Osman BÜLBÜL

Tarih 2 Aralık 2017

Konu: Adaletli bir dünya uğruna adım atmak zorlaşıyor.

Günümüz için olağanüstü aktüel olduğuna inandığım artık 3. bölümünü kaleme almaya çalıştığım konuma girmek bile her geçen günle zorlaşıyor. Hangi taşı kaldırsam altından oracıkta 30–35 yıldan beri saklanmış iri solucanlar, kertenkeleler, yengeçler, kırkayaklar, irili ufaklı yılanlar baş gösteriyor. Hepsi bir ağızdan “biz geçmişiz, bize dokunma, senin adıl gelecek dediğini ısırıp, kemirip, parçalarız, yok ederiz. Biz gibi taşın altında ve karanlıkta yaşamayı kabul edeceksiniz” diye haykırıyorlar.

Bu olayı dün akşam Bulgar TV programlarında bir daha izledim, ürperdim, köpürdüm, haplarımı içsem de sabaha gözüm açık çıktım. Viyana’da yalnız olmam olayı daha da ağırlaştırıyor.

Sık geçen bir haber var. 1 Ocaktan sonra Bulgaristan Avrupa Konsey Başkanlığı yapacak. Bir yere kadar olsa da Avrupa işlerine Sofya Kültür Evinde bakılacak. Bununla ilgili parlamento kaynıyor. Hak ve Özgürlük Hareketi Milletvekilleri Meclis kürsüsüne çıkarak, Avrupa Konsey toplantısında, “aşırı milliyetçilerin, faşistlerin siyasete girmesini yasaklayan, iktidar ortaklığında olanların hükümetten sökülmesini öngören bir karar tasarısı sundular. Bununla birlikte iletişim araçlarında Türkiye’deki demokratikleşme sürecinin daha geniş ve doğru dürüst yansıtılmasını” istediler. Sen misin faşistler aleyhinde öneri sunan. Bir defa bu demokratik öneri geçmedi. İkincisi de sunanlara demedik kalmadı.

Yine bu hafta beni çok ilginç, daha önce rastlamadığımız, etkileyici bir gelişme oldu. Hak ve Özgürlükler Partisi’nin (DPS) Şumen iline bağlı Hitrino (Şeytancık) belediyesindeki yerel parti teşkilatlarından (örgüt birimlerinde) 20’si çözüldü ve dağıldı. “Soya dönüş” zulmüne karşı mücadele ateşinden doğan bu örgütlerin yirmisinin birden dağılması yeni bir gelişme süreci başlatmıştır. Bilindiğine göre,  Bu süreç 2014 seçimlerinde Deliorman yöresinde bireysel eylem olarak başlamış ve genel seçimlerde 120 bin oy GERB partisine kaymıştı. O zaman kişisel bir karar olarak beliren bir hareketlenme artık kolektif bir eylem biçimine dönüştü. Gerekçesi HÖH partisi içinde dikta yönetim uygulanması, parti örgüt ve üyelerine baskı yapılması, kolektif özgürlükler bir yana, kişisel hak ve özgürlüklerin de hiçe sayılmasıdır. HÖH partisini, Türk halkı öncülüğünde adalet, demokrasi ve özgürlük mücadelelerimizde kurulduğundan dolayı ve Bulgaristan’da çok etnikli ve çok kültürlü bir devlet düzeni istediği için yıkmaya, dağıtmaya, parçalamaya, kapatmaya, soldurup unutturmaya çalışan çok “lider” bozuntusu ortaya çıktı. Bunların sıralaması şöyledir: . Hainler başı Ahmet Doğan, ne istediği belli olmayan ve iktidara yalakalık yapan Kasim Dal, çivisi oynamış Osman Oktay, Güner Tahir ve partinin kalbine hançer saplayacak kadar ileri giden, kendine Türklük aşılama gayretinde olan Lütfi Mestan ve diğerleridir. Partiyi dağıtan güçlerin yeni bir parti kurabileceğini düşünmek yanlış olur.

Yine sahte, boyama, faşist ruhlu “Bulgar Yurtseverleriyle” amansız mücadelemiz babında son günlerde hele de Boyko Borisov hükümetinin Makedonya “Strumitsa” kentinde iki ülke hükümetinin bir ortak bakanlar kurulu toplantısı düzenleyerek ve hükümetler arası 6 anlaşma imzalayarak böbürlenmesine püskül olarak, Sofya’nın karlı caddelerinde “Mizya, Trakya, Makedonya! Pankartlarıyla fener alayları belirdi. (Mizya, Kuzey topraklar anlamındadır.)

İç Makedon Devirm Hareketi (VMRO) Başkan Yardımcısı ve AB meclis üyesi Angel Cambazki gibi göz boyayan milliyetçiliği ayyuka çıkmış saldırgan faşistler, 1919 Noyyi (Neully) Antlaşmasına saldırırken, Egeye çıkamadık, Vardan Makedonyasına pos atamadık, Sırbistan Bulgaristan topraklarındaki topraklara el atamadık diye göz yaşı dökmeye devam ediyorlar ve 100 yıl ellerinden geleni yapmalarına rağmen, Balkanları Müslümanlardan arıtmayı nasıl başaramadık diye yanıp kavruluyorlar.

Geçelim konumuza:  Tüm bu gelişmeleri, 1990 yılına kadar içinde ölüm kampı “Belene” nin de bulunduğu, halen de ağır suçluların mahkum edildiği  Tuna adası “Persin” nde yıllar yılıp olup biten ve bir türlü unutulamayan olaylara dönelim: Sabah kahvemi içerken, toplu resimdeki  Kötü Talihliler dediğim dava arkadaşlarımın 2004’te Bursa’da çekilen toplu fotoğrafına bakmaya devam ediyorum.

Dikkati çeken bir özellik var: 1949’dan başlayarak “Belene” ölüm kampının her döneminde Türkler içeri düşmüş olsa da, bugün de köprüsünde polislerin nöbet tuttuğu “Belene” zulüm kampını anlatmak üzere Bulgarca yazılan toplam 15 kitabın sadece birinde Türklerden sşz ediliyor. Demokrat yazar, Çiftçi Partili Ogoyski, 1950’lerde tarımda kooperatifçiliğe karşı çıktıkları için tutuklanıp sürülen Kemaller (İsperih) köylerinden Türklerin isimlerine yer vermiştir. Onlara yapılan bası ve zulmü anlatmıştır.  Biz hep Bulgar siyasetinin dışında tutulurken susmadık. Bulgar yazarlar Türkler konusunda genelde ortak hareket etmiştir. Çünkü “yurtsever” Bulgar siması Türklere karşı vasıfları ön plana çıkarılmadan yaratılamaz. Onların hepsi için biz, birer “İslamlaştırılmış Bulgarlar” kaldık. Bizim hakkımızı haktan, benliğimizi kimlikten, ruhumuzu yenilmez olarak asla göremediler. Bu işte biri bin yapma işinde çok becerikli olan İngilizlerin rolü büyük oldu. 1860’lı ve 1870’li yıllarda ve hele kışkırttıkları 1876 Bulgar Nisan Ayaklanması dolayında İngilizler yalan dolan işlere kendilerini öyle kaptırmışlar ki, insanın bataklıktaki köklere el attıkça bir yılan balığı veya yengeç yakaladığı gibi art arda ve yeni bulgu “şah eserler” keşfedişi son bulmuyor.

Şair Oscar Wilde /1854 -1990/ (İrlanda bir oyun yazarı) işini gücünü bırakmış o zaman henüz devlet sınırları (1876) ve adı olmayan “Bulgaristan’da Hıristiyanların Katledilişine Sonat” başlıklı “yeni” bir eseri bulundu. Ben “sonatı” sizin için özel olarak şu sebeple çevirdim. 517 kardeşimiz “Belene1” adasında ezildi. 12 500 kardeşimiz zindanlarda çürütüldü Batı şairlerinden hiç birinin tükenmezi yazmadı. Biç bir besteci, “Bulgaristanlı Müslümanları Savunma Sonatı” ya da “Bulgar totaliter faşistlerini kınama senfonisi” yazmadı.  İngilizlerin 1876 baharında “size mermer konaklar yapacağız, parası bizden” vaatleriyle 70 Bulgar köylüsüne kulübelerini yaktırdığı gerçeği görmek istemeyen Oscar Wilde bakınız ne yazmış ve 141 yıl sonra bu hafta tüm Bulgar basını bunu bastı:

Bulgaristan’da Hristiyanların Katledilişine Sonat

İsa Peygamber, sen sağımısın, yoksa

Beyaz kemiklerin toprak altında mı?

Dirilişin, kutsal günahkârın

Sadece bir rüyası mıydı yoksa?

Sessizliği güçlü iniltiler bozdu

Aziz papazların öldürülüyor.

Katılaşmış çocuk cesetleri

Çığlıklara ilgisiz mi kalacaksın?

Sen, Yüze Tanrının aziz oğlu, in şu kinli dünyaya!

Kapkara yıldızsız bir gecede,

Uzanmış kahrolası hilal, haçın üzerine

Sen gerçekten kabri açıp dirilmişsen,

Boşluğunu Hazreti Muhammet doldurmadan

Gel ve kurtar onları!

Onlar yazar ve şair olmalarına rağmen, başka dünyaların insanlarıdır. Bize hep vatanlarında yaşayan ama ata ocaklarını terk etmeye zorlanmaları ve kötülenmeleri gerekenler olarak baktılar. Ne modernleşebildiler, ne de büyüyebildiler. Hep karanlık, çamur ve pislik içinde yaşamaları gerçek olmayan dönek ruhlu aydınların hakikati yazmasına pranga koydular. Aynı kampta ölüm bekleyen insanların 28 yıl sonra bile, bizde “Belene” gibi kamplarda can feda edenlerin anıt duvarına çelenk ve  çiçeklerin yan yana konmasına tahammüllü olmayanların arasında yaşamak zorundayız. Oysa o çiçekler aynı bahçelerde yetişmişler. Kinin derin anlamı olmalı. Bizimki kışkırtıcıların gerçek yüzünü saklayan perdedir.

İyi ki kendi yazarlarımız, öz edebiyat, sanat ve kültürümüz var.

Şimdiye kadar kimseden gözyaşı dilenmedik. Rodoplu usta kalem yazarlarımızdan,  Mehmet Türker “Belene” zulmü konusunu birçok açıdan kaleme aldı. Eserleri film senaryosu, en büyük ve ünlü orkestralarda çalınan müzik eserinden etkilidir. Ne ki, Bulgar Yazarlar Birliği “getirin Bulgarcaya tercüme edelim” demedi. Yaşattıkları vahşetten kendileri korkuyorlar. Bulgar bataklığı günümüzde alabildiğine ve burun direği kırarcasına kokmaya devam ediyor.  2001’de Bulgarlar AB Meclisi tarafından “ŞENGEN” siyah cetvelinden çıkarılınca biraz rahatladılar. 3 milyon vatandaş AB ülkelerinde serbest dolaşma hakkı kazandı. Oralarda çalışarak gönderdikleri üç beşle evde kalan yaşlılara ve çocuklarına nefes aldırdılar. Bugünkü temel sorunların ana nedeni ise, sözüm ona “soya dönüş sürecinde” açılan derin uçurumun, aşırı sağcı ve faşizan güçlerin hükümete tırmanmasıyla daha da derinleşmiş olmasıdır. Bu ayrışımın en büyük simgesi ise, anti-totaliter mücadelede düşen kahramanlarımız için dikilen anıtlarımıza çiçek demetlerimizi yan yana koyamamamız, koyun poslu faşist kurtların elini kolunu sallayarak aramızda dolaşması ve bizi idare etmeye yeltenmesidir. Bunu kabul edemeyiz.

Bu cümleden olmakla “ulusal bilinç” sorunu ortaya çıkıyor. İlk bakışta dikkati çeken, Bulgar ulusal bilincinin taşıyıcısı olduklarını iddia eden sözde yurtseverler sürüsü “devlet sınırlarının yayılmasını, Makedonya topraklarına, Vardar ırmağı boyuna ve Batı Trakya’ya çöreklenmek, atları Ohri gölünde sulamak arzusuyla yanıp tutuştuğunu görüyoruz. Tarihlerinde en büyük zaferinde 1912 saldırı savaşını başlatmazdan önce Sırplar, Karadağlılar ve diğer bazı Balkan güçleriyle birleşmeleri olduğuna işaret ederken, 1918 Milli felaketini hemen unutuyorlar. Aslında azınlık haklarımızı, “kültürel otonomi” isteyen, çocuklarımızı kendi okullarımızda hoca dizinde, öğretmen önünde eğitmek isteyen bizler için değişen hiç bir şey yok. Tekirdağ doğumlu vatan şairi Namık Kemal’in (1840 – 1888) geçen asrın başında şiir yazarken kullandığı değimlerle, “Belene” zulmünü ve 2017 gerçekliğini anlatırken kullandığımız değimlerin aynı olması, hiçbir şeyin değişmediğine kesin kanıttır.

“Sen oldun zulüm hey kalp kıran, ben hüzünlü;

Kader gülsün, kalp kırıcı; sen hüzünlü, ben hüzünlü;

Ölürsen görmeden millete ümit verdiğin feyzi;

Yazılsın mezar şaşımda vatan hüzünlü, ben hüzünlü!”

Kaynak: şairimiz Galip Sertel iletisi:

 

Dobriç’ten Fethi Ayan “Hücreden” şiirinde şöyle diyor:

“Zaman cansız, ağırı verir kalbe yoksul saatte

Özlem çekmek yıllarca bir şeyler duymak için

Kalbimde alev bu şiddetli arzu gitgide

Açık ışık size hücreden, milletim benim.”

 

“Belene” ölüm adasından gelen seslerden:

Ellerimize kelepçe de vursalar, ayaklarımıza elektrik de verseler

Boynumuza ip de çekseler, Türklüğümüzde asla vazgeçiremezler

Murat Kerim Hoca

Ve katillere, zorbacılara, zulüm edenlere bütün dünya totaliter faşist zihniyeti sahip çıksa olmadı ve olamazdı.

Belene bizim Türk lük’e yeni uyanışımızın beşiğidir. Geceleri toplu geçirdiğimizden, gece boyu dertleşmiş olmamızdan, aramızdaki konuşmaları Türkçe yürütmemizden, koğuşlarda Bulgaristan’ın dört bir yanından kardeşlerimizle dertleşme olanağı bulmamızdan dolayı bir diriliş, dayanışma ve sırt sırta verme ocağıdır.

Soya dönüş süreci”nin tamamlanmasından sonra mukavemet göstermeye devam eden Türklerin “Belene” sürgün kampına gönderilmesi emri 4 Mart 1985 tarihinde Başsavcı K. Petrov ve İç İşleri Bakanı D. Stoyanov tarafından imzalanmıştır. Bu gerçekler Alman ZDF TV programı ve TRT tarafından çevrilen belgesel filmlerde herkesin anlayabileceği şekilde ortaya çıkarıldı ve dünya uyandı. Hiçbir zalim, yukarıda şiirini verdiğim taraflı şair Oscar Wilde gibi Bulgar şövinizmini destekleyen şiirler yazmadı. Moskova’da Mihail Gorbaçov bile suskun kaldı, Jivkov zulmüne arka olmadı. Bir de o zaman yaşadığımız çağ, Avrupa ve dünya halklarının demokrasiye uyanış çağıydı. 1989’da Jivkov mezalimliği Bulgar demokrasi kalkanını delemedi, yıkamadı, ayakaltına alamadı. Fakat demokrasi yolunca birlikte yürüme, Türkler Çingene ve Pomaklar, Tatarlar ve Ulahlar lehinde çok emin, kesin kararlı adımlar da atılamadı. “Belene” dosyalarının açılmasını isteyen sloganlar atılmadı. Bulgarlar bugün de hapishane dosyalarının hepsinin ve hemen açılması çağrısında bulunmuyor. Kamuoyu susuyor. “Komünizm suçlarının süresi olmaz” diyorlar somut adım atanlar yok. Hiç kimse bir daha tutuklanmak, kelepçelenmek, itham dinlemek, boş sorular cevaplamaya zorlanmak, boş kâğıtlar imzalamak, kırbaçlanmak, kırık kemiklerini sürümek, yaralarını üzerine işeyerek tedavi etmek istemiyor. İstemiyor da zulüm işleyen katillerin içeri atılması için de kollarını sıvamıyor. Görüldüğü üzere Bulgaristan Türklerinin haklarının verilmemesi konusunda aktif rol oynayan  BKP MK üyesi, Ağustos 1989 Kuveyt Görüşmelerinde Bulgar totaliter zulmünü savunan Georgi Yordanov, kitap yazmaya, azınlıklara karşı zehir saçmaya, tek dilli tem uluslu devlet çıkmazını savunmaya devam ediyor ve kılına dokunan, “a be sen diyorsun, durumu görmüyor musun? Halkımızın % 80’i “debil” oldu demiyor.” Totaliter faşizm taşını gerçekten kaldırıp altındaki çürümüşlükte topaçlaşmış solucan ve yılanları kimse görmek istemiyor. Herkes o taştan (tarihinden, geçmişinden, gerçeklikten) kaçıyor. Taş yerinde dururken ve insanlar ondan uzaklaşırken statüko korunuyor, ömrü uzuyor. 20. yüzyıldan 21. yüzyıla geçebildi.…

Yıllar önce, İstanbul “Çemberilitaş” merkezinde cumadan sonra koku almış balarısı gibi toplanır, konuşur, dertleşirdik. Güz çiçeklerinde bal olmadığını anlamamız zaman aldı. “Belene” açtıkça, mahkûmlar açılacağına içlerine kapandı. Uzun zaman eski toprakların ağzına baktık. İç dünyalarını dökmeye yanaşmadılar. Söze gelmediler. Sır küpü oldular. Ben birbirlerinden çekindiklerini hissediyordum.

İdeolojisi olmayan insanların ufku kapalıdır. Onları düşüncede modernleşmeye kazanmak isteyen Sayın Yalçın Koçak, bu olayı “Aziz” kod adıyla yazan, “ekonomik ve mali gerekçelerle, farklı bir dönemde, içer kalmış” bir Bulgaristan Türk aydınına havale etmişti ve birçok kitap çıktı. Olay Bulgarca yazıldı. Sanki Bulgar’a “bakın ne yaptınız” denmek istendi. Bu ise, Bulgar milliyetçiliğini birbirine sıktı, pekiştirdi ve son hesapta Türk düşmanlığından 21. yüzyıl Bulgar faşizmi doğdu.

O eserler olaylar sıradan olaylarmış gibi sıralanırken, ideolojik özden uzak, hayali bir anlayışla tuzlanarak, birçok sürgünün kişisel fotoğrafıyla da beslenerek yayınlandı. Bulgarların silahı “ulus devlet” kurmak için patladı. Bütün azınlıkları ulus devlet makinesinde (çarkında) kıymaktı ve 20. yy. boyunca kıydı. Üzerimize gelen saldırı, ideolojisi olan bir saldırıydı, devlet siyasetine, baskı ve terör uygulamasına dönüşmüştü. Biz Türkler ise, Türk kimliğimizi, Türkçülük ve Müslümanlık olarak savunduk. Türkçülük bizim ideolojimizdi. Yani bizim de yenilmez ideolojimiz vardı. Türkçülük, Yusuf Akçura’dan, Namık Kemal, Ziya Gökalp ve Mustafa Kemal Atatürk’le doğan ve güçlenen bir ideolojidir. 20 yüzyıl ideolojisidir. Son doruklarından biri Bulgaristan Türk ve tüm Müslümanlarının, kimlik olarak Türk ulusundan kopmaz, sökülmez bir parça olarak kendi kabul ettirmesini beyan etmemizle taçlanmıştır. Bu gerçek uğruna ayaklanmış olmamız tarihsel bir olaydır.

Ne ki, insan hakları bir ideoloji değildi. Benliksiz ve kimliksiz insan tipi yaratmak isteyen, azınlıkları bu iş için uygun gören neo-liberaller bu işin deşilmesini istemediler ve istemiyorlar. Bugünde yükü ve zulmü altında ezildiğimiz ve özümüzün çıkarılmak istendiği ulus devlet koşullarında, neo-liberalizm savunuculuyla geçinenler, şarlatandır.

İdeoloji, çiğnenmek için üretilmiş bir amerikan sakızı değildir. İnanç meselesidir. Vijdan işidir. Birikim ister. Hain Ahmet Doğan başta olmak üzere Lütfi Mestan da 28 yıl “Belene” ölüm kampına uğramadı. Çünkü “Belene” bir zulüm tezgahı olarak, liberalizm ocağı değildir.

Faşizmin, totalitarizmin, sosyalizm ve komünizmin ve onlarla beraber liberalizmin de red edildiği, boğazı sıkılıp Tına deryasına fırlatıldığı yerdir. “Belene” kampında ölüm bekleyenler liberalizm doğsun diye beklemediler. Hak ve özgürlük, adalet ve demokrasi güneşinin doğmasını beklediler. Bunun için zulme katlandılar, dayandılar, canları alınanların ruhu yaşıyor.

Hainlerin iplerini çeken var. Kendi akıllarıyla çalışmıyorlar.  “Belene” olayı kamuoyu masasına, yuvarlak masaya yatırılmadı, hükümet ve meclis gündemine gelmedi. Zulme dayananlar miting kürsülerinde dinlenmedi. Yani pirincin taşı ayıklanmadı. Hatta “Belenecilerin” arasında 52 kişi oldukları iddia edilen ajanların listesi çıkmadı, yayınlanmadı.

En kolay iş 3. kadehten sonra her komünistte bir “ajan – provokatör” görmekti. Yumrukla masaya vurmak. Sözde hepsine kök söktürmekti.

Şöyle ki, “Belene’de” muhbirlik yapan ve kapman çıkarken eline yüksek tahsil diploması verilenlerin şerefi dahi sorgulanmadı. “Onların arasına sokulmayı başarmış, biz de biraz arkalayalım da belki bir şeyler olur” zihniyeti üstün geldi. Ajanlar “inci” olsa  koyla dizilecek ve boyuna takılacaktı. Bir ara öyle değerlenmişlerdi ki. İnsan bazen hep yanlış tahtaya basılması nedenleri üzerinde düşünürken, acaba suyun durulmasını istemeyenler mi var geçiyor akıldan! Kampta kalmış ve daha sonra 1989 Mayıs Ayaklanmasına katılan kardeşlerimiz çok değerli eserler kaleme aldı. Ne ki bu çalışmalarda “sürgün olayının” politik psikolojisi aşamaları ve patlaması ele alınmadı.

2010 yılında “Belene” yarasına Ankara Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalında Vildane Özkan 2010’da doktora tezinde parmak bastı. Konu: “Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’nde Siyasi Otorite ile Ulusal Türk Azınlığı Arasındaki Güç İlişkileri Bağlamında Belene Toplama Kampı (1985 – 86).

Bu bilimsel çalışmada olay bir “kültürel-kırım” olarak ele alınıyor. “Avrupa tarihinde en hızlandırılmış kültürel-kırım olduğuna” işaret ediliyor.1989’da uygulanan “sınır dışı sürgünü” ise, İkinci Dünya Savaşından sonra “en büyük sürgün” olarak nitelendiriliyor.

Bu doktora tezinde, karşımdaki resimden bana bakan 1985-1986’na Belene kampında tutulan, tanık katılımcılar, Türkiye vatandaşı olarak taşıdıkları ad ve soyadlarıyla sıralanmıştır:

Devam edecek:

Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Paylaşınız lütfen.

Reklamlar