulda, üniversitede öğrenmedi. Devrimci eğitim kursu da görmemişti. Direniz hedefi onlar için çok yalındı. Açlık grevi mücadelenin bir biçimiydi. Gelinler kocalarıyla birlikte olmayı, çocuklarsa analı babalı büyümeyi alabildiğine özlemişti. Birkaç gün sonra aynı kadınlar tankların ve panzerlerin üstüne çıkacak ve dünya bunu görecekti. Başları oyalı bürgü, şalvar uçkurları bellerine sımsıkı bağlı Türk kadınları bu topraklarda ilk defa isyan ediyordu. İsyanın bel kemiği, itici gücü, kitlesi, başı çeken müfrezesi ve önderi kendileriydi. Hayatı sürdürme istençleri sonsuzdu. Aşk ateşini kurşunla söndürmekse imkânsızdı. Karşılarındakiler de fere celi bazıları insandan saymadıklarına ve bu biçim giyim kuşamlı insanların ayaklanma bilincine ulaşmasını olasılık dışı bulduklarına bazıları syancı şalvarlıları anlamakta zorluk çekiyordu. Bu kadınlar devrimci bilinç sözünün ne olduğunu bilmiyordu. Onlar için gelinin kocasıyla, çocuğun da ana-babalı yaşaması kutsal bir haktı ve önce bunu istiyorlardı. Bu da zulüm rejiminin zindan kapılarını açması anlamına geliyordu. Bu istekse politikti. Dolayısıyla Mayıs İsyanı devleti, zorba rejimi hedef alan bir siyasi ayaklanmaydı. Öyle de kaldı. Bundan 25 yıl önce Bulgaristan’da totaliter rejimi saraylardan kovan ateşi yaktı.

Bulgaristan Türklerinin kurtlarla meydan savaşı böyle başladı. Zaferle bitti. Boyun eğemez, pes etmez zekâmız o günlerde hep bilendi. O derslerden hiçbir ayrıntıyı  unutmamalıyız. İnsan hafızası, hepimizin belleği dünü yarına, yaşlıdan gence devreden bir makinedir. Yaşadıklarımızı, çekilerimizi, gördüğümüz işkenceleri, bize yapılan her şeyi, tarlalarımızın ve tüm mülkümüzün elimizden alınmasını bir asırda 6 defa kökümüzden sökülüp sınır ötesine atılmamızı, mektep ve okullarımızın, din eğitim merkezlerimizin kapatıldığını, bir gazete çıkaramadığımızı, kültür ve sanat dergimiz olmadığını, internet üzerinden okumalı gazetelere gereksinimi olduğunu her gün anlatarak yaşatmak zorundayız. Bununla birlikte vakıf mallarımızın ellimizden alındığını, devamlı huzursuzluğa zorlandığımız için son 25 yılda hayatımızı yeniden örgütlemekte zorlandığımızı, kurduğumuz kooperatiflerde birikmiş döner sermayemiz olmadığını çekinmeden anlatıp bilinç olarak pekiştirmek ve çözüm yolları aramak zorundayız. Tütün üretimimizi elimizden alıp ekmek teknemizin kırdıklarını; bizi kim olduğu belli olmayan insanların peşine taktıklarını duyurmalıyız. Biz kimsenin ne uşağı ne de kölesiyiz, çalışıp hür yaşamak istiyoruz. Çocuklarımızı istediğimiz okullarda okutmaya çalışırken çektiğimiz zorlukları, işsiz güçsüz kaldığımızı, kışları tarhana çorbası ve bulgurla geçirdiğimizi, emekli maaşlarımızın elektik ve su faturalarına yetmediğini, köylerde ve kasabalarda işe yarayan hemşire, ebe ve doktor olmadığını, hastalarımıza yazılan reçetelerdeki ilaçların işe yaramadığını ilgililere bildirmeliyiz. Kendi radyomuz, bültenlerimiz, muhabirlerimiz, yayın organlarımız olmadan nasıl edelim? Bir masalı bile bir ananın okuması başkadır, radyodan dinletmek başkadır. Bütün olanaklarımız, maddi, manevi ve teknik imkânlarımız birer birer elimizden alınmışsa, biz bu kültür devrini nasıl yapalım. Türklüğü nasıl yaşatalım?

 

Panagürişte yaylalarında aç kurtlar 20 atı bir yolunu bulup nasıl yedilerse yediler.  Bize 140 yıldan beri saldıran düşman zehirli oklarını seri halinde atmaya hazırlanıyor. O zaman bizimle başa çıkabilmek için Türk sınırına Rus lazar silahlarını dizmişti. Bu silah Çin sınırında bir defa denendi ve 1 milyon çin erini birden yaktı. Sliven balkanına SS 20 ve SS 22 füzelerini konuşlandırdı ve İstanbulu hedefledi. Ne zamanlardı. Şimdi de fırsat bulsa “yer yer” füzelerini üslendirecekmiş 3 metre yüksek tel örgü gerdi. vs. vs. Bu işlerin hepsini bizim ismimiz, dinimiz, dilimiz, kültürümüz, Türklüğümüz ve daha neyimiz varsa hepsini bir kaşık suda boğmak için yaptığını düşünürsek….Şaşıyorun kurtların yediği atlara mı üzüleyim yoksa şu halime mi!?

Daha iyi yaşama yollarını ararken, birlik olalım, beraberce olalım ve atlar gibi telef olmayalım demek istiyorum. Parlamentoya mektup yazıp hainlere ölüm cezası istemek istiyorum. Irkçıları kuzey kutbuna göndersek ne olur acaba… Atlar ve kurtlardan farklı olarak biz insanlar, etnik topluluklar ne yazık ki, çık daha güç bir sorun da çözmek zorundayız. Aynı diyarda birlikte yaşarken hem kendimizi savunmak ve parçalanıp yok olmadan yaşamak, hem de onlara da hoşgörülü davranışlarımızla yaşama hakkı tanımak zorundayız. Atlar ile kurtlar arasında karşılıklı hoşgörülü olma kuralı yok! Biz toplumsal yaşamda bu kurala uymak zorundayız.

Devam edeceğim.

 

Reklamlar