BGSAM

Bulgaristan’da yaşayan Türkleri anlatmak yazılmamış bir kitabın sayfalarını okumak kadar zordur.

Dünyada yaşayan halkların atalarının büyük göç selleriyle hareketlendiğinde, onların soyları da günümüzde Ata Vatan bildikleri vadi ve yamaçlara Bizans ve Osmanlı çağlarında konmuş ve kendilerinden önce ve sonra gelenlere kardeş ve komşu demişlerdir. Günümüz Bulgaristan Cumhuriyeti sınırları içinde bir Türk ve İslam kitlesi olarak oluşmaları Osmanlı dönemine rastlar. Herkesin de bildiği gibi Osmanlı bir Balkan Devletiydi.

Öyle ki, bugünkü Bulgaristan Türk etnik halk topluluğu, tarih içinde karmaşık etnik, sosyal ve kültürel süreçlerde gelişen ve somut Bulgar koşullarında biçimlenen bir tarihsel olgudur. Etnik azınlık olarak şekillenmesi (1877 / 1878) Rus – Osmanlı Savaşı’ndan sonra gerçekleşir.

Öz bilinci olan bu halk topluluğu ana dili, dini, kültürü, adet ve gelenekleri bakımından, Bulgar ulusundan ve Bulgar halkını oluşturan diğer öğelerden farklılıklar gösterir.

Bulgaristan gerçekliğinde bir oluşturucu unsur olan Türk etnik topluluğu özellikli bir yere sahip olup Bulgaristan’ın yeni ve en yeni tarihinde şimdi de belirli bir rol oynuyor.

Son yirmi otuz yılda onun Bulgaristan yaşamındaki rolü son derece aktüel özellikler gösterdi. Geçen yüzyılın 60’lı yıllarında Bulgar totaliter rejimi Türklerden tamamen kurtulma yolları aradı.

Onları toplu göçe zorlamayı hesapladı. Bulgaristan Türkleri sorununun göçle çözülemeyeceğine inandığında, yeni köklü çözümler bulmaya çalışırken, doruk noktası “soya dönmüş” trajedisi olan, asimilasyon politikası uygulamayı benimsedi. Özünde, etnik Türk kimliğinin zorla eritilerek Bulgar kimliğiyle değiştirilmesi olan bu yüz karası süreç, halen Bulgaristan’da yaşayan Türk halk topluluğu önüne, Türk azınlığı olarak var olma ve kendi geleceğini yaratma sorununu tüm çıplaklıyla koydu.

Yıllar içinde Bulgaristan’da etnik sorunların taşıdığı önemin olağanüstü artması sonucunda, ülkede yaşayan Bulgarlar ve Türkler arasında barış içinde uyumlu yaşama yolunda anlaşma iyi komşuluk ve hoşgörü geleneklerini canlandırıp sürdürme gerekliliği bu halk topluluğunun yakın ve uzak geçmişini irdeleme gereğini gündeme getirdi. Bu açıdan bilimsel amaçlı olmak üzere XXI. yy.la girerken birçok ilk adım atıldı.  Kaleme almaya çalıştığımız elinizdeki kısa uğraşı, son dönem politik gelişmelerin güncel yorumlanmasına ayarlı yeni yanlışlar yapılmasına olanak vermemek amacıyla hazırlanmıştır.

Bulgaristan Türkleri tarihini, Osmanlı, 1877 – 1878 döneminden sonra; İkinci Dünya Savaşı arası 1918 – 1939 dönemi; 1944 – 1990 totaliter sosyalist dönem, onun içindeki 1985–1990 “Bulgarlaştırma” katliamı ile “büyük göç,”  ve 1990’dan günümüze uzanan sahte demokrasi dönemi olarak incelemek mümkündür.

Bu aşamalar arasında sıkı bir bağlılık vardır.

Bu dönemlerin hepsinde egemen olan Bulgar ulusu, bir azınlık olan Türk halk topluluğuna karşı değişik, birbirinin devamı olan ya da hatta birbirini ret eden politikalar uygulamıştır. XX. yy.ın sonlarında Türk azınlığıyla uğraşı, Bulgar devlet ve parti politikalarında odak noktası ve strateji belirleyici olmuştur.

Bir de, bunlar olurken, Türk azınlığı Bulgaristan’ın yeni tarihinin her aşamasında çok aktif olumlu kurucu güç rolü oynamıştır.

Daha 1878’de Bulgar topraklarından bir bölümün Osmanlı’dan ayrıldığı ilk yılda, Kurucu Meclis olan Tırnovo Büyük Millet Meclisi’nde 40 Türk milletvekili Anayasa hazırlıklarına katılıp birlikte var olmanın sağlam temellerini atmışlardır. Daha sonra seçilen Bulgar yasama organlarının hepsinde Türk azınlığı kendi seçtiği temsilcilerle yer almıştır.

Balkan topraklarındaki ilk şiddetli savaşlara rastlayan 1913’lerde derin bunalıma düşen Bulgar devletinin belini doğrultmasında Radoslav’un partisine destek veren 14 kişilik Türk Milletvekili grubu, tarih yazan rol oynadı. Bulgaristan Halk Çiftçi Partisinin (BHÇB) iktidarında ( 1920 – 1923 ) Mecliste 10 Türk milletvekili, 1923’te 4, 1927 seçimlerinde ise yine BHÇP listesinden olmak üzere 6 milletvekili yer almıştır.

Türk vekiller Başbakan Al.  Stamboliyski’nin köklü reformlarını her bakıma desteklemiştir.  21 Haziran 1931’de yapılan parlamento seçimlerinde BHÇP (Vrapça -1), Demokrat Parti ve diğer demokratik güçlerin oluşturduğu Halk Cephesi’ni destekleyen Türk seçmen Sofya’da hükümet değişikliğine neden olmuştur. Bu aktif politik etkinlik 1921 – 1931 yılları arası kesintisiz devam eden Türkiye’ye göç şartlarında yürütüldüğünden, III. Bulgar devleti olarak tarihe geçen, Çarlık rejiminde de verilen Vatan kavgamıza tanıklık eder. 1934 askeri darbesinden sonra, büyük savaş arifesinde ve esnasında Bulgaristan’da yasama hayatı felce uğramıştır.

Elinizdeki Bulgaristan Türkleri Üzerine Tarih Notları’nda, Bulgaristan Türk azınlığı ile ilgili, Bulgar devletinin oluşturup izlediği politikaların,  öncelikle daha yeni bir dönemi olan,  İkinci Dünya Savaşı sonrasını, totaliter sosyalizm dönemini (1944 / 1990), onun özünü oluşturan “soya dönüş” sürecini ve çok kısa noktalamalarla 1990’dan sonra yerleşen yalancı demokrasi aşamasında hain bir tuzağa düşürülüşlerini ele almak istiyoruz.

İkinci Dünya Savaşından (1945) sonra, Bulgaristan’da ulusal azınlık sorununun çözümünde iki eğilim ortaya çıkar.

Bir, azınlık etnik kimlik ve kültürünü koruyup geliştirmeyi amaçlar.  Enternasyonalizm, dayanışma, ulusal zulme son verilmesi, yazgı belirleme gibi çözümler içerir.

İkincisi de,  o yıllarda hakim olmaya başlayan Marksist ilkelerden resmen vazgeçmeden, Bulgaristan Türklerine karşı savaş yıllarında katmerleşen ön yargıları aşma hedefini rafa kaldırıp, savaştan sonra gelişim modeli olarak Batı demokrasisini ve sosyalizme karşı koyma yolunu seçen Türkiye’nin aynı dili konulan bu ahaliyi etkileyici propaganda imkânlarını mutlaklaştırıldı.

Bu eğilimin sentezini 1947 yılında Moskova ile danıştıktan sonra Şumen tren istasyonunda bir konuşma yapan parti önderi Georgi Dimitrov şöyle dile getirdi: “Ulusal azınlıklara tüm hakları tanınmalıdır, fakat Türklerle dikkatli olunuz! Onlar eşit haklı olmalıdır, Bulgarların olduğu gibi aynı politik ve sivil hakları sahip olmalıdırlar, olanaklar el verdiğinde kendi dillerinde okumalı, okul ve camileri olmalıdır.

Fakat Türkler olarak özel bir ulusal Türk hareket temsil etmeden, çünkü aksi halde ülkede Türk ajanları için koşullar oluşabilir. Bizse Türkiye’yi Avrupa’dan Asya’ya doğru geri itmek istiyoruz. Biz Türk milliyetçilerini tanımıyoruz. Türk okullarında Bulgar dili zorunlu okutulan dil olacaktır.” Konuşmada ifade bulduğu üzere, Komünist partisi lideri, Türk azınlığın yönünü Türkiye’den koparılması ve dikkatini Sofya ve Moskova’ya çevirmesini istedi.

Bu görüşün temelinde, 10 Şubat 1947’de Bulgaristan’ın Müttefik devletlerle imzaladığı Paris Barış Anlaşması gerçeği vardır. Aynı yıl kabul edilen Yeni Bulgar Anayasası Türklere kültürlerini ve dillerini geliştirme hakkı tanır.  Bir de, 1947 Anayasasıyla Bulgaristan’da tek partili sosyalist totaliter düzenin hukuksal temelleri atılır. Çelişki içinde oluşan yeni ortamda, 1947 – 1949 arası dönemde ulusal azınlıklar konusunda Birinci Eğilim uygulandı. O yıllarda, ülke nüfusunun % 9.6’sını oluşturan Türk azınlığı kültür ve eğitim haklarını aldı. Eski rejimlerin eğitim ve kültür alanında uyguladığı yasaklar kalktı.

Türk azınlığı politik yaşama kazanılmak suretiyle sosyalizm kuruculuğuna çekilme rotası belirlendi.

Anımsatmak yerinde olur. Geleneksel olarak Bulgaristan Türk azınlığı Büyük Savaş öncesi yıllarda BHÇP, Demokrat Parti, Liberaller gibi sol kanat partilere ılımlı bakıyor ve onları destekliyordu. Savaştan sonraki ilk yıllarda BHÇP (N. Petkov) kanadı, Türk azınlığa ilgi gösterirken onları sürekli uyardı. Komünist Partinin iktidarda tutunduktan sonra,  önce Türklere saldıracağına ikaz etti. Din hakkının hedef olacağına dikkat çekti. Bu çalışmalar sonucunda 1947 Büyük Millet Meclisi seçimlerinde Türk azınlık oyunu muhalefete verdi. Daha sonraki yıllarda haklı olduklarını tarih kanıtlayan Çiftçilerin o yıllardaki yoğun çalışmalarına karşın, komünistler Bulgaristan Türklerinin azınlık hakları kısmını da olsa tanıdı. Aşağıdaki rakamlar Türk azınlığın umudunu arttırmasına yetti de arttı. 1943 / 1944’te 424 olan Türk okullarının sayısı 1947 / 1948 ders yılında 894 olurken, öğrenci sayısı da 37 335’ten 88 600 ‘e çıktı.

Türkçe basın yayın ve propaganda işlerine büyük önem verildi. Türk dilinde “Işık”, “Yeni Işık”, “Ziya, “Eylülcü Çocuk”, “Halk Gençliği” adında gazeteler çıktı. Eski Zara (Stara Zagora) ve Sofya’da başlayan Türkçe Radyo yayınları giderek saatlerini arttırdı. “Halk Eğitim” ve “Parti Yayınları” gibi basım evleri Türkçe kitap basmaya başladı. Okul kitapları değiştirildi. İl merkezlerindeki Türk lise ve pedagoji okullarında ve Sofya Üniversitesinde Türk kadrolar yetişiyordu. Sosyal yaşam hareketlendi, Türk azınlığın öz kültürü yeşerdi.  Kırcaali, Razgrad ve Şumen Türk Tiyatroları perde açtı.

Amatör kolektifler sahne doldurdu.  Türklerin yaşadığı köy ve kentlerde yeni hava estiriyor.

Bu çalışmaları, Komünist Partisi (BKP) MK’deki “Türk Şubesi” yönetiyordu. Bu şube ikide bir isim değişikliği kaydetse de, 1984 yılına kadar görev yaptı.

Yeni eğilimi belirleyen ilk iki dönemde alınan kararların halka indirilmesinde Türk milletvekillerinden Sabri Demir ile Ahmet Yakubov aktif rol oynadı.

Türk ahalisinin ana üretim aracı olan, toprak mülkiyetine ilişkin yasa değişikler kabul edildi ve 25 bin Türk köylüsüne bedava toprak dağıtıldı. Doğu Rodoplar’da yaşayan Türklerin ana geçim kaynağı olan türünü devlet satın almaya başladı. 30 bin Türk köylü ihtiyara emeklilik bağlandı. Çok çocuklu ailelere karşılıksız gıda ve para yardımı yapılıyordu.

Yeni politik ortamda aktifleşen Türklerden 31 bin kişi daha 1948’de komünistlere karışırken, 73 bin kişi de Vatan Cephesi’ne girdi. 1949’daki olağan meclise 6, Büyük Millet Meclisi’ne 11 Türk milletvekili seçildi. 1949’da 2 220 Türk yerel meclislerde yer aldı. Bulgaristan Türkleri merkez ve temel idarelere davet edilmişti ve kayılıyordu. Totaliter sosyalist topluma ısınma süreci böyle hız aldı.

Bu cömertliğe rağmen,  totaliter sosyalist rejim, Bulgaristan Türklerini yüzde yüz kucaklayamadı. 1950–1951’de yeni rejimi kabul etmeyenler Türkiye’ye göç ettiler.

Parti V. Kongresi, sosyalizm davasına ılımlı bakan ama gönlü Türkiye’de olanlardan kurtulma stratejisi geliştirdi. İktidarı güçlenen komünistlerin yeni önlemleri, Türklerin gelenekleri, yaşam özellikleri ve İslam dini gerekleri göz önünde bulundurulmadan dayatılmaya başlandı.  Tek taraflı gelişmeler sayıca kalabalık olan Türk ortamında duyarlılığı arttırdı. Rahatsız olanlar oldu. Din işleri üzerinde sıkı devlet kontrolü daha 1945’te uygulanmaya başlanmıştı.  Baş Müftü ve İl Müftüleri, Yüksek Din Konseyi ile Şeriat Mahkemesi Başkanı ve heyeti üyelerini devlet tarafından atanıyordu. Dinsel yaşamın özgürlüğü budanıyordu. Din işleri Dış İşleri Bakanlığına bağlandı. Evlenme boşanma işleri müftülüklerden alındı. İl Müftülükleri 38’den 17’ye düştü. Baş Müftülüğün medreseler dışında okul ve eğitime karışması söz konusu olamazdı.

Din eğitimi yok derece azaldı.

Bulgar Dış İşleri Bakanlığından izin almadan cami, mescit vs. inşaatları imkânsız oldu. Vakıf etkinliklerine son verildi. Anı dönemde Şumen din okulu Nüvvab Müdürü Ahmet Davutoğlu tutuklandı. Öğretmenlerden Osman Kılıç yargılandı ve ölüm cezası aldı. Rusçuk mahkemesinde ve daha birçok merkezde din adamları mahkemeye çıkarıldı. Bu gelişmeler Türk ahalisini etkilerken,  Müslümanlar arasında rahatsızlık ve daha sonra rejime güvensizlik belirdi. Sıkıntılı bir dönem kapı açtı.

O yıllarda, Bulgaristan Türkleri % 83 kırsal kesimde yaşadıklarından, V. Kongresinde alınan kooperatifçilik, toprakları kooperatiflerde ortak işleme kararı, Türkler tarafından toprak sahibi olma hakkına saldırı olarak algılandı. Köylülerin huzuru iyice kaçtı. Tarımsal iş ekiplerinde Müslüman ve Müslüman olmayanların, kadınlı erkekli gruplarda birlikte çalışması ortamı iyice karıştıran başka bir neden oldu.

Bu gelişmeler seyrinde, uygulanmaya başlayan ve geniş emekçi kitlelerini kapsayan reform nitelikli önlemler Türklerde ikirciklik yaratırken, onların yeni ortamın başka seçenek sunmadığını görmelerine de yardımcı oldu.

O yıllarda, işbu yepyeni ortamda, Türk sorunu belirdi ve ufukta çözüm aramaya başladı.  Türkiye’ye göçü, Türk sorununun çözümüne açık kapı olarak görenler, artık Bulgar hükümetinde söz sahibi olmuştu. Sosyalist dönüşümleri tırmanılması güç bir yol olarak görenler başını Türkiye’ye çevirdi.

Özünde sosyalist yapılanışında totaliter olan Bulgar devletini kuran G. Dimitrov’un bu yeni ortamda,  Bulgaristan Türkleri hakkında yaptığı yeni bir konuşma unutulacak gibi değildir. Bu konuşma XX. asrın ikinci yarısında Bulgaristan’ın azınlıklar politikasında kilometre taşı oldu.  “Aramızda kalmak şartıyla söylüyorum, güney sınırımızda, ülkemiz için devamlı ülser durumunda olan, Bulgar olmayan nüfus yaşıyor. Parti ve hükümet olarak önümüzdeki ödev, bu nüfusu oradan kaldırıp, başka bölgelere aktarmak ve sınır boylarına kendi Bulgar nüfusumuzu yerleştirmektir.

Bulgaristan’ın değişik başka noktalarında, Razgrad ve Şümen bölgesinde, bir arada yaşayan Türk nüfus var. Azınlık gruplarına sınırsız hürriyet bahşeden rejimimizde, müftüler ve diğer Türk ajanlar baş kaldırmaya başladı; gençler Türk milliyetçiliği gösterme yolunu seçiyor; gözleri İstanbul ve Ankara’dadır. Onlara karşı gerekli tüm önlemleri almak zorundayız. Bu sorun daha bu yıl, yani 1948’de çözüm bulmalıdır. Bu karmaşık operasyonu gerçekleştirirken Vatan Cephesi Milli Komitesine bağlı oluşturulacak Azınlıklar Komisyonu en önemli ödevi üslenecektir. Biz, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’ni 9 Eylül 1944 öncesindeki durumda asla bırakamayız.”

Bu konuşmadan sonra, Güney Bulgaristan’ın sınır boylarında yaşayan 685 Türk aile, toplam 3 700 kişi yerlerinden alınıp Kuzey Bulgaristan’ a sürüldü. G. Dimitrov’un yukarıdaki konuşmalarından sonra Bulgaristan’da Türk sorunu kaşınmaya başladı ve kimileri için eğlence olurken diğerlerine kan ağlattı.

Yeni uygulamaya geçilmeden önce, o zaman her konuda son söze sahip olan  Stalin’le danışıldı. Stalin, Bulgaristan Türkleri konusunda “kendilerine güvenilmez unsurlar” dedi.  O, yeni Bulgar politikacıların kafasına “Pomaklar’ın Hıristiyan dinine kazanılması” fikrini de aşıladı.

Özgün bir tarihsel geçmişleri olan Bulgaristan Türkleri hakkında bu kaim sözler bundan 70 yıl önce söylendi. Bunları hayata çağırıp geleceğimizi karartan ise, o zaman Vatan Cephesi hükümetinde Başbakan, 1918’de Bulgar Asker Ayaklanmasını kışkırtan, 1923’te Eylül Ayaklanmasını örgütleyen,  daha sonra Sofya “Tsveta Nedelya” kilisesinde Bulgar Çarı III. Boris’e suikast düzenleyenlerden biri olan, Moskova’da Komünist Enternasyonal Genel Sekreteri görevinde bulunan G. Dimitrov’tu.

Dimitrov’un Başbakan olduğu dönemde, gerekse daha sonraki yıllarda ve hatta günümüzde Bulgaristan Türkleri ile ilgili devlet ve parti politikası her zaman ikiyüzlü oldu: Bu gerçeği bütünsel kanıtlamak üzere, başka örneklere getirmemek şartıyla 1950 göçünden önce, 25 Temmuz 1949 tarihli bir Politik Büro kararını anımsatıyoruz:

Göç ruhu uyandıran ve “Türkiye’ye göç için aktif propaganda yapanlar” partiden ihraç edilmeleri de bu cümleden olmak üzere, değişik cezalara çarptırılırdı. Aynı zamanda Bakanlar Kuruluna Türkiye’ye göç etmek isteyenlere her türlü destek verilme plan – programı hazırlama ödevi verildi. Politik Büro 18 Ağustos 1949 tarihli oturumunda göç konusunu yeniden görüştü. “Göç etmek isteyenlere engel olunmaması, Türkiye’nin kabul etmediği Türkleri ise, yaşadığı yerlerden alıp, Kuzey Bulgaristan’ın belirli yerlerine aktarda” kararı alındı. BHC Dış İşleri Bakanlığı ise, 250 000 kişiyi 3 ay gibi kısa bir sürede Türkiye’ye gönderme planını TC Sofa Büyükelçiliği’ne hemen sundu.

O zaman bilinçli olarak meydana getirilen bu son derece gergin ortamda, huzuru iyice kaçan, Bulgaristan Türkleri, Türkiye’ye göç etmek istemeseler bile, köy ve kasabalarında kalamayacakları ve iç Bulgaristan’a göçe zorlanacakları haberi oldu. Daha sonraki yıllarda Bulgaristan Türkleri kendileriyle ilgili geliştirilen bu ikiyüzlü planları ve trajedi kâbusunu birkaç defa daha yaşamak zorunda kaldı. Bu sinsi oyunların oynandığı yıllardan 35 yıl sonra amansız bir saldırıyla uygulamaya konan “soya dönüş” formüllü, devlete ve komünist partisine güvensizliği doruğa çıkardı. Hayal kırıklığı ve acı nöbeti bu defa çok daha yıkıcı ve şiddetliydi. 136 yıllık tarihsel geçmişi olan Yeni Bulgar devletinin 1945–1950 yılları arası kısa tarih dilimi üzerinde bu denli ayrıntılı durmamızın nedeni, Bulgaristan Türk azınlığıyla ilgili politikaların biçim ve öz bakımından o yıllarda oluşturulmasındandır. O yıllarda çizilen Türk azınlığıyla ilgili 1908 /1944 otoriter faşist Çarlık politikası ile 1944 / 1990 sosyalist totaliter politikada arasında öz bakımından pek fark yoktur. 1990 / 2014 döneminde de aynı uygulama başka bir biçimde, bu defa Hak ve Özgürlükler kılıfına sokularak öz korunarak devam etmiştir.

Parti kararları ve hükümet önlemleri Türk ahalisince benimsenmediğinden 1950- 1951 göçüne ortam yarattı. 1950 yılının başından Kasım 1951 e kadar (yaklaşık iki yıl) Bulgaristan’dan Türkiye’ye 154 393 kişi göçtü. Onlarla yapılan anket yalnız % 11,1’inin gönüllü göç ettiğini gösterdi.

Türkiye sınır kapısı kapandığında, Türk azınlığıyla ilgili politika yine değişti. Onları kazanıp totaliter sosyalizm davasına katma yolu açılmalıydı. Marksist teorinin esasında olan ekonomik kalkınmayla sağlanacak sosyal ve kültürel eşitlenmeyle yeni etnik ulusal ve kültürel kimlikler oluşacağı umudu hedef gösterildi. Bu amacı ateşlemek için eğitim ve kültür seferberliği başladı. Yaşlılar Latin alfabesiyle ana dil kurslarından geçti. Kuran kursları açıldı. Bulgarca ders kitapları Türk diline çevrildi. Türk dili grameri basıldı. Türk edebiyat vs. kitaplar çıktı.  Bulgar ve Rus klasikleri Türkçeleştirildi. Yerli yazar ve şairlerin tüm eserleri basıldı. Türkiye sol yazarlarından N. Hikmet, S. Ali, O. Veli vb. yayınlandı. Bunları Türk liselerindeki hummalı çalışmalar, tiyatrolardaki sanat faaliyetleri, amatör sanat topluluklarında uykusuz geceler izledi. Özet olarak Bulgaristan Türk azınlığının öz kültürü uyandı. Bununla birlikte, bir de Türk dilinde yeni bir politik kültür oluşmaya başladı.

Bugün ülkesinde yaşayan Türklere Türklüğü unutturmak için elinden geleni ardına koymayan Bulgaristan hükümeti bu konuda her zamankinden çok daha zor bir durumda bulunuyor. XXI. yy. ’la büyük bir atılımla giren Türkiye, her bakıma hızlı gelişerek dünya birincileri arasına katılırken, çağdaş Türk kültürünün Bulgaristan üzerindeki büyük etkisi altında ezilirken, bakış açısı ve yargı değerlerini değiştirmek zorunda kaldı. Yerli Türklerin üzerinde kitle iletişim araçlarının ana dilde yaptığı etkiyi durdurmanın olanaklı olmadığına kendisi de inandı. Türk kültürünün çok yönlü etkisinin Bulgar toplumunu ikiye bölme tehlikesi belirdiğinde, sınır kapılarını açtı, radyo ve TV programlarını, basım evlerini, tercüme bürolarını, hastanelerini, taşıt araçlarını Türkiye ile işbirliği içinde etkileşime açtı. Bu gidişle Bulgaristan’da Bulgarca konuşan bir Türkiye oluşacak.

Bulgaristan’da yerel seçimlerden sonra 1953’te 3 647; 1956’da 3 815 Türkün belediye danışmanı olması, Türk azınlığın yaşadığı bölgelerde Türklerin tüm haklarını elde etmiş olduğu izlenimi doğurdu. Bu gözlem, 2014’te Türkler tarafından yönetilen belediye ve muhtarlıklarda önemli bir farkla şimdi de canlıdır. Ne var ki, 1950 – 1960 yıllarında belediye ve muhtarlıklarında tüm işler Türk dilinde yürütülüyordu. Bugün etnik bilinç ile sivil bilinç Bulgarca bütünleşmiş, ana dilimiz Türkçe unutturuldu. Yerel idarelerde 2014’te Türkçe konuşmak yasaktır. Hak ve Özgürlükler Partisi’nin 1990’da dayattığı “Bulgar etnik modeli” hem biçim hem de öz olarak, yalnız ve bir tek Bulgar kimliğine yaşam hakkı tanıyor.

1950’li yıllarda sosyalist totaliter rejimin Türk azınlığı konu eden kültür ve eğitim politikalarının hedefinde, şekil olarak Türk olmak koşuluyla içerik bakımından sosyalist ve dinsiz bir kültür devrimi gerçekleştirmek vardı. Türk azınlığın geleneksel kimlik özgünlükleri hedef alınmamıştı. Kültürel kimliği belirleyen özün anadil ve gelenekler olduğunu gören Bulgar idaresi, son 40 yılda anadil konusunda Türklere ödün vermedi ve vermiyor.

Yıllardan sonra varılan kesin saptamalarda, etnik kökenlere dayalı azınlık kültürünün geliştirilmesi, Bulgar halkında bütünleşme yerine ötekileşme doğurduğunu ve ayrışımlı ulusallık yaratını gündeme getirdi. Böyle bir tespit, 1985- 1990 yılları arasında toslayan  “soya dönüş” politikası ile ilgili de 1990’da yapıldı. Bu bakıma Bulgaristan Türk azınlığın son 70 yıllık tarihi bir bakıma yapboz politikası öyküsüdür. 1990’da Bulgaristan Türklerinin yazgısını kendi eliyle durdurduğu Hak ve Özgürlük Partisi’ne devreden Bulgar yönetimi, başka yerde görülmemiş orijinal bir uygulama biçimiyle Türk azınlığı etnik Türk partisi kılıfına sıkıştırdı ve Türklerin arasından seçtiği kadrolar aracılığıyla etnik kültüre yaşam hakkı olanaklarını iyice yok etti. Şu anda, Bir Avrupa Birliği ülkesinde yaşasalar da,  öz etnik haklarını kullanabilme bakımından, bir karanlık tünel içinde bulunan Bulgaristan Türkleri, totaliter baskıların daha da sertleştiği bir ortamda yaşamak zorundadır.

1970’li yıllara girerken, Bulgar devleti, BKP MK Politik Bürosu ve hükümet, 1950 yıllarında özünde azınlık kültürünün geliştirilmesi olan uygulamayı olumsuz bir uygulama şeklinde değerlendirdi. Kültür azınlık haklarının gelişmesinin, ulusal güvenlik çıkarları ile azınlık hakları arasında çelişkiler doğurduğu ve git gide muhtariyete yol açtığı sonucuna varıldı. Bu gibi saptamalara takılan Bulgar devleti, toplumsal kültür süreçleriyle uyumsallık içinde olan etnik kültür ve yaşayış geleneklerini geliştirme yolunu daha da açacağına, etnik özgünlükleri budama, sınırlama ve giderek tamamen yasaklama yolunu seçti. Son 25 yılda toplumun demokratikleşmeye başlamasına ve doğal ve insan haklarının yaşam hakkına olanak sağlandığı iddialarına karşın, Bulgaristan uygulamasındaki azınlıklar politikası, hiç birini ve hiçbir azınlık hakkını tanımama, devamlı kısıtlama veya ret etme sürecinin devamıdır. Sık sık iktidar ortağı olan ve sadece azınlıklardan oy alan Hak ve Özgürlükler Partisi de azınlık haklarının tanınması yolunda içeriksel dönüşümler yollarını açacak bir politikaya yeşil ışık yakılmasından yana olduğunu beyan bile edemedi. Tepeden indirilen bu parti, Bulgaristan Türk azınlığının ve oylarının aldığı Pomak ve Çingene kitlenin sorunlarına yanıt veremiyor. İzlediği politika etnik tabandan kopmuş, oligarşiye hizmet eden bir yeni – liberallikten başka özellik taşımıyor. Zıtlığı keskinleşen şimdiki çelişkili durum,  60–70 yıl öncesinde olduğu gibi bugün de Bulgaristan Türkleri ile ilgili izlenen politikada öz ve biçim arasında bir bağdaşmazlık sergiliyor. Bu oluşumda, uzaktan bakarsın pek çok, yakına varınca hiç yok, atasözü geçerlidir. İsmi bakımından, yönetimdeki bazı kişilerin isimleri ve soyadları bakımından bir Türk Partisi görünümü yaratan Hak ve Özgürlükler Partisi, programında, eylemlerinde ve tek sözle özünde Türklükten eser olmayan bir partidir. Hakl ve özgürlük  yandaşı olduğunu iddia eden, bu politik oluşum, doğal hakları ve evrensel insan haklarını bile görmezden geldiği gibi, içerik olarak, mevcut durumun herhangi bir noktasında niteliksel deşiklik istediğine işaret vermiyor.

İşbu incelemede Bulgaristan Türklerinin öz tarihlerindeki dönüm nokralarını birer birer açmaya çalışırken, bu konuda Bulgar devlet politikasındaki ikiyüzlülüğün daha iyi gösterebilmek amacıyla yine 1958 – 1968 dönemine özel olarak dönmemiz gerekir. Kültürel hakların alabildiğine tanınmasından birden bire kısıtlanmasına doğru ani değişen Bulgar politikası, 1956 yılında BKP MK Birinci Sekreterliğine Todor Jivkov’un getirilmesiyle otoriter iktidarın sıkı kontrol ve uygulama alanı oldu.  Jivkov, işe Türk azınlığı ile ilgili politikada “eski görüşler aşılmalı” çağrısıyla başladı. Onun kafasında biçimlenen hedef, etnik harmonide bütünsellik sağlamak için Bulgar milli kimliği ile etnik kültür gelişim arasında yakınlaşma ve uyum sağlama açısından bazı aşamaları atlamak gerekiyordu. Etnik kültürünü geliştirirken gelişimin bazı basamağını iki ayak birden yürüyecek olansa, Bulgaristan Türk azınlığıydı. Daha sonra bu politikanın uygulamasında kıvama gelen yeni slogan “etnik grupları Bulgar ulusuna katma” yükseltildi.

1990 – 2014 yılları arasında HÖH Genel Başkanı Ahmet Doğan, Bulgaristan Türk azınlığının geleceği konusunda pazara sürdüğü “Bulgar Etnik Modelinde” 1956 projesi ile 1985’te uygulanan “soya dönüş” sürecinin bir bakıma yeni koşullarda, özellikle de AB üyeliğimiz koşullarında devamı olan “Bulgar ulusu içinde eriyip sanal bir Avrupa ulusallığında buharlaşma” hayal ürünü bir perspektiften başka bir şey değildi. Bu “model” ve onun sayesinde sömürülen politikanın nimetlerinden memnun olan Bulgar oligarşisi, Bulgaristan Türk azınlığın çaresizliğine sevinirken, her gün bayramlıklarıyla gezip tozuyor.

Ne ki, bu derinlik henüz son şeklini almadı. Hayal kurgunun yüksek mimari olan Ahmet Doğan 19 Ocak 2013’te HÖH 8. Olağan Kürsüsünden indirildikten sonra, ne yeni tez, ne yeni konsept, ne de yeni ama daha büyük bir saçmalık hayat bulmadı.

Unutmamak gerekir ki, bu politika, daha 1950’lilerin ikinci yarısından başlayarak 1960’ların sonuna kadar birçok evrim geçirmişti. Bunların arasında önem bakımından ilk sırada olan,  SSCB’ndeki “uluslar giderek yakınlaşıp bütünleşir” siyasetinden etkilenenlerin yarattığı “Tek Vücut Komünist Bulgar Ulusu” tezi oldu. Çeyrek asır önce “komünizm” kavramı rafa kaldırılsa da, o zaman ardından “tek uluslu devlet” sloganı yükseltilmişti. Bu açıdan analiz edildiğinde, Ahmet Doğan’ın Bulgaristan Türklerini HÖH partisi kavanozuna kapayıp, konserve şeklinde koruması, gelişen tepkilerin tabandan geldiğine bir işarettir. Bulgaristan Türklerinin  taban seli ilk defa büyük bir güçle olmak üzere 1985’te yeni yatak aramak için tepişmişti. 1989 Mayısında bu hareketlenme büyük sel olarak yola çıktığında 500 bin kişinin Türkiye sınırını geçmesiyle, anlatılanların hepsinin boş masal olduğunu gösterdiği gibi, unutmayalım dünyayı şaşırtmıştı. Bu bakıma, biz bugün Bulgaristan Türkleri tarihinde can alıcı noktalara işaret ederken, Bulgaristan Türklerinin 25 yıl önce Hak ve Özgürlükler şişesine kapanmış bir cin olduğunu unutmayalım…

Bu konuyu eşelerken profesör olanlar oldu. Bulgaristan Üniversitelerinde hatırı sayılır bilim adamlarından çoğu Ahmet Doğan’a danışmanlık etti. Kimileri yanında 8 yıl çalıştıktan sonra Bulgaristan Türklerini bir Moskova ve Sofya istihbarat ajanı yönetiyor diye kitap yazdı. En büyük gazeteciler, istihbarat ajanları dosyalarının açılmasından sonra yazdıkları eserlerinde, 10 ciltlik muhbir dosyasından çıkardıkları sonucu şöyle özetlediler: “Bu adamdan bir şey olmaz!” Varılan gerçekçi tespitlerin birisi de şuydu: Bulgaristan Türkleri öz tarihlerinde egemen olan bir ulustan geldiklerinden, Bulgar devletine bağlamlı yaşamak istemiyorlar. 1934 faşist darbesinden sonra Bulgaristan Başbakanı olan ve daha sonra düşüncelerini anı kitaplarına aktaran Al. Tsankov. Balkanlarda Türkler ve Bulgar’dan başka iktidar olma iradesi gösteren azınlık olmadığından, Türk azınlığı konusunda Bulgarlar asla huzurlu olamaz, tümcelerini not etmiştir. Bu açıdan bakıldığında, Türk azınlığı HÖH ahırına bağlayan Ahmet Doğan Bulgarlara en büyük hizmette bulunan bir kahramandır. Bu tezler ve çeyrek asırdan beri, süren son durum, Bulgaristan’da yaşayan Türklerin alın yazısının Türkiye ile hem iç içe ve hem de Bulgaristan içinde olmak üzere, Bulgar halkıyla yeni bir hoşgörülü birlik ve beraberlik kuramından güç alarak, HÖH’ün hak, adalet, özgürlük ve demokrasi anlam yapısını değiştirmeye yeterli olabilir mi sorusunu doğuruyor.

Eski kuram,  BKP’nin ilk zamanlarda izlediği azınlıklar politikasını “milliyetçilik doğurmakla” itham edilirken, Türklere ana dil ve kendi kültürlerini geliştirmeyi unuturmayoı ve Bulgar ulusuna yaklaşarak kaynaşmasında kilometre taşlarından biri oldu. Bu yolun birinci kilometre taşı, Bulgaristan Türklerinin “Türk burjuva ulusundan bir parça olmadığını” yazmıştı. Ulusların oluşum kavramının özünde, ana dil, din, gelenek, aynı toprak parçası üzerinde beraberce yaşamak, ortak çalışmak gibi ulusallığı belirleyen unsurlar birer ikişer yana itilip geçersiz olarak gösterilerek, bu oluşumda daha önce rolleri olduğuna işaret edilmeyen, sosyal, ekonomik ve politik öğeler ulus oluşturan nitelikler kazındı.

Bu ilk kilometre taşının arkasında şunlar yazılmıştı: Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’ndeki Türk azınlığı vatanı Bulgaristan olan bir sosyalist ulusal azınlık olarak gelişiyor. Bu yazının altı kazındığında, ortaya çıkan tabloma, Türklerin azınlık olan halk topluluğu özgünlüklerinden ve haklarından olmuş bir kalabalıktı.

Kazınan tabloda, halk topluluğu özelliklerine ve din haklarına saldırılar vardı. Giyim kuşam, ferice, şalvar, başörtüsü, sünnet derken imam sayısı 3 200’den 580’e indi. Paşmaklı (Smolyan) Müftülüğü Baş Müftülükten ayrıldı. (Bugün de, Baş Müftülük çalışmalarını felce uğratmaya çalışan ve kendini Bulgaristan Hanefi Müslümanlar Şura Başkanı ilan eden N. Gençev, Bulgaristan Türkleriyle ilgili “ayır buyur” politikasına yamaktır. Vakıf mallarının yargı yoluyla geri alınmasını engellemek için uydurma iddialarla yargı organlarına dilekçeler sundu ve davaların sonuçlanmasına engel oldu.)

Yine ilk aşamada 124 cami kapatıldı. Önce Türk lise ve pedagoji okullarının kapısına kilit vuruldu. Ardından Bulgar ve Türk okulları birleştirildi. Türkçe gönüllü ders oldu.(Bugün de öyledir.) Anadil ve etnik kültürün varlığı ateş çemberine alındı.

Son 60 yılda anadil konusunda her yönlü kara cahil bir topluluk yaratılabildi. Bu işleri düzeltmek için sözde lider olan Ahmet Doğan ve beslediği HÖH partisi yönetimi, kör bir adamın karanlıktan çıkamayacağını iyi bildiğinden huzur içindedir. Başka bir değişle, HÖH partisi Türkleri gün düzlemek üzere HÖH ininde tutuğundan, karanlıkta zorunlu nitelik değiştirirken dünyayı görme bakımından yarasa olma ihtimallerini biliyor. En güneşli bir günde inden çıksalar, artık gündüz körü olduklarından, gözlerini uyuştururken hiçbir yere gidemeyeceklerine inanıyor. Halkımızı aldatmak içinse, kendini Saraya kapatıp, “çeken benim” havalarına giriyor.

Geçirdiğimiz kazalara sebep olan bu kilometre taşlarının bir sonraki baskısı, Bulgaristan Türk topluluğu öz bakımından milli olmayan, ancak biçim olarak milli olan bir sosyalist kültür yaratıyor, şeklini almıştı. Evet, 1970’li yıllarda Bulgaristan Türkleri arasından birçok ünlü yazar, şair, sanatçı, besteci, emek kahramanı, halterci, güreşçi çıktı. Hele Türk Ordularının Kıbrıs çıkartması, bizde korkuya dağlar bekletti. Türkçe gazetelerin baskı sayısı, Türkçe radyo yayınlarının saatleri arttı. Hepsi sözüm ona  “ortak sosyalist içerikte” damla oldu.  Eski bir söz olan “içi seni, dışı beni yakar” buraya yakışır. Bu yeni politika, aslında Bulgaristan Türklerinin kültür, dil, din ve geleneklerine yapılacak şiddetli saldırının ılımlı başlangıcıydı. Boynuzlarını gösterdiği gün, Türkler arasında sert tepkiler uyandırdı. Homurdanmaya dayanamayan Bulgar idaresi 1964’ten sonra  yeni bir göç sözleşmesi gereğini gevelemeye başladı.

Yeni biçimlenen politikanın derinleştirilmesi 5 Mayıs 1962’de, Türk yaşam biçimini kendilerine daha yakın bulan Pomak, Çingene ve Tatarların Türklerden koparılmasına yöneldi. Bu uygulama, Müslüman olan öteki etnikleri Türklerden kopmaya zorlarken,  hedefinde olan bir de İslam diniydi.  (130 imanın işine son verildi). Türk kültürü ve aydınlarıydı. (4500 öğretmenin açığa alındı.) Pomak, Çingene ve Tatar çocuklarının Türk çocuklarıyla aynı sınıfta okumasına, inşaat erlerinde aynı taburlarda askerlik yapmasına vs. yasak geldi. Bulgar adı almak isteyen Arap ve Türk isimlerini mahkeme kararıyla değiştirebilir, yasası çıktı vs.

Burada önemle belirtilmesi gerek, dönemeç ardına dikilecek yeni kilometre taşına yer aranmasıdır. Tam o zaman “Bulgaristan’da Türk ahalisinin etnik-geniziz sorunu” eşelenmeye başlandı. İlk defa olmak üzere, daha 1962’de, Deliorman, Gerlovo, Aytos ve bazı başka bölgelerde Türklerin Bulgar etnik soy kökleri olduğu iddia edildi. Böylece 1962’den1974’e kadar devam eden Pomaklarla Çingenelerin isimlerini değiştirip camiye uğramalarını yasaklama süreci, Türk azınlığını hedef alan “soya dönüş” politikasına da hemen kapak açmış oldu.

Bulgarlar bu kilometre taşını dikerken zorlandı. 1964 hamlesinde Pomakların isimleri değiştirilemedi. Baskı ve terör tedbirleri sökmedi. Okullar kapandı. Maaşlar verilmedi. Otobüsler durdu. Çok sıkıntılı günler yaşandı fakat Pomaklar dayandı. Türkler arasında  homurdanmalar arttı. İnsan hakları, ana dil, Türk okulları, dini haklar, geleneksel yaşam tarzı gündem oluşturdu. 54 kişi sınırdan kaçtı. Birleşmiş Milletlere ulaşan bir mektupta şöyle deniyordu: “Bulgar hükümeti Türklerin haklarını yok etmeye karar aldı… Adlarımızı Bulgar adlarıyla değiştirmeye başladılar. Sınır açıldığında göç etmemizi böyle önlemek istiyorlar. Dinimiz ve dinsel eğitimle birlikte Türk adetleri ve gelenekleri yasaklandı.”

BKP geri vites yapmak zorunda kaldı. MK’ de Türk işlerine bakan şubeler yeniden kuruldu. Tükler’ in yoğun yaşadığı bölgelerde parti il komitelerine Türk sekreter atandı.

Duraklayan saldırı politikası şöyle açıkladılar: “ Ülkemizdeki Türk ahalisi bir ulusal azınlıktır. Bundan böyle de azınlık olarak gelişecektir. Bu azınlığın dili, ilerici gelenekleri, basın, amatör sanat vs. sosyalist içerikle daha da doldurularak gelişirken bu ahalinin ulusal özellikleri de gelişim gösterecektir.” Aslında bu aynı istikamette devam anlamındaydı. Gerileme sözünü kullanmaları şart değildi, çünkü akıl hocaları olan, V. İ. Lenin’de büyük hedeflere ulaşmanın zor olduğunu anlatabilmek için, eserlerinden birinin adına “İki Adım İleri Bir Adım Geri” demişti.

1966’da Türk milletvekillerinin sayısı 2 defa arttı, 14 oldular. Parti komitelerinde “Kitle örgütleri ve Türk ahalisiyle çalışma” şubeleri kuruldu. İnşaat erlerine Türk subaylar atandı. Türkçe basına ve radyo yayınlarına büyük önem verildi. Büyük sayıda Türkçe kitap basıldı.

Tüm bu önlemlere rağmen, totaliter sosyalist rejim, 1969 – 1978 döneminde Türklerin Türklük havasını alma politikasına devam etti. En kısa çıkış yolu yine Türkiye’ye göçe zorlamaktı. Herkes bunun ikiyüzlülüğün ta kendisi olduğunu biliyordu. 1964’te T. Jivkov “Yeni Hayat” dergisinde yayınlanan özel bir makalesinde “Türklerin Bulgaristan’dan göç ettirilmesine ilişkin bir politika yok ve olamaz!” derken, onları göçe nasıl zorlayayım diye düşünüyordu.

1967’de Sofya’da yapılan Dış İşleri Bakanları İ.S. Çağlayangil – İv. Başev görüşmesinde, Bulgar taraf, “Göç etmek isteyen Türk asıllı vatandaşlara engel olmayacağını” açıkladı.

1969 – 1978 göçünde 115 240 Bulgaristan Türkü malını mülkünü, emeklilik haklarını eliyle bir kenara itip Türkiye’ye geçti.  30 yıllık bir zaman kesimini kapsayan ve çok sarsıntılı geçen bu iki büyük göçle 270 000 Türk Ata Vatanından kopsa da, Bulgaristan Türklükten arınmadı. Kalan Türkler şimdi de bir devlet bir ulus politikasına tosladı. Devlet etnik azınlıkları eritip özümseme yolunda daha yüksek vitese geçti. Türklerin Bulgar ulusu içinde kaynatılması, etnik ve kültürel özelliklerinin budanması uygulamalı gelişirken,  yer yer “soy kırımı” niteliği aldı ve insanlık tarihindeki iğrençlikler arasında her bakımdan emsalsiz olan  “soya dönüş” sürecinin yelkenleri en sert fırtına dolmaya başladı.

Nelerden geçmedik ki: 1950’li yıllarda azınlık kültürümüzün uyandı; 1960’lı yıllarda Tüm edinimlerimiz elimizden alındı, Bulgar ulusal kültürü içinde özümsenmemiz (asimilasyon) yoluna sokulduk. 1970’li yıllarda “soya dönüş” sürecine ve “Bulgarlaştırmayı” içinde gizleyen politikaya çekildik. Özgün etnik kültür, anadilimiz, isimlerimiz, dinimiz ve özgün yaşan tarzımızla adet ve geleneklerimiz giyotine yatırıldı.  Etnik azınlığımızın yalnız halkımıza ait özel özgünlük çizgi ve nitelikleri yok edilmek üzere hedeflendi. Bu uygulamaların neden olduğu acıları kitaplar almaz. Bulgaristan Türk kadınların, analarımızın, bacılarımızın döktüğü gözyaşları toplansa en büyük barajlar almaz.

Bir sonra, baştan aşağı yalandan oluşan gerekçeler arasında nüfus (demografi) faktörü başa alındı. Bulgar nüfusun yıldan yıla azaldığı, Türklerin de hızla çoğaldığı iddia edildi. Çoğalmamamız için her yıl 10 bin kişi göç etmemiz düşünüldü, sökmedi. Türk kızların Bulgar gençlerle evlenmesi özendirildi. Yıl 2014, dünyanın tüm devleri böyle bir sorunu hep başarılı çözerken, yalana dayanan bizdeki sorun bir türlü çözülmedi. Şimdi de, 2050’de son Bulgarin mezarı kazılacak, bitiyoruz velvelesi koptu. Aslında bitmekten değil, memleket Türklere kalacak diye korkuyorlar.

1989 göçünden sonra, yaşlanmış Türkler kaldı diye sevinmişlerdi. Çingeneleri de tek yönlü uçak biletiyle Amerika’ya göndereceklerini hayal edenler oldu. Hiç çalışmasak, tarlalardaki eşek dikenlerinde arıların toplayacağı balı satsak geçiniriz, hesapları istatistik oldu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin askeri darbelerle kendini silktiği yıllardı. K. Evren paşanın Cumhurbaşkanlığı Bulgarlar totalitarizminin stratejik planlarında ballı börek oldu. Dünya’da “Merhaba” deyecek dost bırakmayan K. Evren’i Cumhurbaşkanı sıfatıyla Sofya’ya davet edip, “senden büyü yok” deyen, T. Jivkov, “çok ürüyorlar acaba ne yapalım” dediğinde, “eti senin kemiği benim” cevabına çok sevinmişti.

Ertesi gün T. Jivkov Moskova’ya uçtu ve M. Gorbaçov’a şu raporu verdi:

K. Evren’e bu ahalinin Türk ulusundan bir parça olmadığını ve bu nedenle onun durumundan ve geleceğinden ilgilenme hakkı olmadığını anlattım!”

O yıllarda “birleşik Sovyet halkı” oluşturma derdinde olan Moskova, “birleşik sosyalist Bulgar ulusu” kurulmasına müdahale etmedi. Kendini haklı gören devlet yönetimi iyice azdı. Yeni saldırının yönleri şöyle biçimlendi:

1) Etnik halk topluluğu özellikleri idari tedbirlerle rafa kaldırılmalıdır;

2) “Soya dönüş” sürecinin iyice oturtulmasından sonra Türk isimlerinin zorla değiştirilmesine başlanmalıdır.

Yeni hain planlara kılıf da uyduruldu. Yükseltilen yeni slogan “gelişmiş sosyalist toplum düzeni kurulmasını” hedefledi. Ulusal amacın özünde etnik azınlıklar, en başta da Türklerin bütünsel özümsenmesi vardı. İlk adım, Türk azınlığın etnik ve kültürel kimliğini yok etmek oldu. 1956’dan 1969’a kadar kesintisiz şiddetlendirilen politikaya “bütünsel özümseme” gibi yeni bir kulp, yeni bir özellik katıldı.  “Bulgar halkıyla bütünleştirilme” güncelleştirilirken, direk olarak etnik kültürdeki özgünlüklerin yok edilmesine geçildi. Etnik toplulukların niteliklerini değiştiren ve onları komünist ulusa katan, özümsemenin “ilerici” ve kaçınılmaz olduğu sözde kanıtlandı ve propagandası başladı. Türklere saldırıların ağırlık noktasında “etnik Türk bilincinin kafalardan kazınması” vardı. Bunun okulda, tiyatroda, okuma evinde, sinemada, sanat çalışmaları ve edebiyatla, ideolojik hileli yöntemlerle ve idari baskıyla gerçekleştirilebileceği düşünülmüştü. Bu uygulama bugün de devam ediyor ve yüz seksen derece ters bir yöntemle, Türk azınlığın sorunlarına ilgisiz kalınarak sürdürülüyor.

Bu politikanın en kısa özeti şudur: 1970’lı yıllarda Bulgaristan’da yaşayan Türklerin azınlık kültürünün gelişmesi tamamen durduruldu. İslam’la hesaplaşma başladı. Kitap basımı, gazetelerin birçoğu kapandı. Tiyatrolar kendi halinde bırakıldı. Komünizm ülküsüne sadık ve totaliter sosyalizme bağlı yeni tip Türk aydın oluşturma siyaseti yol aldı. Hak ve Özgürlük Partisi’nin şimdiki fahri lideri Ahmet Doğan bu kadrolardan biridir.(Türkçe bilmeyen Türk “aydın.”)

Bu süreç içinde Bulgaristan Türklerinin huzurlu yaşamasına gölge düşüren birçok ciddi olay oldu. Bunlardan biri1970’lerin ilk yarısında Pomakların tamamen Bulgarlaştırılması politikası baskı ve terörle uygulanmaya başladı. Tepki olarak Rodop ve Pirin dağ köyleri ayaklandı. Kurbanlar düştü, kan döküldü. Yargısız infazlar başladı. Sürgünde çekileri arttı. Pomakların isyanlarda netleşen isteklerinde, Türkçe okul, din özgürlüğü, Türk isimlerin iadesi, doğal insan hakları ve geleneksel yaşam tarzının korunması, daha fazla hak ve özgürlük vardı. Bu olaylar, Bulgaristan’da yaşayan Türkleri çok etkiledi. Kardeş bacasını ateş sarmış, elden gelen yoktu. Ülkede gerginlik hat safhaya ulaştı, huzur kaçtı. 1950’lı yıllarda elde edilen özgün kültür, din hakları yok oldu. Susan adam protestosu şeklinde gelişen hareketlerden dört bir yanda illegal gençlik örgütleri doğdu.

1984 yılının Mayıs ayında BKP Merkez Komitesi’nde “Türk ahalisinin Bulgar halkınca daha öte asimilasyonu” görüşüldü ve gizli kararlar onaylandı. İlk defa olmak üzere, “Bulgaristan Türkleri, Türk esareti zamanında asimile edilmiş Bulgarlardır ” dendi.

Şimdi artık hedef netleşmişti. Saldırılarda “Türk azınlığın etnik kültürünün tamamen likide edilmesi ve yerinin Bulgar kültürüyle doldurulması” odak oldu.  Türkçe radyo, amatör sanat, TV, basın ve yayın, halk gelenekleri, edebiyat dili olarak  Türkçesinin kullanılması, kamu işlerinde, okulda, yolculuk esnasında, lokanta ve pastanelerde Türkçe konuşulması, Türkiye ile mektuplaşmak, yeni cami kurmak, ibadet yerlerinde tadilat, sünnet, mevlit vs. vs. tamamen yasaklandı.

1984’te isimlerinin zorla değiştirilmesinden önce Bulgaristan Türklerine karşı çok sıkı, çok ağır, incitici, ezici devlet önlemleri alınmıştı. Bir yerden bir yere gitmek yasaktı.  Yasaklı düzene herhangi bir şekilde karşı koyanlar, öncelikle aydınlar ailelerinden ve ortamlarından koparılarak “Belene” ölüm kampına sürgün edildi, hapislere tıkıldı, kürek cezasına çarptırıldı, çok uzak Bulgar köylerinde yaşamak zorunda bırakıldılar.

Bu gelişmeler irdelenirken, daha derin düşünüldüğünde, dili, dini, geçmişi, kendi var oluşuna ait özgün adet ve gelenekleri, inançları, umutları yıkılıp yok edilen, sözü geçen önde gelen saygın kişiler tutuklandı. Hor görüldüler. Ezildiler. Bir ulusal azınlığın üzerine tankla topla çullanıp hiç istisnasız herkesin ismi zorla değiştirildi. Bağırdağı taşıran son damla dinmedi. Vahşetin başladığı güne işaret etmek zordur. Çünkü 1982’de karışık aileler ve henüz isimleri değiştirilmemiş Pomak ve Çingeneler sıkıştırıldı. Onları arayanlar korku saçıyordu. Haskovo tutuk evi gibi bazı hapishaneler genişletildi. Türk soy öyküleri üzerinde araştırmalar başladı. Sıra sizde sıkıntısı böyle tırmandı.

Bulgaristan Türkleri “keçiden koyun, koyundan keçi olmaz” deyip ara sıra kendilerini avutmaya çalıştı. Moskova’yı ardına alan Bulgar devleti Türkleri 600 yıllık köklerinden kopardı. Türkiye’ye göçe zorlamak istediğini, körüklenen çelişkilerin esasız ve tutarsız olduğunu sananlar “bizimle ne alıp vereceği varmış” deyip kendini avutmaya çalışsa da herkesin canı burnundaydı. Bulgar ruhunda 100 yıldan beri kendini şarj eden öfke kudurmaya hazırdı. Silahlı milis, asker, tank, zırhlı, coplu bir devlet, isimleri için karşılarına dikilmişti.  Hak arama kapıları kapalıydı. Yasama, yürütme ve yargı gönül birliği etmiş kepenk kapatmıştı.

Aralık 984 ile Şubat 1985 arasında “herkes adını bir Bulgar adıyla değiştirecek” dense “bocuk bayramıdır, olmaz öyle şey “ deyip ciddiye almayan bile olabilirdi. Aslında bazı istisnalar hariç, Bulgarlara ve Bulgar devletine güvenmeden yaşamaya alıştıklarından, “bize onlardan hayır gelmez” diye düşünerek endişelenmelerini oyalayabilirlerdi. Noel Bayramı, yıl başı demeden Güney Doğu Rodop köylerinde Bulgarca okuma yazma bilmeyen yaşlılara Bulgar isimleri doldurulmuş kâğıtlar imzalatıldığında, “BKP MKS’nde Türk Milliyetçiliğinin Kalesi Düştü” kanyağı içildi. Bu “büyük zafer” için kimileri general olurken, diğerlerine “Bulgaristan Kahramanı Ödülü” verildi. Sliven ve Aytos köylerinde, Deliorman, Gerlovo ve Dobvruca’da imzalar kanlıydı.

Bu iş bitti raporundan okuyoruz: “Türklerin hepsinin isimleri değiştirildi. Bulgar devletinin gelişmesine bir asırdan fazla “engel” olan bir sorun çözüldü!”

İsim değiştirme operasyonunda “zafer” her yönlü idari ve psikolojik baskı ve zulümle elde edildi.

9 Aralık 1989’da BKP MK’ sine  sunulan resmi raporda şöyledir: “Baskı yapılmış ve kanunlar çiğnenmiştir.. İç İşleri Bakanlığının resmi raporlarından görüldüğü üzere bakanlığa bağlı askeri güçler kullanılmıştır, silaha başvurulmuştur, ölüler, terör, yargılamalar var, “Belene” kampına sürgün etme vb. yollara başvuruldu. Kanlı sayfalar da halkların tarih sayfalarıdır. Türkler yenilgilerini anlatmazlar. Biz de bu olayları pek anımsamak istemedik, sohbet konusu etmedik, “sabrın sonu selamettir,” dedik.

Bulgaristan Türklerinin 1985 – 1990 şanlı mukavemet tarihini anlatan şu satırları baskı ve terör uygulayan totaliter devlet kendi kalemiyle şöyle yazdı: “İsim değiştirme eyleminde devlet makamlarının hepsi, İç ve Dış İşler, Eğitim, Sağlık ve Ticaret Bakanlıkları vb. bağlanmış oldu.  Operasyonların yapıldığı yerlere “G. Dimitrov” Yüksek Milis Okulundan ve diğer illerden takviye milis gücü gönderildi. Kalabalık milis gücü halkı korkuttu. Bazı bölgelerde askeri güç gösterisi yapıldı. Köy sokaklarında dolaşan tanklar, köylere çullanan askeri helikopter, askeri marşlar psikolojik baskı aracı olarak kullanıldı. Özel eğitimli polis köpekleri bazı köylerde baskının artırılmasında yararlı oldu.”

Raporlarda “soya dönüş” sürecini BKP MK başlattı, gizli istihbarat servisi “DC” bitirdi, yazdı ama gerçekten bitirdi mi? “DC” totaliter rejimin bir aracı olarak dağıtıldı. Yenine Devlet Ulusal Güvenli Ajansı “DANS” kuruldu. Politika değişmedi. Yeniden boyanan ve bazı çarkları değiştirilen araba yoluna devam ediyor.

İsim değiştirmeyle iş bitmedi. Ardından gelen kampanyalara katılanlar hep  “Türk azınlığın etnik özgünlüğünü yok etmeyi hedefledi.”

Ne var ki, Bulgaristan Türkleri, kendilerine karşı yürütülen karalama propagandasına, yalan haber, söylenti, tehdit, korkutma, saldırılara karşın, yüzlerce kişinin işkence görmesine, 5 bin kişinin sürülmesine ve 12 bin kişinin hapsedilmesine rağmen pes etmedi.

BKP MK Genel Sekreteri T. Jivkov M. Gorbaçov’la son  görüşmesinde şöyle diyor: “Rahat olunuz, artık bizi gafil avlayamazlar. Bazı kişiler tekin durmuyor, örgütler, eylemler yok değil, var, ama… Şimdi bir duruşma hazırlıyoruz, hepsine birden idam cezası verilecek.”

1984 ile 1989 Haziranına kadar Türklerin yaşadığı bütün köy ve kasabalarda ayaklanma, dövüş, saldırı oldu, Türklere ateş açıldı, genç canlar feda edildi. Türkçe konuşanlara baskı arttı. Ceza kesildi. Türkçe halk şarkıları, “Bulgar folkloru” ilan edildi. Plaklar, kasetler, teypler, Türkçe kitaplar toplatıldı. Ana dil ile etnik kültür bir birini oluşturduğu için ikisine de saldırılar arttı. İş isim değişikliyle bitmedi. Ehliyetler, sigorta evrakları, tapular, diplomalar, evlilik cüzdanları, banka hesapları, mahkeme kararları, doğum kâğıtları vs. vs. değiştirildi.

İsimlerin değiştirilmesinden sonra saldırı hep en amansız şekilde Türklerin ana diline karşı yoğunlaştı. Bu saldırı 35 yıl sonra, 2014’te devam ediyor. Öğrencilerimiz devlet okullarında Türkçe dersleri görürken, seçim toplantılarında Türkçe konuşulurken problemler yaşanıyor.

Camilerde Bulgarca konuşulması zorunluluğu, imam ve müftülerin komünist partisi tarafından atanması yaşlılara çok ağır gelmişti.

Sert baskı ve teröre rağmen “soya dönüş” süreci uygulanan ilk üç yılda fazla hırpalanmadan nasılsa dayanabilen Bulgaristan Türkleri hakkında yeni iki konsept daha geliştirdi.

Bir, hem Bulgar burjuva hükümetleri hem de totaliter sosyalist yönetim Türkleri bir etnik azınlık olarak gördüğü için amansız eleştirilirken, “soya dönüş” sürecini Bulgar uyanışının devamı olarak tanıtmaya çalışanlar belirdi. Kuşkusuz bunlar aralarında hiç bağlantı olmadan saçmalıktı.

İki, bu bakış açısına tamamen ters olan ikinci saçmalıkta ise, “soya dönüşün” tarihten gelen bir süreç olarak değil, komünist gelecekten günümüze ışıyan bir görüntü olarak algılanması istendi. Bu konuda,  o zaman çıkan yeni tezde, Bulgaristan Türk ahalisinin geçmişinden söz edilmediği gibi, Ahmet Doğan’da 19 Ocak 2013’te yapılan HÖH 8. Olağan Kurultayı’nda okuduğu raporda, Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının ne geçmişinden, ne bugününden ne de geleceğinden söz etmedi. Toplayıp salona oturttuğu 3 000 kişi varla yok arasında bir şeydi sanki. O, kürsüden “Bulgaristan, sınırları içinde ulusal azınlık yaşamayan tek ulus devletidir,” derken, gösterdiği hedef de değişmemişti: “Bulgar ulusal bilincini oluşturmak.”

Etnik olarak tektür Bulgar ulusu oluşturmayı amaçlayan “soya dönüş” soyut, gerici ve insan düşmanı bir uygulama oldu. O zaman, bize gülen dünyaya Bulgar özlü bir “komünist ulus” içinden olduğumuz anlatıldı. Bugün de, kendini “Bulgar Etnik Modeli”nin papazı olarak kabul ettiren, A. Doğan bizimle ilgili eriterek özümseme politikasına devam ederken, Bulgar tarihindeki hainliklerin arasında da en irilerinden biri olarak ün yapan hepimizi “Hak ve Özgürlükler” kılıfına soktu. “Ana dilsiz, öz kültürsüz, adet ve geleneksiz, gazetesiz, dergisiz, radyo ve TV’siz, basım yayınsız, anaokulsuz, ilkokulsuz, lisesiz vb.” havasızlık içinde oyalayarak boğuyor. “Soya dönüş” süreci 1985’ten bugüne kadar Bulgaristanda en sık ve en fazla tartışılan konudur. Bu süreç “kesin ve dönüşsüz” olarak kabul ediliyor. Türklükten, anadilinden, özellikli kültüründen, kendi etnik kökenlerinden, dininden zorla koparılmaya çalışılanlara yoğun saldırılar tırmanıyor. O zaman gece yapılan saldırılar şimdi gündüz yapılıyor. A.Doğan’ın HÖH Genel Başkanı ve fahri başkanı olarak Bulgaristan’da yaşayan Türklerle ve Müslümanlarla olan problemi, uzlaşmaz kavgası bu noktadadır. Bundan dolayı Bulgaristan Türkleri, tüm Müslümanlar, halen kendilerini temsil eden ve 24 yıldan beri oylarını alan Hak ve Özgürlükler Partisi’ni 1990’da sonra oluşmaya başlayan yeni koşullarda “soya dönüş” sürecini devam ettirmek için devletin gizli polisi tarafından yukarıdan salınmış bir politik kılıf, hainler oluşumu olarak kabul ediyorlar.

10 Kasım 1989’da Bulgaristan’da sosyalist totalitarizmin sözde çökmesinden sonra,  kendilerine karşı izlenen eritme ve özümseme politikasının devletin baskı ve terör zorbalığıyla devam etmeyeceğine söz veren, HÖH lideri Ahmet Doğan, Bulgaristan Türklerine özü değişmeyen bir politikayı şekil değişikliyle dayattı ve dayatıyor. Yeni Bulgar tarihi boyunca Bulgaristan Türk azınlığıyla ilgili izlenen dalgalı, git gel ama kesintisiz politika aslında Türkleri ya Bulgarlaştırmayı ya da Bulgaristan’dan kovmayı hedefleyen stratejik bir plandır. Taktik uygulaması sindirme, yıldırma, işsiz, aç bırakma, özümseme siyaseti şekillerinde zamana ayak uydururken, altını çizerek yazıyorum, artık yasalara uydurulan özünden asla ödün vermemiştir.

Bu politikayı uygulayan Bulgar devletinin 1985’ten sonra başı daralmış, uluslar arası tecrit duruma düşmüş, Türklerin aylar süren iç ayaklanmalarına göğüs germiş ama ana hedefinden bir an bile sapmamıştır. Kendileri Türk azınlığıyla zor baş eden Bulgar devleti, Türkleri ve Müslümanları kasaplık koyun gibi sayada tutma vazifesini yüklediği Ahmet Doğan’dan çok memnun olduğundan olacak, onu korumalı saraylarda yaşatıyor, zırhlı araçlarda gezdiriyor, halktan uzak tutuyor, en yüksek ödüllerle ödüllendiriyor ve her gün yedirip içirip pohpohluyor.

Acımasız zulüm ve büyük sayıda kurban verildiği ağır çeki yıllarında Bulgaristan Pomakları 1970’lerden başlayarak defalarca ayaklandı. Türkler 1985 Mayısında ülkeyi alt üst etti. Dünyanın gözlerini Bulgaristan’a çevirmesini sağladı. Direnişlerin dip dalgası hareketlenirken birçok gizli örgüt kuruldu. Fakat daha o zaman çanta dolusu paralarla, tescilli mahkeme kararlarıyla tepeden indirilen Hak ve Özgürlük hareketinden başka, kurduğumuz politik parti, hareket ve kulüplerden hiç biri başkası ayakta kalmadı. Türkler, Türklük ve İslam konularında stratejilerini değiştirmeyen Bulgar devlet makamları, artık tez yazmıyor, kavram geliştirmiyor, rapor onaylamıyor, karar da almıyor. Komünist Partisinin devamı olan, Hak ve Özgürlükler Partisinin 4. kez hükümet ortağı olduğu Bulgaristan Sosyalist Partisi yönetiminde “Türk Şubesi” yok, öteki politik partilerin hiç birinde de yok. Sorunlar mecliste dosyalara kapanmış havasızlık ortamında solup sararmış can çekişiyor. “Berlin Duvarı” yıkıldı, SSCB dağıldı ama Bulgar devletinin Türk ve İslam düşmanlığı bir millim yerinden oynamadı. Türkleri koyun sayanlar, çoban değiştirip sürüyü ağustos sıcağında anızda tutmaya devam ediyor.

S   O   N

Reklamlar