Bulgar zulmünün mimârı, insanlıktan nasibini alamamış zâlim yöneticilerdir.   Farklı inanca ve etnik kökene mensup insanlar arasında dostluk vardır.’

Operatör Doktor AHMET YÜCETÜRK anlatıyor.

 

Çetinoğlu: Bulgaristan’da yaşadığınız dönemde yönetimin ve Bulgar halkının Türk azınlığına karşı tutumu nasıldı?

Dr. Yücetürk: Bulgarların ve Türklerin yaşadığı karışık bölgelerde sıradan vatandaşlar olarak birbirine karşı anlayışlı ve toleranslı olduklarına şâhit olmuşumdur. Ancak idâreciler ve onların kışkırttığı aşırı milliyetçi Bulgarlar; Türkleri küçümser, hor görürler. Zaman zaman idâreciler (Komünist Partisi yöneticileri) uysal Bulgarları dahi inandırıp, kışkırtarak Türklerin üzerine ve câmilere saldırılması, mezar taşlarının kırılması gibi hâdiselere sebep olmuşlardır. Bu mezâlimler dayak atmaya kadar varmıştır. Özellikle 1984-1985 isim değiştirme kampanyasında gâvurun eziyeti tahammül edilemeyecek kadar ilerledi. Evlerde bile Türkçe konuşmak yasak edildi. Türkiye Cumhuriyeti radyo yayınlarını elektronik parazit sistemleri ile önlediler.  Hattâ askerler veya milisler, hiçbir suç işlemeyen Türk veya Pomak Türklerini öldürdüler. Kelepçeleyip, kelepçelerin yetmediği anlarda, önceden hazırlanmış iplerle hayvan bağlar gibi ellerini bağlayıp, polis merkezlerine veya Emniyet Müdürlüklerine resmî plâkalı araçlarla götürüp, Türk insanlarını yumruk, tekme ve silah dipçikleri ile döverek işkence uyguladılar. Türkler ve Pomaklar isimlerini gönüllü değiştirmek istemedikleri için bir suç uydurup, ‘Türkçe konuştun’ diye veya ‘yeşil çimenleri çiğnedin’, veyahut da ‘yerleşim yerinde nizamı bozuyorsun’ diyerek tevkif ettiler. Hiç mahkemeye çıkarılmadan, Belene ve Bobov Dol Toplama Kamplarına attılar. Oradan da hiç Türk olmayan eski Yugoslavya sınırına yakın köylere sürgüne gönderdiler. Bir kısım Türk münevverlerine işlemedikleri suçu yüklediler ve siyâsî hapishânelere attılar. Bütün bu Türkleri topluma; Bulgar düşmanı, sosyalizm ve komünizm düşmanı olarak tanıttılar.

Bulgaristan yöneticileri 1877-1878 Rus-Osmanlı Harbi’nden sonra Rus askerî gücünün yardımı ile devlet olduklarında, Türkleri eritip asimile etmek, hattâ o coğrafya üzerinden silip süpürmeyi arzuladılar. Ve devlet politikalarında iki esas Prensibi hiç gözden çıkarmadılar:

1-Büyük Bulgaristan’ı kurmak.

2-‘Türk azınlığı Bulgaristan’ın düşmanıdır.’ Düşüncesini bütün Bulgarların kafasına yerleştirmek ve inandırmak…

 

Çetinoğlu: Komünist idârelerde azınlık mensuplarının, doktorluk, mühendislik, subaylık gibi mesleklerde yetişmesine izin vermezler. Siz, doktor olma imkânını nasıl elde ettiniz?

Dr. Yücetürk: Bulgaristan’da komünist dikta rejim askerî okullara, hukuk fakültelerine, batı dilleri fakültelerine Türk gençlerini kabul etmiyordu, fakat tıbbiyeye ve mühendislik fakültelerine Türk gençleri için yasak yoktu.

Üniversiteye giriş imtihanları Türkçe değil de, Bulgarca idi. Türk liselerinden mezun olan Türk gençleri bilgili de olsalar, yazılı imtihanlarında bilgilerini tam ifâde edemiyor ve üniversite giriş imtihanında istenen başarıyı kazanamıyorlardı. Tıbbiyeye girmek hiç kolay değildi; en yüksek puan isteniyordu. Ben imtihanda Bulgar çocukları kadar puan kazandım ve Tıbbiye’ye öyle girdim. Benim dönemimde birlikte başladığımız Türklerin sayısı 10 kişi idi.

Bulgaristan, yüksek tahsilli Türklerin göç etmesine izin vermiyordu. Veya tek tük-birkaç kişiye izin vermiştir.  1989 -1990 döneminde biz Bulgaristan Türklerine etnik temizleme ve soykırım uyguladı. T.C. Sağlık Bakanlığı arşivlerinde Türkiye’ye gelen doktor sayısı bellidir.

 

Çetinoğlu: Doktor olmanıza rağmen, Bulgaristan’da azınlık mensubu olmanız sebebiyle ne türlü baskılara, haksızlıklara ve zulümlere mâruz kaldınız?

Dr. Yücetürk: 1959’da lise 2. sınıfta paraşüt ile atlama kurslarına katılacak öğrencilerin listesi hazırlanıyordu.  Ben de yazıldım. Bir hafta sonra bana: ‘Sen liste dışında kaldın. Türkiye’de, İzmir’de teyzenler var’ dediler. Halbuki ben 3-4 kere paraşut ile atlasam, Bulgaristan’ı ve komünizmini bombalayacağımdan korkmuş olmalılar…

Şaka bir tarafa, bu ‘paraşütle atlama’ konusu ileriki yıllarda iki defa karşıma çıktı.

Birincisi 1978’de Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç devam ederken Eski Cuma Sancak Göç Komisyonu Başkanı’nın odasında ve 1985 isim değiştirme kampanyasında tutuklandım. Gizli Polis hücrelerinde sorgulanırken paraşüt atlama meselesinde liste dışı bırakılmamın sebebini sordum: ‘Eee, paraşütle atlamayı öğrenirsen, sen ‘öbür tarafın’ (yani Türkiye’nin) askeri olmaya hazırsın demek’ diye cevaplandırdılar.

1968’de daha doktorluğumun ilk aylarında Eski Cuma hastanesi dâhiliye bölümünde tedâvi ettiğim Bulgar asıllı hastanın biri güya beni şikâyet etmiş. Gazetecinin biri hastaneye gelip Komünist Partisinin sancak komitesinden gönderildiğini, başhekimlikten izin aldığını ve beni sorgulayacağını öne sürerek beni komünistvarî sorularla suçlu çıkarmaya çalıştı. Güya hastayı taburcu ederken ona: ‘haydi, eve gidiyorsun, yeter devlet ekmeği yediğin!’ demişim. Bu hasta 9 Eylül 1944’ten evvel faşizme karşı savaşta ormana çıkan partizanlara yardım etmiş ve şimdi imtiyazlı, aktif savaşçılar zümresi üyesiymiş de, ben mi karar verecekmişim devlet ekmeğini ne kadar yiyecekmiş diye? Halbuki durumu stabilleşen hastayı ben bölüm şefinin bilgisi ile taburcu ederken ‘Haydi, eve gidiyorsun. Hastanede tuzsuz diyet var ya, evde arada bir ‘kaçamak yapıp’, tuzlu da yersin’ demiştim.

İyi ki Bulgarcam mükemmeldi ve kendimi müdafa edebildim. Hattâ aynı gün o odada yatan hastaları da buldum, şâhit gösterdim, öylece kurtuldum. Aksi takdirde, ‘Sen misin Türk Ahmet, devletin ekmeğini bu aktif savaşçıdan kıskanacak olan!’ deyip, beni komünizm düşmanı ilân etmeleri ne kolay gelirdi totaliter rejime!

Gazeteci, beni ‘mat edemeyeceğini’ anladığında dişlerini sıkarak: ‘Yılanın kafası daha küçük iken ezilmeli!’ dedi bana.

1968’de Sancak Hastânesi’nin dâhiliyesinde çalışırken cerrahiye geçme müracaatında bulundum. İl veya Sancak Halk Sağlığı Şefi ban hep ‘kadro yok’ dedi. Oysa cerrahî şefi ‘var, tâyin etsinler, gel’ diyordu. Yönetim – Halk sağlığı Şefi, Emniyet Şefi ve Komünist parti Sancak 1. Sekreter cerrahî bölümüne Türk doktor almak istemiyorlardı. Israrcı olarak kendimi cerrahî bölümüne zar zor kabul ettirdim. Halk Sağlığı Şefi Bulgarca öğretmenime: ‘Birini (Dr. Hüseyin Bekirov’dan bahsediyor) cerrah yaptık, Amerika’ya kaçtı, şimdi de bu çocuğu cerrah yaparsak, o da Anadolu’ya gitmeye ‘kafa kaldırır’ demiş.

1989’da Eski Cuma’da, Türk milliyetçisi olmakla suçlandığım için  liseyi tam 6 yâni pekiyi derece ile bitiren oğluma hak ettiği altın madalya verilmedi. 1978’de Türkiye’ye göç antlaşmasına rağmen, beni ve ailemi bırakmadılar. Sonra isim değiştirme zorbalığı döneminde, hiç suç işlemediğim halde, ellerim kelepçelenerek tevkif edildim. 108 gün haksız yere Gizli Polis hücrelerinde çeşitli zulümlere mâruz kaldım. Oradan Blene Toplama Kampı’na, müteakiben Kuzeybatı Bulgaristan’a sürgün edildim ve daha sonra 29 Haziran1989’da, 6-7 saat içinde, eşim ve çocuklarımla birlikte, Bulgaristan sınırlarını terk etmemiz emredildi.

Bütün bu haksızlıklar, baskılar ve zulümler böyle kısa bir röportaja sığmaz. Onun için ‘Kötülük Unutulmaz’ ve ‘Kızıl Cehennem’ isimli kitaplarımı yazdım. Bu konularda Türkiye’de okuyucuları, münevverleri ve özellikle genç nesilleri bilgilendirmek istedim.

 

Çetinoğlu: Belene kampında tanıştığınız kişilerden alaka çekici olduğunu düşündüğünüz iki kişinin suçlarını okuyucularımıza anlatır mısınız? 

Dr. Yücetürk: Bulgar mezalimi anlatmakla bitmeyecek kadar uzun ve acı vericidir.

Belene Toplama Kampı Bulgaristan Türkleri târihinde hiç unutulmayacak bir sembol hâlini aldı. Bulgar dikta rejimi bu adalar topluluğu cehennemine Bulgaristan münevverlerinin bir kısmını hiç mahkemeye çıkarmadan buraya âdeta tıktı. Orada biz âdeta birbirine kaynaşmış konglomera* idik. Ruhu yüksek, irâdesi yıkılmaz, Türklük duyguları sarsılmaz bir Türklüğün temsilcisi olduğumuzu şuurlarına yerleştirmiş Türklerdik. Birbirimize çok trajik olayları anlattık, zâlim Bulgar’ın bizim önümüzde ne kadar zavallı olduğuna da şâhit olduk.

*konglomera: Karışım halinde,

Hâfızamda canlı olarak duran hâtıralardan ikisi:   Birincisini Halil İbrâhim anlatıyor:

-Karamanlar (Borovsko) köyünde, Kırca-Ali bölgesi, ‘soya dönüş’ zorbalığı döneminde, mezar taşları balyozlarla kırılıp dökülmüş. Bu rezâleti kimler yapmış? Türkler kendi mezar taşlarını kırıp döker mi? Daha nice örnekler var, diyor Halil İbrâhim.

Tosçalı’dan Mümin Çolak anlatıyor:

-‘Vızroditelen protses’ dedikleri o zorbalığın kol gezdiği aylarda ben de tevkif edildim. 15 Mart 1985’te MVR, Kırca-Ali görev arabası ile Belene’ye götürüldüm. Benimle birlikte Sütkesiği (Mleçino)  köyünden İlyas vardı, ona:

– ‘Hemşerim, seni ne ile suçladılar?’ Dediğimde, bana baktı ve:

– Köyümüz Süt-kesiği’nden bir kilometre kadar ileride Çorbacılar (Bogatino) köyü var. İki köy arasında çok eski bir çeşme var. Bu çeşmenin kitâbesinde eski Türkçe bir yazı var.

Belediyemizde görevli milis subayı bir gün bana, o çeşmenin taşını kırmamı emretti. ‘Ben Müslüman’ım. Sevap için yaptırılan bir çeşmenin taşını nasıl kırabilirim? Bu günahı yapamam! Milisi emrini yerine getirmedim diye beni tevkif ettiller ve… işte seninleyim’ dedi.

Saymakla bitiremediğim Belene tutuklusu mücâhit arkadaşlarımın hiç unutamadığım kişilerden biri de İslimye’nin Doğancılar köyünden Nasuf Bilâl’dir. Onunla yollarımız çok kritik bir dönemde Belene Toplama Kampı’nın Vtori (ikinci) Obekt cehenneminde kesişti. Olağan üstü şartlarda, ölüm kalım mücâdelesi verdiğimiz bir ortamda, aramızda olağan üstü dostluk oluştu. Dayanışma ve yardımlaşmanın en yücesini göstererek bu dostluk, sürgün yıllarında olduğu gibi hürriyetimize kavuştuktan sonra da devam etmektedir. Belene Kampında birçoğumuzu Kuzeybatı Bulgaristan’ın, tamâmen  Bulgar nüfuslu köylerine sürgün ettiler. Nasuf, Mezdra şehrine bağlı Dolna Kremena’ya çile doldurmaya götürüldü.

Bulgar Gizli Polisi, Bulgaristan’ı terk etmem için bana 6-7 saat süre tanımıştı. Arkadaşım Nasuf ile ilgili şunu belirtmek isterim ki, ona hiç süre verilmeden, sürgünde olduğu köyde 23 Mayıs 1989’da eşi Emine Hanım ziyarete geldiğinde, Gizli Polis hemen gelerek, ellerine birer kırmızı milletlerarası pasaport tutuşturup, polis nezâretinde Sofya tren garına getirilerek ülkeyi terk etmek mecburiyetinde bırakıldı. Viyana’ya bilet almak mecburiyetinde kaldıktan sonra, ceplerinde bir tek kuruş Bulgar levası veya döviz olmadan, yakınlarını, iki kızını dahî göremeden ve helâlleşme imkânı bulamadan kovuldular.

Tren Viyana’ya hareket etmiş, ama Yugoslavya sınırında ‘umuda yolculuğun’ silleleri yine başlamış. Cebinde beş kuruşsuz ‘zoraki turist’ Yugoslavya yetkilileri geri Bulgaristan’a çevirmek istemişler. Tren Belgrad’a geldiğinde onlar inmişler. T.C. Büyükelçiliğini arama macerası başlamış. Cebinde tek bir kuruş olmayan Nasuf, Büyükelçiliği bulabilmek için maraton koşucusu gibi koşmak mecburiyetinde kalmış.

‘İyi ki T. C. Büyükelçiliği vardı, aksi takdirde… yolum yine cehenneme ulaşacaktı’ diyor arkadaşım.

 

Çetinoğlu: Kampta ne kadar kaldınız, nasıl kurtuldunuz?

Dr. Yücetürk: Tutukluluğum 24.06.1985’den 10.06.1988’e kadar devam etti. Belene Toplama Kampın’da altı ay kaldım.

Bulgaristan Türklerinin bitmek tükenmek bilmeyen çileleri Türkiye Cumhuriyeti’nde oluşan kamu vicdanı hâline geldi, kamuoyu gür sesi ile dünyayı uyandırdı; sonra dünya kamuoyu oluştu ve sonuçta komünizm ile savaş hâlini aldı. Totaliter rejim bizi dünya kamuoyundan saklamak için çâreler ararken aptallaştı ve bizi sürgüne gönderdi.

Totaliter rejim dünya kamuoyu baskısına dayanamayıp beyaz bayrak açtı, teslim oldu. Fakat yine kurnazca, ‘Büyük Turistik Gezi’ aldatmacası ile birçok Bulgaristan Türküne etnik temizleme uyguladı. Büyük çoğunluk Türkiye’ye geldik.

 

Çetinoğlu: Bulgaristan Avrupa Birliği üyesi olduktan sonra, az da olsa medenîleşip, azınlıklara muamelesini değiştirdi mi? 

Dr. Yücetürk: Hayır, değiştirmedi; yalnız şeklen medenileştiğini ve Avrupa ülkeleri, dünya kamuoyu önünde gösteriş olarak insan haklarına riayet ettiğini göstermeye çalışmaktan başka bir şey yapmıyor. Hâlen de yapmak istemiyor, çünkü bu gün Bulgaristan’ı idâre edenler, siyâsetçiler, savcı ve hâkimler, dünkü günlerde ve yıllarda biz Bulgaristan Türklerine mezâlim, etnik temizlik ve jenosid uygulayanların ya oğullarıdır veyahut torunlarıdır. Bunların hiçbiri babalarının veya dedelerinin suçlarını açığa çıkarmazlar.

Bu konularda bilgi sâhibi olmak isteyenler, Nasuf Mutlu’nun yazdığı  ‘Doğancı Çobanın İzinden’ isimli kitaba bulabilirler.  (İletişim:  0-533 375 20 61 nsfmutlu@gmail.com )

 

Çetinoğlu: İçerisinde bulunduğumuz zaman diliminde Bulgaristan’daki Türk azınlığın durumu nasıl? 

Dr. Yücetürk: Demokrasinin güya geldiği 1990’dan beri Bulgaristan Türk azınlığının durumu öyle hazin ve kötü oldu ki, bugün 27 yıldır devam eden güya demokrasi döneminde, güya Türk partisi mevcut… Bulgaristan’da yaşayan Türkler, kendi ana dillerini bile devlet okullarında okuyamıyorlar, cehâlet içinde, yeterince para pulları olmadığından, çocuklarını Bulgar okullarına dahî gönderemiyorlar. Türk Partisi onlara önderlik ve yardım edemiyor.

İşin kötüsü, Bulgaristan’da bulunan Türk gençleri, Türkçe konuşamıyorlar. Söylemesi acıdır, Türkçe öğrenmek için de hiçbir gayret göstermiyorlar. İçlerinde; ‘Türkçe bize ne verebilecek ki, öğrenmeye çalışalım?’ diyenler bile var. Bunlar çok acı, söylenmesi bile utanç verici. Fakat maalesef hakîkat…

Atatürk döneminde iki ülke siyâsetçileri kendi aralarında ne konuşuyordu? Bu konuda aydınlatıcı bin küsur sayfalık,  Bulgaristan ve Türkiye Cumhuriyeti ilişkilerini kapsayan, bir kitap, Bulgaristan târihçisi Hakov isimli bir zatın iştirakı ile Bulgarcaya da Tercüme edilmiştir. Bu eseri herkese tavsiye ederim.

 

Çetinoğlu: Sorularla sınırlı kaldığınız için veremediğiniz mesajı, 12. ve son sorunun cevabı olarak lütfeder misiniz?

Dr. Yücetürk: Bu röportajı okuyanlar ‘çok şişirilmiş, makaslanması gereken çok cümle var’ diye düşünebilirler. Fakat sorular o kadar derin, bir dönemi ve târihî zenginliği kapsıyor ki, bendeniz, nâçizane bilgilerimle soruları ve cevaplarını daha özetleyici yapamadım.

Çok büyük bir hevesle, kaynak olarak kırk dolayında Bulgarca kitap okudum; defalarca Sofya Merkez Kütüphanesi’ne gittim, araştırdım, fotokopiler yaptırdım ve iki kitap yazdım: Kötülük Unutulmaz ve Kızıl Cehennem. Üçüncü kitap için hazırlıklarım var, fakat büyük hevesim kazaya uğradı desem, yalan değil. Biliyorum, yazmak zor. Fakat neşriyat evlerinde de büyük bir kâbus yaşanıyor. Okuyucunun kitaba alakası da ayrı bir üzüntü kaynağıdır.

İnsanlarımız, çocukları ve torunları târihimizi, atalarının çektiği çileleri bilmiyor. Bunları bilmesi için kendisi okumalı ve kitapları çocuklarına da okutmalı. Okumayanlar, Bulgaristan’ın biz Türklere nasıl bir asimilasyon uyguladıklarını, isim değiştirme zorbalığı yaptığını, soykırıma ve etnik temizlik uyguladığını bilmiyor Bu mevzuda sorulacak soruları cevaplandırması mümkün değil.

 

 

Dr. AHMET YÜCETÜRK kimdir?

4 Temmuz 1941’de Bulgaristan’ın Eski Cuma (Tırgovişte) iline bağlı Avdallar (Lovets) Köyü’nde doğdu. İlkokulu köyünde okudu. Sonra Eski Cuma Türk Ortaokulu’na devam etti. Doktor olmak istediği için Bulgar Lisesi’ne kaydını yaptırdı. Bu liseyi dördüncülükle bitirdi.

Bulgaristan’da her Türk gibi askerliğini iki yıl işçi asker olarak yaptı.

1961-1967 yılları arasında Sofya Tıp Fakültesi’nde okudu. Mezuniyetten sonra Eski Cuma İhtisas Hastanesi’nde genel cerrahî uzmanı olarak çalıştı ve ortopedi-travmatoloji ihtisası yaptı.

1978 yılında Türkiye’ye göç etmek için müracaatta bulundu. Eski Cuma makamları, bu talebi siyâsî suç olarak gördü. Bunun üzerine 21 Eylül 1978’de işinden kovuldu. Bunu da Türkiye’ye göç etme sebebi olarak siciline işlediler. Daha sonraki yıllarda idârî makamların baskısına maruz kalarak yaşadı. Dinî mensubiyetinin işâretlerinden biri olan Türk ismimin zorla değiştirilmesine karşı koydu.

Hiçbir suç işlemediği halde 24 Haziran 1985 târihinde kelepçelenerek tevkif edildi. 108 gün Bulgaristan Emniyet Teşkilatı’nın hücrelerinde sorgulandı ve işkenceye mâruz bırakıldı. Buradan Belene Toplama Kampı’na götürüldü. Kampta altı ay, suçsuz 570 Türk münevveriyle birlikte zulüm gördü. Ardından Bulgar nüfusunun yaşadığı bölgelere sürgün edildi. 10 Haziran 1988 târihinde serbest bırakıldı.

Jivkov rejimi Bulgaristan Türklerini etnik bakımdan yok etmek istedi. Bu istek üzerine Bulgar Emniyeti, Dr. Ahmet ve ailesine (eşi ve iki çocuğuna) Bulgaristan’ı 6-7 saat içinde terk etmesini emretti. Bunun üzerine 29 Haziran 1989’da ailesiyle beraber Türkiye’ye göç etti. Hâlen Türkiye’de yaşamaktadır.

 

Oğuz Çetinoğlu
Önce Vatan

Reklamlar