Firdevs BÜYÜKATEŞ
Tarih: 29 Mayıs 2020

O sabahı hiç unutamam. Çocuklarımız Güneşe göz açsın, öyle çıkarız, demişti. Abdest almasını ve hayırlı olsun! Duasını etmesini sabırla beklediğim, eşim.

Atalarımız bu topraklara yola çıkarken abdest alarak çıkmışlar ve buralara da abdestli gelmişlerdi. Bizimkilerden önce gelenlerin şu cenneti sahiplenemedikleri görüldüğünde gönderilmişlerdi onlar! Eski adetlerimizdendir kıta ötesinden deniz aşarak geldiklerinde secde açmışlar, duaları kabul olmuş ve yeni yurdumuz hepimize cennet olmuştu.

Yol suyu almak için, taş çeşmemize uğradım. Dinlendikçe gönül açan şarkılarına o sabah matem havası katmıştı, kurna dolusu akan sular. Ağaçlar, meyveye sarılan çiçeklerini dökmüştü. Kırmızı kirazlar kızarmış, sarıları henüz yeşildi. Cevizler püskül, kestaneler ak fener, akasyalar salkım dökmüştü. Asma yaprakları gel kopar bizi, yolculuk sararsın diye el atıyordu.

Bulutlar ansızın çöktü. Yollar kapandı. Göz gözü görmez oldu.
Art arda çakan şimşekler. “Nereye gidiyorsunuz?” diye sitem ediyordu. Ve ansızın bakırdan dökülür gibi kopan yağmur. Öyle bir yağdı! Öyle bir yağdı! Yollardan sel değil, sanki gözyaşı aktı.

Ben sizsiz nasıl yaşarım ?” diye haykıran doğa, ayakkabılarını çıkarmış, paçalarını sıvamış ve arabamızın önünden akıyor ve kazasız belasız ve iyilerin en iyisi, mutlulukların en güzeli sizlerin olsun iyi insanlar hıçkırıklarına boğulmuş ardımızda kaldı.

Koca Balkan bizi yeni yeşeren meşe yapraklarının fısıltısıyla uğurlarken sanki sırtının kamburunu biraz düzledi. Trakya’nın buğday denizi sarı ve mavi çiçeklerle dalgalanıyor, açık camdan yüzüme vuran esinti hüzün nemi gibi ıslaktı. Ay çiçekleri başlarını bükmüş matem yaşıyordu.

Kapımıza, sosyalist toplumsal düzen olarak gelen kooperatifçi hayat tarzı, bir Bulgar icadı değildi. Milattan 500 yıl önce yaşayan ve ortak yaşam, kadın erkek eşitliği, mülklerin ortaklığı ve insan kardeşliğini İtalya’nın bir köşesinde uygulayan Pythagoras adında bir düşünürdü. Başladığı her işte, önce oyuncağını çok seven ama ardından bir yana atıp, çığlık basarak ayakaltına alan ve kırıp döken, üstelik ne istediğini bilmeyen bir afacan gibi davranan Bulgar devleti, tebaası olan Türklerin sabrını taşırdı.

Kapıların açıldığı ve insanların Tuna boyundan, Doğrucanın en uç köylerinden Türkiye Cumhuriyeti’ne doğru sel gibi boşandığı tarih 29 Mayıs 1989’du. Bulgaristan Türkleri bir hafta on gün önce baharla yeşermiş, açmış isyan etmişti.  Bu İsyan 1878’de Osmanlı yıkıldıktan tam 111 yıl sonra Türklerin ilk isyanıydı. Manevi yapıların ömrü devletlerden çok uzun olabilir. Bunu biz Türk ocağı başında yaşadık. Devlet kurma deneyimi olmayan Bulgarlar, kültür sentezi yapamamış, toplumu parçalanmış ve yoksulluğun ve düşmanlıkların kalıcı anıtını dikerek, ezilenleri köle edebileceğini düşünmüştür.

1972-1973’te ve 1984-1989’da uygulanan “soya dönüş” zulmündeki hedef Türklerin üretim araçlarını kırıp midesi beline yapışmışlar dayanılmaz açlıktan yere sermekten fazla, dillilerini, dinlerini, okuyup yazmalarını, öğrenip paylaşarak aydınlanmalarını baltalamak, onları Büyük Türk Kimliğinden koparıp eriterek özümsemekti.

Ayaklanan bedende kanatlanan ruhtu. Ayaklananlar topluca politik sahneye çıktı. İstenen hak ve özgürlük, gelecek ortaklığında perçinlenmişti.  Rejim değişikliği, adalet, özgürlük ve demokrasi hayat hakkı bulmadan gelecek karanlıktı.  Pythagoras’ın adına “kardeşlik” dediği olay, Bulgaristan’da totalitarizm isminde sosyal faşizm doğurmuştu.

Tepesine, Türk ve azınlıklar düşmanı, anayasa, yasa, meclis ve yargıyı ateşe veren, 30 yıl kaşarlanmış Todor Jivkov diktatörü oturmuştu. Mücadele meydanından çekilen Türkler, diktatörün kendine mezarlardan mezar beğenmesi için kazma ve küreklerini sahada bıraktılar. Jivkov, sosyalizmle birlikte yıkıldı. Koyun koyuna cehendeme gittiler. Hiç bir Müslüman hakkını helal etmedi. Havaların açılmasını, demokrasinin yeşermesini bekleyenler kemiklerini öğütüp Patagonya’da kör zalimler kuyusuna atmayı sabırla düşlüyorlar.

Sofya Meclisi, Strazburg İnsan Hakları Mahkemesi bu toprakların 600 yıllık şerefli ve namuslu vatandaşı olan Müslüman Türkler üzerindeki baskı, terör ve kimlik değiştirme zulmünü yerdi, kınadı ve lanetledi. Ne var ki zalim suratına lanet yapışmıyor…

Türk isyanıyla çatlayan kötülükler toplumunda işlenen suçların, katliamın bir “soykırım denemesi süreci”, “Kültürel soykırım” olduğunu söyleyenler sivrildi. Ne yazık ki, onlar henüz azınlık ve cılızdırlar. Türk zulmünde yenik düşenler, pes olmadılar. Özlerindeki Bulgar sosyal milliyetçiliği şimdi de Kuzey Makedonya Cumhuriyeti’ne ejderha gibi ateş püskürüyor. Makedon kimliğini,  zamanında dünyanın yarısına hükümdar olan Makedonyalı Büyük İskender’in ve torunlarının tarihini ve dilini, kültür ve medeniyetini tanımıyor. Sanki değişen hiç bir şey yok. Sosyal faşizm devlet siyaseti olarak nefes almaya ve zehir kusmaya devam ediyor. Sabırlı ve asil insanlar ve halklar arasında yalnız birisinin keçi inadı göstermesi dengelerin, düzen ve huzurun bozulmasına yeterlidir. Ne yazık ki öyle.

Biz ana-vatanımızın bağrın-dayız. Yani büyük çarpışmalardan sonra kenara çekilmiş ruh bileyen büyüdükçe güçlenen bir milletiz. Göç yollarında dünyaya gelen çocuklarımız 30’unu doldurdu, torunlara bakıyor ve galiplerin masallarından seçmeler okuyoruz.

Acıdan iyilik doğar diyenlere pek inanmıyorum.
Birlik içinde çeşitlilik, çeşitlilik içinde birlik inancıyla geçmişimizi öykülemeye devam ediyoruz.

Kendinize iyi bakınız.
En iyi günler sizin olsun.
Paylaşınız.

Reklamlar