Filiz SOYTÜRK

Konu:  Şiire ve masala yansımayan hayat boştur.

Sayın okurum size ibret verici bulduğum “Üç Aptal” masalını anlatmazdan önce, bu sabah bilgisayarımı açınca, seçkin aydınlarımızdan Mümün Topçu’nun postasından gelen bir şiiri sunmak istiyorum.

Sabah keman dinlemeyi severim. O benim gecemi gündüzüme sihirle bağlayan çalgı aletidir. İnanır mısınız, ömrümde hiç kemana dokunmadım, ayarını bilmem ama o duygularımla insan gibi konuşurken, dinlemeye bayılırım.

Şairlerimizden Şahin Mustafa’ yazmış gelen şiiri.

Onu tanımıyorum. Nereli olduğunu da bilemedim. Ama denizi böyle okumak! Hapsedilmiş doğan bilincin kapı ve pencereleri param parça edip, bilgelik olarak kükremesi. Tellal ruhu var  bu dörtlüklerde.

Kemancıları tanımadığım gibi şairi de tanımıyorum ama tanımamış olmam o kadar güzel ki…

Siz de şöyle bir okuyun ve kendinizle konuşun.

HAKİKİ HAYAT

Hayatı denize ben benzetmedim

Benzeten benzetmiş yıllarca evvel

Bunun için de denizdir, dedim

Olsa da denizden çok daha güzel

 

Deniz, dalgalanma, yeter desen de

Seni dinlemez ki, coştukça coşar

Bunu, istesen de, istemesen de

Hayatın denize benzerliği var

 

Korkaklar söyle denizde ne arar?

İleri yüzmeli, dalga kudursun

Yalnız bataklıkta sakindir sular

Dalga istemeyen orada dursun.

 

Fikirlerin çakışmasından önce, duygu dalgalarının çarpışması adıyla bilinen işte bu olmalı. Akademi bitirmekle, kitap okumakla yazılamaz bu dörtlükler. Düne kadar savrulup esen rüzgârı gemleyip pervanelere sarıp ampulle aydınlık saçmak gibi bir şey! Öyle de güzel anlatmış ki, denizin içinde olan, ne zaman ve nasıl başladığı bilinmeyen ama devinimi sonsuz olduğuna inanılan.  Diyalektiği 3 dörtlükte anlat deselerdi Hegel, bu kadar güzel benzetmeli toparlayamazdı. Hele şu bataklık bölümünü!

Dalgalanmayı istemeyenlerin “saraya” hapishaneliği anımsadım.

Durgunluktan gelen boğucu kokuyu! “Üç Aptal” masalı canlandı hafızamda. Hani en lüks arabaların sağ koltuğunda kokona kokona oturanlar var ya, onları. Araba sürmeyi, yol işaretlerini, vites değiştirmeyi bilmeyen, kasılmış kasaplık öküz gibidirler, dolmuşlar şişmişler de daha fazla şişsem patlar mıyım takıntısında duraklamışlardır. Ne ileri ne geri! Deniz gibi değil yanı, tam tersi bataklık benzeri.  Bataklığın daha ne gibi kokular çıkarayım da insanları rahatsız edeyim diye beyin fırtınası yaptığı gibi. Halkımız aptallığı geçen yüzyılın başında işte şöyle anlatmış:

ÜÇ APTAL

Şimdi zamanlar değişti. Yeni aptallar var. Biz eski üç aptalı, Ahmet Doğan’ın “saray” karanlığında kulağından yakaladığı ve imzası tükürük, kaşesi patates özel SARAY FERMANI ile GENEL BAŞKANLAR ilan ettiği Mustafa, Ruşen ve Çetin’e benzettik.  Yenilerin yenü günlere ait bazı özellikleri bilmemesi, görememiş olması doğaldır. Çünkü Mustafa dağdan inmiş, Ruşen 16 yaşından beri hafiyelikle uğraştığına parti işlerinde gözünden kaçmışlar olabilir. Çetin’se Fransa’dan yeni döndü. Yeni evli. Genç baba ve veli asıl HÖH’ün nasıl bir şey olduğunu birden bire hayal edememiş olabilirler. “Saray” bekçisi HÖH sözünü kullanmadığından DPS demiş ödev verirken. Bir “fiil gibi büyüktür,” gezdiği yer orman, çayır bayır, yediği ottur, içtiği ise su, diye tanıtmış. Üçlü Başkanlı Ekip de yönetecekleri HÖH mü DPS mi neyse işte, onu en kolay Deliorman’da buluruz,  yüz yüze görüşür el sıkışırız niyetiyle yola düşmüşler. DPS filini başka bir hayvanla şaşırmamak için yanlarına o yöreden olan Dr. Hasan Adem’i mihmandar olarak almışlar. Deliorman’a gece inmişler, buralarda hiç fil gören olmadığından, yerlilere sormuşlar, hep “işten yeni döndüm yolda fil yoktu” olmuş. Filcileri hep başından savmışlar. Ortam yoklama başlamış.

Önce bir lokantaya girmişler.

Birkaç kadeh kırmızı şaraptan sonra, Çetin bey şu fil dediği Fransa’da olmayan bir şey, su gibi akıyor, demiş.

Salonun ortasındaki sobaya birkaç kesme atan Mustafa, şu fil dediği çok ısıtıyor. Paha biçilmez bir şey demiş.

Ruşen biraz yerliden geçindiğinden, hemşerileri arasında filin ne olduğunu unuttuğu anlaşılmasın diye, fil öyle bir şey ki, yaz yaz bitmez, birse de pişmez, pişse yenmez, hem var hem yok, çok büyük bir şey, diye ilave etmiş.

Yemişler içmişler ve Sofya”daki “saraya” dönüp Deliorman filini anlatmaya koyulmuşlar. Çetin, Fransız şarabından içimli, Mustafa, kapağını kaldırıp içine odun atınca çok ısıtıyor, Ruşen de, yaza yaza bitmiyor, demiş.

“Saray” ağası şaşıp kalmış, o “fil” derken bir sağmal inek düşünmüşmüş, fakat yıllarca hep içerde kaldığından ve o bölgelere gidemediğinden, inek büyümüş de fil olmuş diye düşünmüş. Neyse de,  şaraplara, odunlara ve yaza yaza bitmeyene akıl erdirememiş. Sonra bu benim “saray” demiş, içinde içkisi beleş, odunu beleş, yazsan kâğıdı beleş… İnsan gözle gördüğüne inanır, derler ya, işte öyle bir şey. Adı HÖH de olsa, DPS’ de olsa, hamama kapasan hamam böceği olan, dama kapasan inek, çayıra salsan fil olabilen bir şey. Ne güzel değil mi! “Saray” bekçisi ve görevlendirdiği üç aptal, dünyanın değiştiğine ve akıllarına esene inandıklarından ne DPS’ yi ne de HÖH partisini ne de bu partinin Bulgaristan Türklerinin, Deliorman’daki tüm Müslümanların 100 yıllık mücadelesi sonucu kurulduğunu görüp anlayamamışlar. Böylece “saray” bekçisi, üçüne dönerek,

 

  • Bravo size” – HÖH fiilini tanımışsınız, şimdi Nisan’da Kurultay toplayın

sizi fiil bekçisi seçtireyim, demiş.

 

Yazarken hep şair Şahin Mustafa’yı, eski ve yeni üç ahmak çetesini keman nameleriyle birbirine bağlamaya çalıştım. Fakat derin bir acı yandı hep içimde. Istırabı düşündüm. Bizim buralarda Tanrı IZDIRABI önce ağaçlara vermişler. Onlar tohum saça saça orman olmuşlar ve bütün dünyaya yayılırken ıstıraptan kurtulmuşlar. Tanrı ardından ıstırabı taşlara vermiş. Onlarda çatlaya çatlaya kurtulmuşlar ıstıraptan.  Sonra da, kader işte, Tanrı ıstırabı insanlara vermiş. Ağaçlar ve taşlar kadar olamayan insan, bugüne bugün ısdırap çekiyor. Yeni ıstırabımız da partimizin başına üç aptalın atanmasıyla başladı. Biz ise partimizin deniz gibi dalgalanmasını ve içindeki tüm solmuş yosunları, ölü yengeçleri, midye kaplarını sahile atmasını ve kurtulmasını bekliyorduk.

 

Reklamlar