Yazan: Renginar GÜLER
Tarih: 02 04 2020

Çok ağır ve olağanüstü sorumlu günlerde yaşıyoruz. Yerkürede yaşayan insanların her biri ölüm kalım savaşı veriyor. Bu sözlerim Türkiye ve Bulgaristan için de geçerlidir. Çünkü ilacı olmayan bir salgınla mücadele ediyoruz ve devlet başkanının, hükümetin, sağlık bakanının ve doktorların her sözüne kesin uymak zorundayız. Dairemizden, evimizden çıkmayarak kendimizi bu “korona” virüsünden korumak zorundayız. Hele yüksek tansiyonu ve şekeri olanlar asla ve asla dışarı çıkmasınlar. Zaman gençlerin yaşlılara gece gündüz yardım etmesi zamanıdır. Dünya’da sabunu, hamamı, temizliği icat eden biz Türkleriz, günde 5-6 defa elimizi sabunla yıkayarak, dünyaya örnek olalım.

Tıp bilimi aranan ilacı bulacaktır. Disiplinli bir millet olan Almanlar Eylül ayına kadar mücadeleye hazırlanıyorsa, bizim de seferber olmamız zorunludur. Kendinizi koruyun. Sokağa çıkmayınız!

Sağlıktan önemli hiçbir şey olmasa da, yalnız bulaşıcı hastalıkları değil, düşman hışmı da görmüş Biz Bulgaristan Türkleri geçmişimizi öykülemeye devam etmek, anlatarak yaşatmak zorundayız.

Biz hayalleri hapis edilmek istenen insanlarız.

Bulgaristan Türkleri 1878 yıllarından sonraki hayatlarında en ağır yılları 1984 – 1989 döneminde devlet baskısı ve terör ortamında soykırımla mücadele ederek geçirdiler. Sürgünlük yaşandı. Hapislerden geçenlerin çoğu artık rahmetli oldu. Şehitlerimiz var. Allah rahmet eylesin! Arkalarında parçalanmış, yaralı bir topluluk kaldık. Kendi kendimize yetmeye çalışırken, çok zor bir dönemden geçtik.

Bulgaristan’da ve Türkiye’deki soydaşlarımızla ilgili son 30 yılda Sofya devletinin izlediği siyaseti şöyle özetleyebilirim:

Biz “ateş düştüğü yeri yakar” deriz. Bulgaristan’da ateş Türklerin, Müslümanların ocağına defalarca düştü ve hepimizi yaktı. Ayrılık acısı, göğsümüze dikilen silahların yarattığı korku, çocuklarımızın çığlığı, halkımızın çekileri çok derin hafıza çizgisi bıraktı. Ne var ki, biz bugün yaşanan o dehşeti hatırlarken korku, dehşet ve öfke duymuyoruz. Bu izlenim son gittiğim “Türkan Çeşme” mitinginde pekişti. Anma törenine ve mevlide katılanlar hep aynı kişiler olsak da, kimliğimiz hatıralarımızın uzandığı yere kadar uzanıyor. Zaman bir yol gibi. Nesiller değiştikçe, o vahşi olaylardan mesafe uzadıkça geçmişimizin hatıra çizgileri solup siliniyor. Her şeyden vaz geçmiş ve “olan olmuş bana ne” ya da “hatıralar karın doyurmuyor” deyip anma törenlerine gelmeyenler artıyor. Eğer olayların hatırası her birimizle öykülenmezse, şiirlenmez, şarkı ve ağıt olarak ozanlarımızca yaşatılmazsa, sahne oyunu, belgesel ve filmleştirilerek yaşatılmazsa kırılıyor ve hayat güçlerini koruyamıyorlar.

Oysa herkes bilir ki, hafızasız, belleksiz olanlar hayvanlardır. Davayı ebediyen yaşatmaya söz verenlerin ihaneti böyle doğar. İhanet, belleğin sönmesi, hatıraların ölmesiyle başlar. Bu, kişiye değil, topluma verilen sözün unutulmasıdır, affı olmayan bir vicdan suçudur. Davaya sağdık kalmak, verilen sözleri tutmak bizim kuşağımızın toplumumuza verdiği en büyük yemin ve sözdür.

Oysa belleğimiz, hatıralarımız doğruluk, adalet arayışımızın güçlü silahıdır.

Sözünü ettiğim bireysel bellekle (kişisel hafızayla) birlikte toplumsal (umum) hafızasını oluşturabilen Bulgaristan Müslümanlarının kaderidir. Toplumsal belleğimiz ise çok karakterli kişisel niteliklerimizin toplamıdır. Ortada engellenmiş olan bir durum varsa ki Bulgaristan’da yaşadığımız yıllarda,  dilimiz, dinimiz, geleneklerimiz yasaklanıp kısıtlanarak, öykülenmesine izin verilmeyerek sürekli kısıtlandı ve Türk-Müslüman belleğimiz devamlı yavan bırakılmaya çalışıldı. En büyük darbe Türk okullarımızın kapatılmasıyla geldi. Doğum günü, ilkokul günü, Türk okulunda diploma töreni, nişan, düğün, geze, ana-baba olma gibi adetlerimizi anlatma, öyküleme, kutlama geleneklerimize darbeler vurulması, aslında bizim belleksiz, geçmişsiz, hatırasız bırakılmamızı amaçlıyordu ve ağır sonuçlar verdi. Çünkü belleksiz gençlerin hayal güçleri zayıflar ve giderek söner, gerçekleşmesi muhtemel fikirler üretmeleri ve bunların peşinden koşmaları engellenmiş olur. Bulgaristan Türklerinin öyküsel kimliğinin oluşturulması devlet tarafından bilinçli olarak engellenmiş ve hele şanlı Türk geçmişimizin Türkçe öykülenmesi yollarının kesilmesine olağanüstü büyük çaba gösterilirken kaba, sert ve zalim davranılmıştır. Bir örnek versem, yazar ve şairlerimizin, Türk dili öğretmenlerimizin sürgün ve hapishane serüvenleri yeter de artar derim. Şair Nuri adalı bir Türkçe öğretmenidir ve 24 yıl hapis ve sürgün zulmü görmüştür.

Kuşağımın geçmişinde en derin kimlik kavgası anadil, dinimiz, tarihimiz ve vatan anlamı ve kavramları üzerine yürütülmüşüz. Biz ana dilsiz, vatansız, dinsiz ve tarihsiz yani kimliksiz bırakılmak istenen bir toplum hayatı yaşayanlarız. Bu arada sözlü ve yazılı halk edebiyatımıza, sanat ve kültürümüze saldırılar çok sert olmuştur. Masal ve şiir kitaplarımızın toplatılması ve yakılması, şair ve yazarlarımızla, hatiplerimizle halkımız arasında tören gecelerinin yasaklanması hep Türklük ışığının kısılıp söndürülmesi ve Türk kimliğimizin paslanması, kötülenmesi amacıyla ve devlet eliyle yapılmıştır.

Belleğimiz Türklüğümüzü yaşatan ve öyküsel işlevi olan ve kendimizi ve kimliğimizi koruyan, anlatan, yaşatan ve devreden bir varlıktır. İnsana bellek aşılanamaz. Bundan dolayı, hafızamıza Bulgar belleği aşılamak isteyenler, hafızamızı boş bırakmak ve okullarda içine Bulgar kimliği doldurmak (aşılamak) istediler, ne var ki tutmadı, çabaları boşa çıktı.

Bulgaristan Müslümanlarında engellenmiş bellek yaratılması işinde önce anlı şanlı tarihimiz unutturulmak istendi.

Aynı zamanda Türkler arasından yeni anlı şanlı şahsiyetler, kahramanlar yetişmesine, duyulmalarına, sevilmelerine ve halkımız tarafından kucaklanmalarına engel olundu. Şimdi bir okula gitsek ve dördüncü sınıf öğrencilerine Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Yaşar kemal, Reşar Nuri, Recep Küpçü, Mehmet Kara Hüseyin vb yaratıcıların kim olduğunu sorsak bilmezler, oysa onların sayısı yüzlerledir. Onlar Bulgaristan Türk edebiyatını yaratanlardır. Büyüklerimizdir.

Bulgaristan Türklerinde bellek eksikliği yaratılmasına götüren ilk adım anaların çocuklarına Türkçe konuşmasının yasaklanması, Türk anaokullarımızın ve kuran kurslarımızın yasaklanması, çocuklarımızın edebiyat ve sanat etkinliklerinde, dernek ve kulüp faaliyetlerinde buluşmasının engellenmesiyle başlamıştır. Çocukların bayramlara katılmasının, yaşlılarının elini öpmesinin okuldan serbest bırakılmayarak engellenmesi, öğretmenlerin bayram törenlerine katılmasına izin verilmemesiyle derinleşmiştir. Türk dilinde çocuk gazetesi çıkmasının, hikâye kitapları ve şiir derlemeleri basılmasının, dağıtılıp okunmasının yasaklanmasıyla geleceğimizin kuyusu kazılmıştır. Çocukların belleklerinin ana dilsiz ve Türkçe anlam ve öyküleme olanaklarından yoksun edilmesi, Bulgar devlet politikası sonucu olmuş, sertleştikçe sertleşmiş, radyo, plak, gramofon ve teyplerimizin toplanıp kırılması, Türkiye gazetelerini okumamızın kesin yasaklanması vs sonucu Türklüğümüz kırılmalar geçirmiş ve engelli bellek hepimizde oluşmuştur. En önemlisi okullarımızın 70 yıl önce kapanması ve kimliğimizin kendi beynimizden silinmek istenmesi oldu. Buna eğitim kırımı, başımıza gelene soykırım, küültür kırımı diyen biziz.  Türklüğün belleğe yansıyan eksikliklerini gördükçe kendinden, kimliğinden, soyundan sopundan, Türk ana babasından, Türk köyünde doğmuş olmasından utanan sakat kimlik oluşmuştur. 1989’da sınır kapısının açılmasıyla Bulgaristan’da Türkiye’ye kopuş Türk kimliğine doğru bir sel akışıdır. Engellenen belleğimiz kendisiyle birlikte Bulgarlar tarafından aşağılanmamızın kapısını açmış, engelli bellekle yaşayan insanlarımızda ikinci derece insan duyumsaması oluşmuş ve bir asır esir kalmış bir topluluk ortamında yaşayan Müslümanlardan bir daha başkaldırmamak üzere, boyun eğmeleri istenmiştir. Kaçış bundandır.  Oluşan negatif Türk imajı budur. Sonucunda, Bulgar toplumu bir daha bütünleşememek üzere parçalanmıştır.

Biz bugün bu aşalanma ve oluşturulan “olumsuz sima” sonuçlarıyla çizilen tabloyu, “bghaber” sayfalarında da yayınlanan, Avrupa Konseyine sunulan “Bulgaristan’daki düşmanlık dili” (ötekileştirme söylevi) çok tehlikeli başlıklı raporda görüyoruz. Ne ekersen onu biçersin anlamına gelen bu rapor, Avrupa Birliği insan hakları komiseri Bayan Miyatoviç tarafından 2019 yılının Kasım ayında Bulgaristan ziyaretinden izlenim genellemesi olarak hazırlanmıştır.

Komiser Bayan Miyatoviç, Bulgaristan’daki ırkçılık, baskı uygulama, kadına şiddet ve basın özgürlüğü konularını analiz eden raporunda aynen şöyle diyor:

“Azınlıklardan vatandaşların ötekileştirildiği, ayrım gördüğü ve düşmanca bir tavırla yüzleştiği Bulgaristan’da Bulgar ırkından olmayanların tanıtım ve öyküleşiş biçiminde politik ve kültürel değişiklik yapılmalıdır. Komiser Miyatoviç, Bulgaristanda yaşayan azınlıklara (LGBTİ)-insanlar demiştir. Bu kısaltmanın anlamı ise şudur: “ЛГБТИ (LGBTI) –  Uluslararası alanda LGBTİ – topluluklarını tanımlamak için kullanılır. Bu insanlar farklı seksüel isteği olan ve cinsel kimlikleri farklı topluluklardır.  Bu insanların kültürü farklıdır. Bu kültürel farklılıkları belirleyen ise jeo-politik etkenler, milli kültürleri, etnik se dinsel kimlikleridir. Bu topluluğun davranışını belirleyen ise hetero seksüel topluluğun LGBTİ topluluğa karşı davranışlarıdır.

Bulgaristan’da LGBTİ – kişiler ve başka azınlık gruplarından vatandaşlar çok ciddi sorunlar doğuruyor. İktidarın, yukarı katlardaki siyasetçilerin ötekileştiren dil kullananlara karşı önlem almaları, ayrımcılığa uğrayanların, düşmanlıktan kaynaklanan suçların mağdurlarına destek sağlanması ve bu olaylar kovuşturup cezalandırması gerekmektedir.

Komiser, azınlıklara karşı tutumdan ve birkaç belediyede Çingene toplumuna karşı şiddetli protestolardan dolayı vatandaşların evlerinden ve gettolarından kovulmalarından endişe ettiğini yazıyor ve ailelerin yaşadıkları yerlerden zor kullanılarak, evleri yıkılarak kovulmasına son verilmesini ve geri dönmeleri yollarının açılmasına çağrıda bulunuyor.

Kısacası 2020 itibarıyla Bulgaristan’da 142 yıldan beri devlet eliyle uygulanan azınlıkları belleksiz, hafızasız, kültürsüz ve kimliksiz bir hayvan sürüsü olarak ortada bırakma siyasetinin örneklerini gözle görebiliyoruz. Bu vahim durumu, bir AK komiserinin de ilk defa görmesi iyi olmuş.

Demek istediğim şudur:

İnsanoğlu umursamadığı olayları giderek unuttur, geçmişe çizgi çizer, tekme vurur, hesap sormaz, oysa geçmişi olmayan bir halkın geleceği olmaz, olamaz. Biz geçmişimizi hatırlarken aslında geçmişten geleceğimize oklar atarız, umut eder, hayal kurar, insanımızın en büyük sorunu öz Türk kimliğimizi geliştirip güçlendirmek ve daha iyi günlere taşımaksa, kendi davamızın yolundan yürümüş oluruz. Avrupa komiseri gelmiş 2 Romen gettosunu ziyaret etmiş, aslında sorun gettoda değil, vatandaşlık hakkındadır, bir insanın doğduğu yerde eşit haklı vatandaş olarak yaşama hakkındadır. Sosyal yaşamın milli topluluğun ortak paydasında buluşmaktır. Nasıl oluyor da, 2019 yılında Avrupa Birliği yardım fonlarından Sozopol ve Kostenbrotta bir vatandaşa 5 bin leva verilirken, Türklerin yaşadığı Dulovo (Akkadınlarda) şehrinde sadece 100 leva, Filibe (Plovdiv) belediyesine bağlı “Meriç” Belediyesinin “Voyvodino” muhtarlığında Romen Getosunda yaşayan 1000 kişiden hiç birine 1 leva bile verilmiyor. Sorgulanacak soruların birisi de budur. Ve bu da insan hakları komiserinin görevidir.

Biz, aynanın karşısında, kendimize baktıkça kendimizi beğenir ve yaşlandığımızı bile görmek istemeyiz.

Oysa dünya her an değişiyor. “Türk’tüm Türk kaldım! Bulgar beni değiştiremedi, ayna mı değiştirecek?” diyerek hava atanlarımız çok. Oysa sular çekilmiş ve biz kuruda kalmışız, bunu görmek istemeyenler, hava topluyorlar. Değişmediğimize dair özgüvenimiz oluşmuş. Bu da bizim engellenmiş, içi boş belleğimizin ürünüdür. Kendiliğimize olan ilgisizliğimizin ürünüdür. İlgisizliğimiz aptallaşmamızın kanıtıdır.

Ayrıca şu da var. Yeni dönemde de kimliğimizin köklerini kurutmak isteyenler boş durmadılar.

Yaşadıklarımızın üstüne bizden olmayan çöpleri yığarak hafızamızı köreltip belleğimizi yanlış kullanmamıza neden olurken, sonunda bize “hasta” ettiler. Komiser MİYATOVİÇ’İN RAPORU BUNA KANITTIR. Bulgaristan’da en fazla ve en hızlı nüfus artışı gösteren Romenler seksüel-sakat (engelli) gibi gösteriliyor ki, kim ne kadar para almış olacak, arkasından gelecek önlemlerle ROMENLER VE DOLAYISIYLA DİĞER AZINLIKLARIN DOĞUM YAPMASININ yasaklanması kararları geleceği şüphem yoktur.  Belleğimizin silinmesi, (geçmişimizi unutmamız) kimlikler ve farklılıklar arasında mücadele başlatır, biz bunu Bulgaristan’da daha önce yaşadık ve şimdi yeni bir açamaya geçilme hazırlıkları görüldüğünü görebiliyoruz.

Her şeyi ters yüz, gerçeği inkâr ederek anlatmaları (öykülemeleri) unutulmadı:

Bizimle ilgili birinci işleri daha 1967 yılında Bulgaristan Bilimler Akademisinde Prof. Dr. Petır Petrof başkanlığında bir Tarih Komisyonu kurup, olmamış bir tarih yazarak, Bulgaristan Müslümanlarının “Osmanlı döneminde isimleri ve dinleri zorla değiştirilmiş Bulgarlar olduğu” iddiasını yaymaya kovuldular. Şimdi Romenler hakkında AK’e ЛГБТИ (LGBTI) raporu sundukları gibi.

Demek oluyor ki, yeni yalan artık AK komiseri kaleminden öyküleştiriliyor. Kitapları, hikâyeleri, masalları, sıra sıra uydurmaları beklemeliyiz. Daha önce yazılmış olanlarında, Avrupa’nın Orta Çağlarında Romenlerin gettolarda yaşadıklarını ve evlenmek ve çocuk yapmak için kamp şefinden özel izin alındığını okumuştuk. Doğru belleği silip yerine nasıl bir yalan aşılanacak ilgiyle bekliyoruz. Ne yazık ki, Romen belleği o kadar silinmiş ki, yazı dilli bellekleri olmadığından tarih boyu isyan da edememişler.

Ben yazımın ikinci bölümünde size “MANUPULE EDİLMİŞ BELLEK” konusunu öyküleyeceğim. Siz hem paylaşın hem de sağlığınıza iyi bakınız, ben yarına kadar yazarım, evde kaldığınız şu günlerde size anlatmak istediklerimi yazıp göndermek istiyorum.

Evde kal Sağılıklı kal…

Reklamlar