Dr. Nedim BİRİNCİ

 

Bulgar politikasında bu defa da en fazla işe yarayan yine KİN oldu.

Bulgar kininin köklerinde kökünde kıskançlık vardır. Öç alma duygusu Bulgar ırkında sönmeyen bir duygudur. Onlara, ya siz “ Türklere neden bu denli gammazlısınız?” diye sorsanız, hiçbiri cevap veremez. Çünkü insandaki kin belleği değil, bir dolgudur. Dünyaya gelen kiminle yaşayacağını bilmeden gelir. Kin, nefret ve öfke adresli olduğundan bebenin bilinçaltı boştur. Yeni doğan bebekler Türk, Bulgar veya Çingene olduklarını bilmezler. Kendinize bebek ilk önce kime öfkelenir diye sorsanız. “Anasına” cevabında zorlanmazsınız. Acıkınca anasına çığlık atarken öfke duygusu belirir. Gözleri kıvılcım saçar, üst damak içeri çekilir vs.

 

Konumuz sosyal-politik ilişkilerdeki kindir. Onlar bize belki de bu topraklara onlardan çok daha uzaklardan ve çok daha dolan başlı yollardan, çok daha zengin birikim ve kültürle, kimseye muhtaç olmadan işimizle gücümüzle geldiğimiz için öfkeli olabilir. Türkler Balkanlara öz kültürlerini İslam’a akıtarak dini bütün gelmiştir. O gün bu gün Bulgarlara asla uymamışlardır.  Zorlu gelen, gezip gören ve çok bilendir değimleri bizim için söylenmiştir. İşi Ustalığı kapan deneyim sahibidir de bunlardan biridir. Kültürlü olan sakin ve birikimlidir. Mesela bizim Orta Asya’dan daha yüksek bir uygarlık kültürüyle gelmiş olmamız kimi zaman kan kabarttı. Atalarımızın daha üstün bir üretim ve yaşam biçimiyle diyarlarca göçüp Balkanları vatan seçmesi imrenildi. Türk bireyin kimlikte bütünleşmiş oluşu da gıpta edilen bir özellik oldu.

 

Özümüzdeki Türk kimliğinde hiç kimseye KİN tutmama gerçeği vardır. Biz yaşadığı dünyayı seven ve ehlileştiren bir ırkız. “Kamu alem birdir bize deyen” büyük düşünürümüz Yanus Emredir. Mevlevi ve Bektaşi geleneklerinde ayırım yapmayan dünya sevgisi esastır. Yaşayış şeklimizde insan sevgisi, farklı olan herkese hoşgörülü davranma ve aynı ortamda yaşayanlarla iyi komşuluk etme, yardımlaşma en önde gelendir. Asırlar geçse de temel ilkelerimiz asla değişmemiştir. Birlikte yaşadığımız insanlara bizden farklı dil ve dinleri olduğu için kin tutma ve öfkeli davranma özümüzde hiçbir zaman yer etmemiştir. Biz, var oluşumuz boyunca özgürce konuşup, özgürce ibadet etmeyi insan haklarından en doğalı olarak kabul etmişiz. İnsanların farklılıklarına saygılı olmak özümüzden gelir.

 

Ne yazık ki, Hıristiyanlıkta ve öncelikle Bulgar ortamında işlerin Arap saçı gibi karıştığı ve bunalım girdabının toplumu dibe çektiği zamanlar derman mehlemi hep kin ve nefrette arandı. “İnsanı ve toplumu bitiren zehir kindir” uyarısı bizimdir. Kin, öfke ve nefret kaynakları ise kıskançlık ve bencilliktir. Toplumu içinden kemiren, dağıtan, parçalayan egoizmdir. Ne yazık ki, kıskançlık ve bencillik toplumumuzdan kazınamadı. Yeni hükümet ortaklığında da birleştirici alaşım oldu. Toplumsal bütünlüğü oluşturan ulus ve etnikler arasındaki farkları tanımayanlar bize “soya dönüş- Bulgarlaştırma” çilesini yaşattı. “Bende olması önemli değil, önemli olan komşumda (sende) olmasın!” nüktesi totaliter dönemde Bulgar folklorunda esaslı bir yer alırken, devlet politikasında zorba uygulanmasına esas olmuştur. Geçen hafta kurulan 4-lü hükümetin tutu ve biberi de “farklılıkları kazımak” olduğundan dolayı, Bulgaristan’da yeni bir kin ve nefret sayfası açılmıştır. Olay “öteki” olunca işler kökten değişirken, kıskançlık şimdi de yeniden paçadan sızdı.

 

Bulgar halkındaki bir başka önemli özellikli nitelikse birisi birine kızınca, etraftakilerin de aynı nefret korosunda yaygara koparmak için hemen yer almasıdır. Bu, bir horoz ötünce diğerlerin köylüyü ayağa kaldırması veya bir it mırıldadığında köy köpeklerinin bir ağızdan havlamasını anımsatır. Bu defa Bulgaristan’da anti-Türk korosu zirve yaptı. Söylenen şarkılar “soya dönüş” zulmüne devam davetidir. Biz ana dilimizde anaokulu isterken, onlar çocuklarımız daha memeden ayrılmadan Bulgar anaokullarına zorla toplamaya hazırlanıyorlar. Bu horozun sesi ilk günden çatlak çıktı. Kasımda Başbakan Borisov daha kabineyi açıklamadan imzalanan ortaklık bildirisi ve hükümet programındaki hedeflerin anti-Türk hedefli olduğunu gördük. Türklere, Müslümanlığa, İslam’a, etnik farklılıkları tanıyıp kardeşçe yaşamaya, insan haklarımıza karşı yeni saldırı yarışına sanki start verildi.  Bulgaristan’da Türk ve Müslümanlık düşmanlığı tohum gibi ekilip biterken ikizleyen, üçüzler ve körüklemeden alevlenen bir ateşe dönüşür.

 

Aslında bizim köy köpekleri konu komşuyu kokusundan tanır. Birbirleriyle iyi geçinenlere, ezan ve çan sesine, okul çocuklarına havlamazlar. Kadına kıza kuyruk sallar, geçer, saldırmazlardı. Bu kural da bozuldu. Bu yılın Haziran, Temmuz, Ağustos ve Eylül ayları yani Ekimdeki seçim öncesi aylarda ve 1 ay süren yeni kabineyi çatma sürecinde her gün 1984 Aralığı ile 1989 Büyük Göçüne uzanan sıkıntılı günleri sanki yeniden yaşadık. Gece gündüz kötülendik. Bulgar kıskançlığı zehir döktü. Hedef HÖH-DPS partisinin Bulgar halkına karşı hal hatır kırıcı tek söz söylemeden seçim kampanyası yürütmesi oldu. Karşılıklı saygı ortamında beraber yaşayışımızın değişmez yazgı oluşunu kabul etmek istemeyenler birlik ve beraberliğimizi, sakin ve hoşgörülü mizacımızı,  sıkı dayanışma, yardımlaşma ve dostluğumuzu bozamadıklarından gocundular. Öfkeyi politika yaptılar. Bozuk niyetler kabak çiçeği gibi açtı. Çocuklarımızı 5 yaşında Bulgarca sınavına tabii tutup onların ana dilini bilmeyen Türk, Pomak ve Çingene yavruların okul kaydına engel olmayı konu ettiler. Bunu İngiliz sömürgecileri 200 yıl önce Hindistan’da uygulamıştı. Ötekileştiren, diskriminasyon gibi ayrımcı, farklılaştıran bir muamele öngören sömürgecilik politikası bize geliyor. Farklı yaklaşım siyasetiyle o zaman İngilizler Hindistan’da 5 bin çocuktan ancak birini koleje alıyor,  100 bin kişiden birini devlette memur atıyor, 100 milyon Hintliden birini de İngiliz Avam Kamarası’nda temsilci yapıyordu. Gandi İsyanı Hindistan halkları kör cahil bulmuştu. Arkamızı T.C.ye dayamazsak başımıza gelecekleri bir yaratan bilir. Ayrımcı politika bizde son 25 yılda yeni-liberal biçimiyle zaten uygulanıyor. Misal göstermek gerekirse, gizli servis ve komünizm çömezi Ahmet Doğan hala “sarayda” yaşatılıyor. Halkımızın bedbahtlığı ırkçılar ve çotukları için mutlu esinti oldu.

 

1984’te Bulgaristan’da it korosunun büyük şöleni Plovdiv (Filibe) Belediye Mahkemesinde çok özel ve çok kıymetli tarih ve sanat eserlerimizden Karlovo  “Kurşun Cami” Baş Müftülüğe iade edilsin kararını dikte edilirken başladı. Kırcaali’de Medrese, Dobriçte Büyük Okul ve avlusu, Vidin’de Konak ve bazı diğer değerli mülklerimizin yerel mahkemelerce gerçek sahibine geri verilmesi gereği ilan edilince Bulgar milliyetçiliği iyice hortladı. Çılbırını koparmış azgın hayvanların sebep olduğu dehşet yaşandı. Irkçı milliyetçiler, vatan topraklarımızda onların dışında bir etniğin-milletlerin, halkların, kültür ve dinlerin, kadim medeniyetlerin malı mülkü taşınmazı olmasına tahammülsüz olmadığını gizleyemediler.

 

Geçmişiyle, tapusuyla, üzerindeki allın teriyle bizim olanlarla ilgili onların “bizimdir ve vermeyiz” demeleri, belki de günümüzde güzel dünyamızı kirleten en tehlikeli çağ dışı zihniyettir. Bulgar kıskançlığı ve kinine bu dünyada artık yer olmadığına hepimiz ikna olduk. Bir çoğumuzda tortu bataklığında yaşıyoruz duygusu uyandı.

 

TV Belgesellerinde Tornado girdabı izlerken, suda ya da karada başlayan burgaç hakkında “o bu dehşetli kudreti nereden alıyor” sorusunu kendinize sormuşsunuzdur. Son zamanda kâinatın ortasında bir kara delik olduğu bahsi açıldı. Burgacın ortasındaki kara delik görüntülendi. “Yıkıcı enerjinin kaynağıdır!” deyenler oldu. Öyleyse, insanın içindeki olumsuz enerjinin, hasımlığın yani KİN, ÖFKE ve DÜŞMANLIKLARIN ini, ÖTEKİLEŞTİRME jeneratörü nerededir? Kafalarda bir soru patladı. Milliyetçiliğin körüklediği politik girdap insanlığın ilerlemesine ters akıntıların oluşturduğu bir kör dönmeyse, toplumsal gelişimi durdurduğu için neden yasaklanmıyor? Bulgaristan’ın imzaladığı bunca uluslar arası antlaşma neden uygulanmıyor? Milliyetçilik burgaçları da rast gele kör döngü müdür!? Yoksa bir yasallık mıdır?  Bizdeki KİN’in kaynağı Bulgar ırkının unutmasına olanak verilmeyen çarpıtılmış tarihse, bunun doğru dürüst yazılmasına yol yok mu? Bir tornadonun kendini frenleyemediği, zapt edemediği, stop edemediği ve yerli yerinde mıhlanamadığı gibi insan ruhuna mayalanan ve fırsat buldukça ateşlenen kötülükleri stop edip enerjisini toprağa akıtıp hafızadan kazıma olanaksız mıdır! Cevabınız var mı? Düşmanlıklar  kurutulup kökleri kazınamaz mı!? Yoksa “kazıma” fiili yalnız Türklerin devlet görevlerinden kazınıp atılması için mi geçerlidir. Bir haftada 100 Türk memurluktan atıldı yetmedi mi?

 

Bu defa şuna da tanık olduk: 1984–1989 arası birliktiler, hiç biri BKP ve devlet çizgisinden sapmadı. Bize “geçmiş olsun!” deyen tek Bulgar olmadı. Henüz dili sökülmemiş bebeler, kötürüm olmuş ve son nefesle ölümü bekleyenler sonraya bırakılmadı. Ve şimdi de sırtlanlar gibi birlik oldular, Bulgaristan Türklerini, Pomakları ve Roman kardeşlerimizi DPS’ deki özgürlükçü yolu kesmek için birlik oldular. Hepsi birden her yönden ve hep bir ağızdan havladılar.

 

Bir kitapta “düşman yakınında olandır” gibi bir şey okumuştum. “Yap iyiliği, bul kötülüğü” nüktesi bizimdir. Bulgaristan’da zamanını dolduran Sosyalist Parti (BSP)  ile ne yazık ki, öz halkına ihanet etmeye devam eden Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH-DPS) arasındaki ilişkiler bu gerçekliğe aynadır. 4 defa birlikte hükümet kuran, bal kazanından beraber kaşıklayan, erkek erkeğe dudak dudağa öpüşenler nasıl unutulur? Oysa şimdi birbirlerinden cüzamlı gibi kaçıyorlar. Mırlayan itler gibi birbirlerine diş biliyorlar.

 

Yeni politik sahnede “olgun” ve “baba” tavırlı bir kişilik sahnelemeye çalışan Başbakan Borisov “ HÖH-DPS partisi yeni kabineye oy vermesin!” çağrısıyla bambaşka bir miskinlik etti. 4 eşeği bir kazığa bağlamaya çalışırken ipi milliyetçi pislikle yağladı. Ne yazık ki, başka formül bulamadı. Bu da Bulgar politikasında hala barış, dostluk ve güvence kıvamına gelinemediğine kanıt oldu.

 

Son aylarda aşırı soldan milliyetçi  “Ataka” ile aşırı sağdan ırkçı “Milliyetçi Cephe” partileri Türkleri, Türklüğü, Müslümanlığı, İslam’ı ve Türk uygarlığının aziz eserlerini, iyilik erdemlerini kötüleme yarışına yeniden giriştiler. Şu an ellerinde sihirli bir değnek olsa, AB’den birazcık yüz bulabilseler, hepimizi bir çırpıda Boğazdan öte uçurmaya can atıyorlar.

Neler yaşadık, nelere alıştık, buna da alışırız İş Allah.

 

HÖH Genel Başkanı Lütfü Mestan bile bu defa boş bulundu. Bütün kirli donlarını ipte görünce biraz kendine geldi ama ualnız birazcık! TV ekranında 1978 askerliğini anlatmaya başladı. Çözülüyor. 1992’de gizli servis “DC” hizmetinde olmadığına belge imzalamıştı. Olmuş olsan ne olur, olmamış olsan ne olur!? İnsanlar yuvalarından kovulmuş, köyün boşalmış, altın fincanın ve “Mehmet Efendi” kahvesinden kahven olsa, ne olur? Yan yana diz dize oturup iki söz edecek hemşerin mi kaldı! Milletimiz, senin köydeşlerden çekti. Önce Şükrü Tahir’den, sonda senden, bir de şimdi yeni fırlayan, eski polis sopacısı Mümün Tahir’den çekecek. Eşek dikeni sulanıyor. Bizim çekilerimiz bitmez. Ama şu Bulgar var ya adlıya seni karşına ve sordu ya istediği sorularını… Ben devletime “hizmet ettim!” deyemedin. Yazıklar olsun sana! Bu iş tarla kazmak gibidir Lütfü. Çapa taşa çarpar, yüzü döner, sapı kırılır, ama çapalayan bu işin altından şerefle çıkmak zorundadır. Sen çıkamadın. Delyan Peevskiyi savunuyorsun. Neyin oluyor senin şu haydut dölü. 500 000 bin Türk yuvasından kovuldu. Birisine geçmiş olsun dedin mi? Deyemedin. Deyemezsin de…Peevskiymiş…..Vay be!

 

Dost bildiğin düşmanın şakası yoktur. Kirli işlerle uğraşan devletin kendisiydi. Muhbirler alet edildi. Gizli polise hizmet edenlerin kendilerini suçlu hissetmesi gerekir. Bu işin affı yoktur.  Şerefli devletin şerefli eri olmak büyük bir onurdur. Ne var ki, gâvura hizmetin şeriflisi olmaz, boka basan kirlenir. Yıllar sonra Lütfü’nün de üzerine sıçradı. Hainler, muhbirler, gammazcılar ordusu oluşturulduğunun bilinci geç oluştu. Denize dalanın “tuzlu su yutmadım” demesine gerek yok ve kimse inanmaz. Umutlu gençlerimizi itibarsızlaştırma devlet politikasından bir halkaydı. Türkleri birbirinin ve kamuoyunun gözünden düşürmek ve haysiyetsizleştirmek o ince politikanın çok kalın bir çizgisiydi.

 

Bir de bazı dosyaların bugün de gizli tutulması anlaşılır gibi değil. Dosya olayı onur sorunu oldu. Strazburg İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşındı. Vatandaş olma şerefinin ayakaltına alındığını kıdemli Bulgar subaylar bile anladı. Gizli servis için “vatan adına”, “milli menfaatleri savunma” gibi saçmalıklarla muhbirliğe zorlananlar aldatılmış olduklarının bilincine vardı. Acı çekiyorlar.

 

Bununla beraber Bulgaristan Türklerinin Ata Vatan sevgisiyle devlete hizmet etmiş olmasi de milliyetçileri gocundurdu. Bugünkü totalitarizm uzantıları, demokrasi bodurları kuşağın anti-Türk, anti-Müslüman ve anti-DPS düşmanlığı hortlatmasına şaşmamak gerek! Bulgar toplumunda dün olduğu gibi bugün de insana seçmeli yaklaşım egemendir. Yeni hükümette eski BKP MK Politik Büro üyelerinin, komünist bakan, genel müdür, müfettiş ve generallerin torunları yeniden bakan koltuklarına oturdu. “Hakkımızdır” havasına girdiler.

 

Bugün dosyaları çarşıya çıkarıldığı için iş bulamayan Türkler dün bu devlet ordusunda askerdi. Dedeleri ise 1912 Edirne Savaşında ön mevziiye sürülmüştü. Hayat bazen demir para gibidir. Bir yüzünü kirletip, pis deyip çöpe atan görmedim. Pişmanlık insan vasfıdır. Bakalım son pişmanlık kime nasip olacak? Sular akarken arınır diyorum. Geçen asrın tüm tortusu hepimizi boğuyor. İstemesek de biz de girdap içindeyiz.  Buna rağmen köpek sesine pabuç bırakmıyacağız.

 

Borisov’un “HÖH-DPS bizi desteklemesin!” çağrısına yanıt veren Genel Başkan L. Mestan “Diz çöküp yalvarsanız bile, size oy vermeyiz!” deyince çevremizde olumlu yankılandı. 25 senelik sürünmeli bocalamadan sonra bu ilk başkaldırı olarak kabul edildi.

 

Bulgar mantalitesine (zihniyetine) bakıldığında, döneklerin de itibarda olması gerekir.Çünkü her gün farklı konuşan insanda ahlak arayamayız. Ayıbın parladığı ortamında, moral diye bir şey olmaz. Tuzlu denizde içme suyu aramak boşunadır. Bundan dolayı Bulgarların ahlaksal ortamında döneklik ve yalan söyleme hele bu Türklere karşıysa, maalesef, ne lanetlenir ne yargılanır, onurlandığı görülmüştür. Bu açıdan bakıldığında, “Türklere 10 bakan yardımcılığı” vaadiyle oy avlayanların, havanda su dövüldüğü yakında ortaya çıkacaktır.

 

Bizdeki ilerleme hep dalgalıdır. Dalgalarsa git gelelidir.  Bu defa ilk dalga yükselirken Reformcu Blok özünde yer alan eski başbakanlardan İv. Kostov’un Güçlü Bulgaristan Partisi “DCD” lideri Radan Kınev fırsat bulup geri çekildi. Eski günah tepeleri dalganın sahile varmasını engelledi. Yuvarlak hesap149 oya dayanan kabine iki dalga dönüşüne belki dayanabilir.

 

Bu arada, Bulgar TV Birinci kanalından 10 dakika Türkçe haber bültenini indirilmesiyle herhangi bir değişiklik meydana geleceğine inanmıyoruz. Çünkü kendilerini Türk ulusundan, tarihinden, kültüründen ve uygarlığından kopmaz bir parça sayan, bu ruhsallığı bilinçaltı ve bilinç olarak besleyerek yaşatan Bulgaristan Türkleri ve Müslümanları çanak antenlerini daha 20 yıl önce Türk-Sat’a çevirdi. Bir de şöyle bir özellik var, evlerinde günde 3 Türk dizisi izleyen Bulgarların Türklükten birçok şeyi yeni yeni öğrendiklerine tanık oluyoruz. 800 yıl tarhana çorbasının, sucuklu yumurtanın ve barbunyanın tadını öğrenemeyenlerin gözleri yeni açılmaya başladı. Tabanın derinlerinden Türklere karşı daha ılımlı tavır geldiği de dikkati çekiyor. Bu bakıma “Ataka” ve “Ulusal Cephe” havlamasından hiç şey çıkmaması da büyük bir ihtimal olarak ortadadır. Bilirsiniz, çok sallanan dalın meyveleri kendiliğinden ve erken düşer ve domuzlara yem olur. Gelişmelerdeki ana yön budur.

 

Herkesin düşünmesi gereken birkaç hassas nokta daha var. Bulgar bilimlerinin konusu da budur. Bulgaristan Bilimler Akademisi’nin dış ülkelere çıkan Bulgarlar arasında yaptığı bir anketin sonuçlarını şöyle açıklandı.

 

Bulgar halkı 10 Kasım 1989’da totaliter rejimin değişmesiyle özgürce seçme ve seçilme hakkı kazandı, ekonomi, kültür ve bireysel yaşam üzerindeki sıkı kontrol kalktı. Bunlar değişimin getirdiği önemli kazanımlardır.

 

Fakat halkın yitirdiği çok daha fazladır. Aynı dönemde daha büyük kısmı gençlerden oluşan 1 650 000 (bir milyon altı yüz elli bin) kişi geri dönmemek üzere ülkeyi terk etti. Bunlar ve daha başka kesimler Bulgaristan’a asla geri dönmemeye karar vermiştir. 10 Kasım 1989’dan sonra ülkeyi idare etmeyi deneyenlere tarihin vereceği en ağır ceza bu olacaktır.

 

İlave etmek istediğimiz husus şudur:

 

Bulgaristan gibi milliyetçilik burgacından çıkamayan ülkelerin normal yaşayışı için yalnız özgürlük yeterli değildir. Ülkenin normal yaşanası bir yer olması da gerekir. Biz etniklere zehir saçan bir tornado ülkesi yaşamak istemiyoruz. Bir de birbirini kovalayan patlamalar ülkesinde yaşamak da istemiyoruz. Fabrika patlamazsa, baraj duvarı çatlıyor, o da olmazsa bankalar iflas ediyor, nereye kadar?

 

Bulgar Bilimler Akademisi Yeni Bulgar Tarihi’nin 9 cildini yazdı ve yayınladı. Şimdi 1944-1989 yılları tarihi kaleme alınıyor. Bu dönemde en çok çalışan, en fazla çeken biz Türkler ve Müslümanlar olduk. 10.cildin içinde tarih izlerimiz olacak mı dersiniz? Yoksa bizim başımıza kabak patlayalı daha 50 yıl geçmediği için bekletirler mi!? Tarihimizi hep başkaları yazdığından üzgünüm.

 

Bulgaristan halkının çok ağır yazgı çizgisi içindeyiz. Ne kadar yan çizerlerse çizsinler, bizim bir bütünlük içindir oluşturucu bir öz olduğumuzu algılamaları için dilimizi, dinimizi ve özgün kültürümüzü kabul etmeleri kaçınılmaz oldu. XXI. yüzyıla girerken Rusya’dan Brüksel’e dönüp son yüzyılın rezilliklerini pazarlayamayız. Her cismin iki yüzü vardır. Bir yüzünde bizsek, ötekinde onlardır. Onlar ve biz o cismin bütününü oluştururuz. Anlamaları zorunludur. Biz iki yüzden oluşan bir bütünüz. Onlar bu gerçek kabul etmeden ilerleyemeyiz. Yazılan tarihte unutulmuş olsak bile yazılmamış sayfalarda beraber yaşamak zorundayız. Bu gerçek değiştirilemez. Kendileri değişmeyenler başkalarını asla etkileyemez. Vatanı ebediyen terk etmeyi göze alanlarsa hem tarihe hem geleceğe küs olanlardır. Onlara gurbet suyu içiren ise içlerinde söndüremedikleri öfkedir. Kine dayanan denge en kısa zamanda çökmek zorundadır.

Reklamlar