BULTÜRK Gazetesi 154.Sayısı Editör Yazısı
BGSAM

Biz Bulgaristanlı Türkler birlik ve beraberlik örneklerinden en alasını vermiş bir halk topluluğuyuz. Soy boy, hısım akraba ve aynı köyün veya kazanın halkı olarak yarımız Bulgaristan’da yarımız ana-vatanımız Türkiye Cumhuriyetinde yaşamak zorunda kalmış olsak da, aynı ruhta birleşip inişli çıkışlı ve sıkıntılı şu son 142 yıl geçmişimizde hepimizi diri ve dik tutan birlik ve beraberliğimiz olmuştur.

Birlik ve beraberlik son derece önemli ve büyük bir erdemdir.

Bu konuda bizim yazılmış yazılmamış tarihimiz söylenecek sözlerimiz ağırdır: Gerçeklerimiz deyim ve atasözlerimize yansımış ve hala canlıdır, hepimize de kılavuzdur. Her biri hafıza ve bilincimize kazınmış, vicdan ve gönül ayarımız olmuştur. Bizler Bulgaristan’da resmi altı Büyük Göç yaşadık da son kararı belirleyen atasözümüz ise şu olmuştur: “Ne kalana git, ne de gidene kal!” denir.

Bulgar devletinin sınır kapısını koparıp kenara çeken yüz binlik, iki yüz binlik ve hatta 500 binlik göç yaşayan İnsanımızın gözü hep, bir taraftan işinde diğer taraftan da kapıda olmuştur. Gidenlerin özrü “Biz orada diken üstünde yaşadık! Çocuklarımızın geleceğini kurtardık!” olmuş ve bu sözlerin anlamı da çok derindir.

Arkada kalan kendi toprağımız olduğundan dolayı VATAN olarak sevmek istesek de, devletin hırçınlığı, nankörlüğü, Türklüğümüze ve Müslümanlığımıza, daha kısası varoluşumuza karşı Bulgarların kırbacı elinden bırakmayışı bizi soğuttu. Koptuk ve “kalacak olan yerini, gidecek olan yolunu bulur” inancına sığındık.

Sözün kısası düşmanlık kazanı arasız kaynatıldı.

Şöyle ki, bizim parçalanmalarımız halkımızın gözünde yalnız bir görüntüydü, daha iyi olana doğru ilerleme ve güç toplayamadı. Göçler kalanların arasını açmadı. Toprak, ev, samanlık, bağ bahçe, harman yeri ve başka mal mülk kavgaları da yaşamadık. Boşalan yer hemen doldu ve hayata birlikte devam ettik. Orta yolu hep bulabildik, uzlaştık, arayı açmadık, huzur ve sulh içinde birlikte, kıvıl cıvıl beraberce yaşamaya, yeniden üremeye, yeniden güç toplamaya ve yeniden ürerken diriltmeye ve dallanmaya devam edebildik. Anavatanımız olan Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyetinin kaderimize hoşgörülü yaklaşımı, her zaman gücümüze kudret katan olmuştur.

Birlik ve beraberliğimizin doğal maddi ve manevi temelleri var.

Bu yoldaki hamlelerimizin maddi temellerinde kendi topraklarımız, bağ bahçelerimiz, örülerimiz, dağlarımız, derelerimiz, kurulu Müslüman yaşam düzenimiz yer alırken, manevi âlemdeki dayanağımız da Osmanlı’dan kalan 3 bin civarından fazla cami ve medresemiz ile toplam sayıları 2 700 olarak bilinen okullarımız olmuştu. Bu gün onları geri vermeyi veya almayı düşünen de pek kalmamış…

Biz dik duran bir azınlık topluluğu olarak ayakta kaldık.

Bütün ihtiyaçlarımızı karşılamamıza yeten dilimiz, halk bilgeliğimiz, üretim kültürümüz, eğitim öğretim, ibadet usul ve sistemimiz, yerleşmiş geleneklerimiz sıkı bir esaret altında bulunmamıza rağmen hayatı yaşatabilmemize yeterli oluyordu. Biz dik duran bir azınlık topluluğu olarak ayakta kaldık.

Bu cümleden olmak üzere, dinimizden gelen ve herkes tarafından bilinen “Toplulukta, birlik ve beraberlikte rahmet vardır, ayrılıkta ise azap, gözyaşı, hüzün vardır” atasözümüz ruhumuzun sürekli kenetli kalmasına, birbirimizi tamamlamamıza ve birbirimize her zaman yakın durmamızı sağlamıştır. Sosyalizm yıllarının ilk dönemlerinde tarımda teknik ürün üretiminde (öncelikle tütüncülükte) kolektifte çalışmalarımız, üretim dilimizin Türkçe olması Türk ruhumuzun pekişmesiyle birbirimize sıkı örülmemize götürdü. Bu üretim biçimi kendiliğinden “birlikten güç doğar” bilincine inanç ve güç kaynağı olmuştur. Bu hislerle gelişen beraberliğimizden güçlü ortak bir ruh ve Türklük kudreti doğmuş ve pekişmiştir.

Bulgarların Hedeflerinde soylu ailelerimiz, aydın öncülerimiz vardı, hep birlik ve beraberlik ruhumuzu parçalamak vardı,

Bizleri birbirimize düşürerek beraberce var olma ruhumuzu sürekli parçalamak isteyen ve bir türlü beceremeyen, hiçbir zaman bizim olmamış olan Bulgar devleti bu konuda asla dur otur demedi. 1878’den sonra en soylu ailelerimize, aydın öncülerimize, güçlü kuvvetli bireylerimize güç kapısı gösterilmesinin sebebi budur. Bulgar devleti, ahalimizi başı çekeni olmayan bir sürü haline getirmeye çalışırken, omurgasız, imansız, karanlığa saplanmış ve kendi yolunu bulamayan ve bulamayacak zavallılar topluluğu durumuna itmeye çalıştı. Bu tespit, Bulgar devletinin 142 yıl uzayan kırmızıçizgisidir.

Osmanlı-Türkiye’sinden koparılıp köle edilmek istendik

Önce, Müslümanlarımız Osmanlıdan koparılmaya çalışıldı. Esir düşmüş, köle edilmek istendi. Bulgar düşmanlığının kin ve hırsına alet edildi. Parlak örneğini 1912’de Deliorman’dan topladığı Türk gençleri Çar Ordusu saflarında Edirne saldırısına sürmesidir.
Tarihte ilk kez, Bulgar ordusu saflarındaki Deliormanlı Müslümanlarla Kırca Ali  – Paşmaklı – Nevrekop – Dövlen Müslümanları tabyalarda yüz yüze getirildiler. Fakat bu plan tutmadı. Ruhsal birlik ve beraberliğimizi korumayı başardık. Ne var ki, Müslümanlarımızı birbirine düşman etme çabaları yolda kalsa da, devlet durmadı. Çar hükümeti, Deliorman-Gerlovolı Türk gençleri Birinci Dünya Savaşı’nın Makedonya cephesi hendeğine itti. Altı binden fazla gencimiz kırıldı. Kuşkusuz bu olaylar Bulgaristan’da kalan Müslümanlarla Çar devleti arasını ıslah olunmaz bir biçimde açtı. Bulgaristan adına savaşa sürülen Biz Türkleri savaştan sonra Devlet yönetimine davet edilmedi ve devamında daha çok ötekileştirme siyaseti daha da kızışarak katılaştı.

Umut yıldızımızın doğduğu yıllar.

1919’da Paris (Neuilly) Barış Anlaşması imzalandı. Bu anlaşma Bulgar devletini ilk kez azınlık haklarını tanımaya zorladı. Zamanın Başbakanı Al.Stanboliyski ve yönettiği Çiftçi Partisi hükümeti bazı hak ve özgürlüklerimizi kabul etti. Türk okullarına geçim sağlamak için işlenir toprak, koru ve orman tesis etti. Vakıf mülklerimizi işletmemize karışmayarak destek ve yardım eli uzattı. Özel statülü okullarımız etrafında yeniden derlenip toparlanma umudumuz büyük bir hamleyle yaptı.

Bu anlaşma, Türk azınlığa özel okullar açmak, bunları yönetmek ve denetlemek, buralarda Türk çocuklarına kendi anadilleriyle eğitim vermek hakkını tanıdığından başka, bu konuda Bulgar hükümetine de yükümlülükler yüklemişti. Bulgaristan Türklerine kolektif bir hak olarak birlikte eğitim yapma hakkı, kendi kültürlerini geliştirerek, ortak aydınlığa yönelme hakkı tanınmıştı.

Işık saçan Türklük çırası, kurulan ve derin nefes almaya başlayan dernek, kulüp ve sportif takım ve birlikler, özenci sanat sahnelerinde birlik pekiştirerek parlamaya başlayınca, Türkçe gazete ve dergilerle her haneye ve yüreğe ulaşırken, uzanış hamlesiyle dirilişimizde kurumsallaşma yoluna yöneldi.

Bu atılımın şahlanmasında, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türk milleti, millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir.” sözleri, Çanakkale Savaşı bayrağı altında Balkan Müslümanlarının da onu milli önder olarak tanıyıp bağrına basması olağanüstü büyük rol oynamıştır. Çar Ferdinand zulmüyle Birinci Balkan Savaşında isimleri ve dinleri değiştirilen Pomak Türklerinin 1913’te yine Mustafa Kemal’in aktif müdahalesiyle kısa sürede geri verilmesi yeni bir umut yıldızı doğmuşuna işaret oldu.

1882’den başlayarak Birinci Dünya Savaşına kadar Bulgaristan’da “Osmanlı maddi kalıbından kurtulma” devri yaşandı. O devirde Müslümanlardan Başmüftülük ve Müftülükler sorumluydu. Türkler, merkez ve yerel politik yönetimlerden uzak tutuluyordu. Azınlık ortamındaki ortak kesin görüşte, eşit haklılık yolunu açabilmek için dünyevi eğitim görmüş öğretmen, gazeteci, işadamı, sanatçı öncülere ihtiyacımız olduğu bilinci oluştu.

Bulgaristan Türklerinin birleştiği ilk Milli kongre

Bu inançla 1929’da Sofya’da Bulgaristan Türk azınlığı Birinci Milli Türk Kongresi topladı. Kongre, aydınlanma davamızın ve halk bilgeliğimizin doruğu oldu. Özel Türk azınlık okullarından, Türkiye ve Bulgaristan’da okumuş kadroların kıvılcımlarından tüm kalpleri ısıtan büyük bir ateş parladı. Büyük atılımda Türklüğümüzün önderi Atatürk ilhamı vardı.

Bulgaristan’da İlk Türk Kongresini çağırma fikri gazeteci Mehmet Celil Efendinindir.
O 1928’de Sofya’da “Rehber” gazetesinin ilk sayısını çıkardığı sayfalarında birlik ve beraberliğimizin ateşini yakan odur. 1925 askeri darbesinden ancak 4 yıl sonraydı. Sofya meclisinde Türk milletvekilleri vardı. Şumnu mebusu Mehmetali Giray; Eskicuma (Tırgovişte) mebusu Mehmet Sait; Rusçuk mebusu Hafız Sadık ve Paşmaklı (Smolyan) mebusu Ağuşoğulu Hafız Emin Beylerden oluşan bir Kongre hazırlık, destekleme ve örgüt komitesi kuruldu. Kongre başkentin “Humos” sinema salonunda toplandı.

Yol açan, 18 Mayıs 1929 tarihli “Rehber” gazetesi, imzasız başyazısında Milli Kongre düşüncesini ve parlayan birlik ve beraberlik fikrini halka duyurdu. Köyler beşer, şehirler on beşer delege gönderdiler. O zamana kadar Bulgaristan Türkleri Birlik ve Beraberlik Kongresi yapılmamıştı. Bulgaristan Türkleri ilk kez bir çatı altında toplanıyordu. Hır zır, görüş ayrılıkları rafa kaldırıldı, gönüller birleşti. Partileri, çatı dernekler, federasyon ve konfederasyonları yoktu.  Delegeleri birleştiren, sorunları aşma ve güçlü olma, ortak çabalarda buluşup adalet ve özgürlüğe uzanma, Türk kimliği oluşturma atılımı oldu.

Kenardan bakanlar şaşıp kalmıştı. Fesli, sarıklı, şapkalı, kalpaklı, başı açık, renk renk kılıkta 460 Türk delegeye Kongre Salonunda ortak ruh veren sorunlar ise şunlardı:

  • Bulgaristan Türklerinin azınlık okulları,
  • Türklerin dini kurumları ve vakıfları,
  • Hayır dernekleri.

2020 Yılına geldik, fakat bu sorunlar hala canlı ve çözüm beklemektedir.

Kongre’den “büsbütün yeni, temiz, öz milli bir çatı örgütü” (Cemiyeti Hayriye) kurulması fikri çıktı ve başkan olarak da gazeteci Mehmet Celil seçildi. Başkan Celil’in bu konuda kaleme aldığı yazısından bir alıntı vermek isterim:

“Cemiyeti Hayriyeler: okulları, kıraathaneleri, fukaraları, yoksul, bikes çocukları, kurumlaşmış kurumlaşmamış bir cümle dini ve milli işleri düşünmek, bunlara yardım etmek için üç haneli bir köyde bile tesis olunacaktır. Cemiyeti Hayriyeler, ilk adımda Türk kimliğini geliştirme kurumu olarak birlik kurup en yüksek bir örgüt olmak üzere çalışmalarına başlayacaktır.”

Parçalanmışlıktan doğan didişmeleri birlik ruhuyla değiştirmeyi başaran delegelerin aldığı ikinci önemli karar, Türk okullarında yeni Latin Alfabesiyle öğretim yapılma konusunda halkı birleştirdi. Kongre Bulgaristan Türk azınlığının birleşme ruhunu yansıttı.

“Rehber” gazetesi “Güneş doğacak!” yazdı.

“Deliorman” gazetesi: “İlk Kongre Bulgaristan Türklerinin tarih önünde bir dönüm noktası olduğunu unutmamalıyız!” dedi.

Kongre kürsüsünden Bulgar hükümetinin okul sorununu bir zulüm aracı olarak kullandığı ve sıkıştırdığı aileleri göçe zorladığı, dile geldi. Türklerin müspet bilimlere doğru ilerlemesi yollarının kesildiği defalarca belirtildi.

Ne var ki, Kongrenin Bulgar meclisi, Çar ve hükümet tarafından kutlansa da, sözü başka, fiiliyatı başka Bulgar makamlar okul kapatmaya, Kemalist olarak damgaladıkları öğretmenleri işsiz bırakmaya devam ederken, Rehber gazetesini kapattı. Mehmet Calil’i sürgünden sürgüne yolladı. Sonunda, halk önderi aydınımız 1939’da Sofya hapishanesinde tüyler ürpertici bir cinayete kurban gitti.

Bulgaristan Türklerinin Birinci Milli Kongresi 1925 ve 1934 yıllarında yapılan iki askeri darbe arasında gerçekleşmiştir.

Bu iki askeri darbede Türk izi yoktur. İktidar ortaklığında gözü olmayan Bulgaristan Türkleri, ancak tek taşla yapı olmaz inancıyla, kendi aralarında birleşme ve güç toplama yolunda çabaladı. Gün gelir kapımız çalınır umudu canlıydı. Kongreye katılanlar köy ve kasalarına Atatürkçü bir inanç olan “Büyük işler, önemli atılımlar; ancak birlikte çalışma ile elde edebiliriz.” fikriyle döndüler. Katılımcılar, ancak birlik kurabilirsek, Türklüğümüzü ve Müslümanlığımızı koruyabiliriz görüşlerine inanmış ve dört elle sarılmışlardı. Bulgar zulmü ve yasaklı ortamda birbirine sımsıkı sarılmış, beraberce yaşarken sımsıkı birlik olma sanatının ilmiklerini birer birer örmeye koyuldular.

“Humus” sineması salonu duvarında, her delegenin görebileceği şekilde, yeşil büyük Latin harfleriyle “NERDE BİRLİK, ORADA DİRLİK!” sloganı asılmıştı, anımsatmak isterim.

1934 faşist askeri darbesinden sonraki 10 yıl Bulgaristan Türkleri için ağır yıllardı. Türk ruhlu aydınlarla amansız bireysel hesaplaşma başladı. Tutuklanıp sürgün edilmekten, hapse düşmekten, işkence makinalarına bağlanmaktan, yargısız infazdan kurtulabilenler Türkiye Cumhuriyetine kaçmak zorunda kaldılar. Halk davamız aydınsız, aileleri eşsiz, babasız arkada kaldı. Çok ağır yıllar yaşandı. Son büyük Avrupa savaşında Bulgarlar parçalanıp birbirine düştüğünde, insanlarımız karışmadı, kenarda kaldı.

Savaş yıllarında Türklerin durumu.

Nazi askerlerinin Bulgaristan’a girmesi, Makedonya ve Ege Trakya’sına saldırı hazırlıkları görürken, Doğu ve Batı Rodoplar’da kaldıkları Müslüman köylerinde talan yaptılar. Türkler o zaman da içine çekildi. Manevi hayat söndü. İşgal edilen topraklarda Yahudi ve Çingenler tutuklanıp Nazi toplama kamplarına sürüldüler. Türkler de toplandı. Kürek işlerinde köle gibi çalıştırıldılar. “İstenmeyen Türk ailelerinin” göçe zorlanması savaş yıllarında da devam etti.

İkinci Büyük Savaştan önce ve savaş yıllarında Bulgaristan’da komünistler ve faşistler, Nazi ve Moskof taraftarları arasında iç savaş yaşandı. İki taraftan 15 bin kişi kırıldı. Türkler başta olmak üzere azınlıklar bu Bulgar katliamında tarafsız kaldı. Çar III. Boris, yakalattığı anti-faşist Bulgarları Türk köylerine sürgün ediyordu.

Monarşiden sosyalizme geçişte Türklerin durumu.

9 Eylül 1944 tarihinde üçüncü bir askeri darbeyle monarşi devrildi. Kızıl Ordu işgali yaşanmasa da, Almanların gittiğini ve Rusların geldiğini anlamayan kalmadı. Halkımız bir bela gitti, yenisi geldi dedi ve yeniden kabuğuna sığınıp beklemeyi seçti. Nedense, o ağır yıllarda bile Bulgaristan Türklerinde memleketi topluca terk edip cehennemden kaçma hevesi yapraklanmadı, ancak Ayağını yere sıkı bas! öğüt edenler de çoğaldı..

Yıllarca birbirini kırmış ve 9 Eylül 1944 sabahı aralarındaki kanlı hesaplaşmayı bitirememiş olan Bulgarlar, 1879 Anayasasıyla ilan edilen Monarşi rejiminin kaldırılması ve yerine Bulgaristan Halk Cumhuriyeti ilan edilmesini fikrine saplandı. Sıradan insanlar Anayasa değişmeden rejim değişmez görüşüne inanıyordu.

1879 Anayasasında şöyle şöyle yapılırsa monarşi rejimi “değiştirilebilir” maddesi olmadığından, Müslümanlar da eski rejimin ebediliğine inanmışlardı. Komünistler, 2 yıl sürekli faşist kanı akıttıktan sonra adı konmamış durumu meşrulaştırmak gerektiğine inandılar.

8 Eylül 1946 tarihinde halk oylaması (referandumuna) yapıldı. 1948’de Monarşi yıkıldı, Çar II. Simeon da Türkiye’ye kovuldu haberleri işitilince Anca beraber, kanca beraber deyip iç içe kalan Türkler iyice korkmuştu. Akıllarından geçen başlarına geldi. 70’yıla yakın özel okul statüsünde olan Türk okulları hemen devletleştirildi ve Bulgar Okulu statüsü aldı. Kökleşmiş eğitim geleneklerimiz halktan koparıldı.

Hafızadan silinmeyen ağır çeki yılları.

1942-44 yılları arasında Bulgaristan Yahudilerinin taş ocaklarında ve kürek kamplarındaki çekileri; 1945’te bazıları Türk ve Pomak bölgelerinde 65 iş kampı açılması; aralarında naipler, bakanlar, milletvekilleri, generaller, subaylar, yazar ve şairler olmak üzere 25 bin kişi, “Halk Mahkemesi” karıyla olsa bile vahşi öldürülmesi, herkesi korkutmuştu. O anlatılması zor yıllarda kendi yağıyla kavrulmaya çalışan Bulgaristan Türkleri sımsıkı birbirine kenetlenmişti.

Hayalet gibi dolaşan kötülük 1950’de Kremlin diktatörü Y. V. Stalin’in 250 bin Türk 2 ayda Bulgaristan’dan terk etsin! emriyle deprem gibi geldi. Topluca memleket değiştirme konusu daha önce de gündem olmuştu. 1925 Ankara Antlaşmasına gereğince isteyene göç kapısı açıktı ama 2 ayda toptan göç etmeyi kimse düşünmemişti. Yaşlılar bu işe, At kişnemeden, tay gelmez!” derken, yeni Bulgar hükümeti Moskofla el ele verip, Plevne Savaşında kursaklarında kalanı şimdi temizleyecekler” yorumu getirdi.

1878’de Yeşil Köy ’deki Osmanlı Rusya geçici barış anlaşması görüşmelerinde, dinine bağlı, yüksek nitelikli, namuslu, dürüst, alçak gönüllü, çalışkan ve yardımsever gibi özelliklerine kıyamayan Osmanlı heyeti, Bulgar Prensliğine kalacak topraklarda yaşayan Türklerin hepsinin Koca Balkan güneyine çekilmesini talep etmişti.

Trakya’daki Bulgarların da Balkan ardına geçirilerek değiş tokuş yapmayı önermişti. O zaman Rus heyeti razı gelmemişti. Çar II. Aleksandır’ın kıyamadığı Türklere Stalin’in nasıl kıydı sorusu, herkesi düşündürdü.

Biz, ne yazık ki, bizden olduklarına inandığımız Bulgar kavmiyle uzlaşma temelinde madeni bir yelpaze oluşturamamış olsak da, doğrusu 70 sene önce olmuş bir savaşın faturasını 70 yıl sonra kesmek akıl işi değildi. Ne var ki, 1948’de 50 bin Yahudi’yi bir gemiye sıkıştırıp İsrail’e gönderenler de aynı kişilerdi. Oysa Yahudiler bu topraklara Osmanlının gözdesi olarak gelmişlerdi. Başkasının misafirini kovmak dünya tarihinde görülmemiş bir küstahlıktı. Hafızasından gelen fısıltıdan aklımdan kalmıştır: “Bir olay herkesin başından geçmişse, herhangi biri suçlanamaz!” durum buydu.

O ağır günlerde, eller yorgan döşek, kap kaçak denkleri bağlarken, gönüller vatan için ayaklanmaya!” kabarıyordu. Ellerinde satırla tırpandan başka silah yoktu. Hitleri Berlin’e kadar kovalayan Kızıl Ordu kapıda, dağlardaki mağaralardan inmiş ama silahlarını teslim etmemiş, serüven peşindeki asiler de Türk düşmanlığı yaygarasına kapılmışlardı. O yıllarda birlik ve beraberliğimize kimse söz edemezdi, çünkü: Ağaç, kurdu içinde besler!” arasözü henüz bizim değildi. Kendini avutmaya çalışanlar Şeriatın kestiği parmak acımaz! deseler de, akıllarından Stalin Allah değil ki, bu bir gâvur…

Kültürel haklarımız tanındı

Yüz binin üstünde kardeş parçalanmasından sonra kapı kapandı. Bulgaristan’a ansızın Türkler ve tüm azınlıklar lehinde köklü bir değişiklik geldi. Azınlığımıza kültürel hakları tanındı. Türk ana-okulları, ilk ve ortaokullar, lise ve pedagoji okulları, Sofya Üniversitesinde Türk dilinde öğrenim veren birçok fakülte açıldı. Sofya Radyosu Bulgaristan Türklerine mahsus 5 sat yayına başladı. Deliorman ve Rodoplar’da Türk devlet tiyatroları perde açarken, yine il merkezlerinde Türkçe gazete ve dergiler çıkmaya başladı.
Sofya’da basılan “Işık”, “Halk Gençliği” “Eylülcü Çocuk”, “İnşaat Erleri” vb gazeteler, “Yeni Hayat” dergisi, Türkçe orijinal ve çeviri kitaplar Türk-İslam ailelerine evlerine kadar ulaştı. Yapılan sosyalizm propagandası olsa da anadilinde uyanan halk yeni değerlerle aydınlanıyor, ortak çalışmalar insanlarımızı birleştiriyor, geleneklerimizin yeşermesiyle birliğimiz dal budak salıyor, ruhumuz kanat açarken irademiz güç topluyordu.

Bulgaristan Türkleri Edebiyatı oluştu.

Bu atılımların coşkusuyla Bulgaristan Türkleri aydın tabakası, anadil, edebiyat dili, alfabesi, değimleri, atasözleri ve masalarımızı içeren halk bilgeliği ve yaratıcılığı temelinde Bulgaristan Türkleri Edebiyatı oluştu.

Bu olayın birlik ve beraberliğimiz açısından değeri olağanüstü büyük oldu, çünkü Bulgaristan Türkleri kendi öz kimliklerini biçimlendirip içini eşitlik ve kardeşlik ruh, irade ve gönül bilgeliğiyle doldururken ülkede yaşayan diğer 8 azınlığın da öncüsü ve temsilcisi oldular. Toplayıcı bir yetenekle azınlıkların hepsini halk meclisinde, BKP Merkez Komitesi Türk üyeleri, aday üyeler, Türk Şubesi, karma bölgelerde Vatan Cephesi İl Başkanları, Belediye Başkan yardımcıları, tarım kooperatifleri ve birçok sanayi birini yöneticisi düzeyinde temsil etmeye başladılar. Türk öğretmen, eğitmen, doktor ve mühendisler ordusu oluştu. Özellikle serbest, yağlı güreş yarışmalarında pehlivanlarımızın olimpiyat, dünya, Balkan ve milli birincilik ve şampiyonlukları, kazandıkları altın madalyalar Türk kimliğimizi yüceltti. Bulgaristan Türklerinde vatan sevgisi ve vatan bilinci de o dönemde gelişip pekişti.

1950-li yıllarda Bulgar devleti Türklere tuzak kurdu.

Anadilimizde dünyevi eğitimle halkımız dinden uzaklaştırmak, erkekleri camilerden çıkarıp, anlamı dinsizlik olan ateizme, komünist ülkeye ve sosyalizm kuruculuğu davasına çekmek istiyordu. 1956’da Todor Jivkov’un BKP’nin başına geçmesiyle Türkleri baştan çıkararak, başında kavak yeli esenlere sahip çıkarak ve onları sosyal hayatta başa getirerek yarım asır sürecek Bulgarlaştırma ve Hıristiyanlaştırma zulmü başladı. Bu gelişmeler, azınlıklar konusunda komünist devletin monarşinin siyasetini sürdürdüğünü açıkça ortaya koydu. Plan daha 1934’te kaleme alınmış, maddi alanda hesaplaşma tamamlandıktan sonra manevi alana geçerek Türklerin şuurunu ve ruhunu sökü boş kalan yeri Bulgarlık ve Hıristiyanlıkla doldurmayı öngörüyordu.

Parasız pazara, kefensiz mezara gidilmez!

Halkımız bu sürece daha ilk gün verdiği cebap şu olmuştu: Bulgar köprü olsa, geçme!” Ardından Domuz derisinden pos olmaz!” atasözümüz geldi. Yine bilinçli olarak, camiden uzaklaşanlara Parasız pazara, kefensiz mezara gidilmez! hatırlatması yapılıyordu…

Uygulanan devlet planları evde yapılmış hesaplardı ve karşısında yumruk olmuş Türk topluluğunu buldu. Bulgaristan Türklerinin ilk sürgünler de o zaman başladı. Sınır boylarından koparılan Türkler Bulgar köylerine sürüldü. Her köyden bir Türk erkeğinin 2 yılda bir sürgün edilmesinin amacında İnsanımızı alık alık bakan aptal haline getirmekti. Kendini tutamayıp görüş beyan edilenler de ya sürülüyor ya da önüne bir kemik atılarak susturuluyordu. Aslında Türklerin düzeni bozulmaya başlanmıştı. Yalan haberlerle korku salınıyor, yol kesiliyor, bilinen şahıslar yola giderken, yoldan dönerken ölü bulunuyordu. Katiller aranıp bulunmuyor, huzur bozuluyor, korku körükleniyordu.

Osmanlı izlerini temizleme devam

Sosyalist devlet, 1948 ve 1973 anayasalarıyla, monarşi döneminde (1878-1944) şehirlerin Osmanlı izlerinden temizlendiğini görünce, aynı uygulamayı köylere de uygulamaya başladı, aynı zamanda manevi dünyamıza da el attı. Okulları, dükkânları, han hamamı, basın yayını devletleştirirken, toprakları ve hayvanları zorla toplayıp kooperatifleştirdi. Türklerin gelenekleriyle yaşayarak öz kültürlerini geliştirme yollarını daraltarak, kesmek niyetindeydi.

Bu yolun daha başında Türk gençlere okuma ve meslek sahibi olma kapıları açılırken, devletten burs veya maaş alanın gizli servis “DS” ağını örmeye başladı.

Türk azınlık, öz tarihinde ilk kez mezar kazıcılarını kendisi, kendi içinde beslemeye ve zorlanmaya başlandı. Bu gizli bir sürecin başlangıcıydı.

Kurtlar içimizden kemirmeye başladı

Osmanlı devrinde, hiçbir Bulgar komitacısını bile ele vermeyen, bunu şerefli gururuna sığdıramayan Bulgaristan Türkleri, 40 yıl sonra Bulgar devletinden maaş alan 432 din görevlisi ile Bulgar okullarında eğitilmiş 3 016 ajan Türkün şerefsizliği ile yüzleşecekti.

Bunların arasından 20 Müftü ve 36 aydın isim değiştirme rezilliğini desteklediklerini beyan edecek kadar alçak düşmüşlerdi. Devlet baskısıyla halkımızdan koparılan bu kişiler, Türkçe eğitimin engellenip yasaklanması; anadilimizde konuşmamızın, sanat ve kültürümüzün, din ve geleneklerimizin, sünnetin yasaklanması, yaşayış tarzımızın tamamen silinmesinde öncülük etmeyi kabul etme şerefsizliğini yaşamaya itilmişlerdir.

Hayat, hainlik gibi bazı suçların affı olmadığını sürekli anımsatır.

Topluluğumuzu parçalama çabalarında, camiye gidip gitmeyenler, çocuğunu Türk okulundan alıp Bulgar okuluna yazdıranlar, Bulgarca bilip bilmeyenler, başına devlet kuşu konan veya ezilenler vs olmak üzere, köy ve kentlerde sıradan bireyler ve aileler arasına kalın çizgiler çekilerek işe başlanmıştır.

Bu son derece karmaşık süreci anlatmak oldukça zordur. Tek örnekle anlatmaya çalışırsak, önce iki üç neslin bir arada yaşadığı büyük köy evlerinde doğduğumuzu ama yeni dönemde (planlı ekonomi yıllarında) suyolları, kara yolları ya da kooperatif-tesislerinin hep evlerimize çarptığını söylemem gerekir.

Yıkılan evlerin yerine verilen ev planlarında ahır, saya, bahçe, salma vb olmadığından ailelerin ek gelir olanakları budandı. Her şey izne bağlı olduğu için, değişiklik için izin alabilmek ise, bir yerlerden telefon gelmeden imkânsızlaştı. Çok ciddi bir zorlama ve “cömertlik” oyunu oynandı. Devletin ve belediyelerin Türklere karşı ağızı ve tavrı değişirken, halkımızın ayağı suya erdi ve yeni yeni sivrilenlere Ağızında bakla ıslanmaz! adı uygun bulundu. Ajanlık bireysel bir yanılgıdır. Tövbesi de yoktur. Bu işlerin başını çeken ve muhbirliği yemleyen ise, devletin kendisiydi. Hainlerin cezaları kesilemedi.

Türk-Müslüman kelemelerini ayırmakla başlandı

İç dünyamızı hedef alan öncül darbeler, Bulgaristan Türk aydınlarının camiden çıkarılmasına neden olurken, çocukları kuran kurslarından kopardı. Böylece din ve dil kültürümüzden oluşan Türk kimliğimizin ana sütunlarından birisi yıkılmış gibiydi. Aynı zamanda Türk kimliğiyle yaşama davasına öncülük eden yazar ve şairlerimiz de hedef alındı. Daha 1959 yılında Türkçe yazmaktan vazgeçip, Bulgarca yazmaları için baskılar başladı. Kimlik değişimini aydınların beyninde başlatmaya yoğun çalışıldı. Şiir, şarkı, türkü ve ozan geceleri yasaklanarak halkla yaratıcılar arasındaki iletişim kesildi.

Türkçe gazeteler Bulgarca oldu

Bu süreç, ilk sayıları Türkçe çıkan “Yeni Işık” gazetesinin 1984’te yüzde yüz Bulgarca basımına kadar tırmandı. Bulgar dili, din kitaplarımıza ve camilere de girdi. Türkçe yayınların hepsi yasaklandı. Türk bilinçli bir Türk azınlığı, okuma yazması, mesleği ve kimlik şuuru olmayan bir kalabalıkla değiştirildi. Aslında bu ruhu yaralı, gönlü içine kapanmış insanların Bulgar halkına katılması olanaksızdı. Asimile etme stratejisi ters tepti.

1984-1989 soykırım denemesi döneminde, tanklarla köylerimize giren, ayaklanan Türklerin üzerine helikopterlerden çakıl döken Bulgar devleti, kâğıt üzerinde isim değiştirme zorbalığını “tarihsel zafer” olarak kutlarken, Türklerden “el pençe divan kurmalarını” bekledi.

Türk Kadınları Todor Jivkov’u devrildi

Cevap olarak yeni tarihinde en büyük ayaklanmayla yüzleşti.Sosyalist demokrasi” maskesi ardında el ele vermiş Rus ve Bulgar kimlik değiştirme terörü, “1956 Macar ve 1968 Prag Baharı” ayaklanmasından sonra 72 bin Türkün aynı anda ayaklanmasıyla yüzleşen komünist diktatör Todor Jivkov devrildi, zulüm rejimi çöktü. Türklere uygulanan zulüm soykırım denemesi olarak, Kültürel soykırım ve 350 bin kişiyi devlet terörüyle ata toprağından söküp sınır dışına kovma olarak nitelendirildi.

Bu mücadelede, Bulgaristan Türkleri birlik ve beraberlik dayanışması ve kahramanlıklarını hatırlattılar.

Şehitlerin kanı yerde kalmadı. İçeri düşenler arasında sıkı bir yardımlaşma ve manevi dayanışma yaşandı. Kurulan 55 direniş örgütünde bir tek Bulgar yoktu. Türk iradesine, ahlakımıza dayanan sıkı disiplin sayesinde, Tolbuhin’in Baraklar (Barakovo) köyünde kurulan Bulgaristan Türkleri Halk Kurtuluş Hareketi (BTHKH) dışında hiçbir legal ve illegal direniş örgütümüze ajan sızdırılabildiği tespit edilmedi. Tutuklamaların hepsi keyfidir. Türklerimizden hiç biri “Bulgar’dan vefa ve zehirden şifa” beklemedi.

Bulgar devletinin her şeyimize göz diktiğine, maddi ve manevi neyimiz varsa tüm varlığımızı ele geçirmeye çalıştığını, beynimize zehir akıtıp kimliğimizi yok etmeye soyunduğunu gördü ve demirden çelik olup düşmanın karşısına dikildi.

Ayaklanmamız göz kamaştıran bir başarıyla sonuçlandı.

Moskova’da SBKP MK Politik Büro masasına yatırıldı. Washington’da Beyaz Saray’da görüşüldü. Ne var ki, Türk kimliği davamıza Türkiye, Azerbaycan, Kuzey Kıbrıs, Türk ve İslam Dünyasından başka arka çıkan olmadı. Yediden yetmişe hepimiz kimin ve neyin esiri olduğumuzu gördük ve birbirimize şanlı tarihimize ve gelecek umudumuza sımsıkı sarıldık.

Aslında 1989 Büyük Göçü Bulgaristan Türklerinin yeniden parçalanması olarak görülmemelidir. Komünist milliyetçiliğin ırkçı insan düşmanlığıyla büyük muzaffer çarpışmamızda güç toplamak için geri çekilişimiz olarak değerlendirilmelidir. Bizim yeni birikimlerle yeniden şahlanmamız için anavatanımız bağrında daha iyi bir ortam yoktur ve olamazdı.

EVDE KALIN SAĞLICAKLA KALIN
Devam edecek.

Bölümün devamı: 1989’dan sonra Birlik ve Beraberlik Davamız.

Gazeteyi okumak için: https://sites.google.com/bulturk.org.tr/e-bulturk/2020

Reklamlar