Neriman ERALP

Öykü:

Adem ile Ayşe’yi Sultan Ahmet’te tanıdım.

Kırık dökük bir İngilizceyle

–                 “Mısır Çarşısı” nerede?,  diye soran gencin İngiliz olmadığı boyundan postundan olduğu kadar, tüm hallerinden de belli olduğu gibi, Türkiyeli olmadığı da gizlenecek gibi değildi.

–                 Yolum “Sirkeci”ye,  buyurun beraber gidelim, diyebilmeme yarayan İngilizcem, kapı açtı.

Kumru kuşları gibi önümde duran çifti süzdüm. Tramvay kartları olmadığından jeton almalarına yardım ettim. Bizim raylı sistemi çok beğendiler ki, boş bir koltuğa yan yana yerleştiklerinde, yüzlerinde güvenli rahatlık açtı.

“Gülhane Parkı” duvarınca kıvranırken pencereden dürümcülere, dönercilere, simitçilere, tatlıcılara nasıl baktıklarını gördüğümde, birkaç günden beri hiçbir şey yemediklerini düşündüm. İndik. Alt geçitten sol yaparak “Emin Önü Meydanı”na götüren basamaklardan hiç konuşmadan inip çıkarken, son ayakla bitişik genişçe alanda vedalaşmak üzere durdum ve:

–                 İşte “Mısır Çarşısı” derken, elimle göstermek için kolumu kaldırdığımda:

–                 Siz nerelisiniz? diye sordum.

–                 “Satovça,“ dediler, ikisi bir ağızdan ve başörtüsü bizim türban bezlerinden daha  küçük ama açık yeşil, açık sarı ve kırmızının farklı bir tonu olan renkleriyle onu etraftaki kalabalıktan farklı kılan, kaşının kenarına sarkmış ve beyaz yüzünü birazcık örten ve çakır mavi gözlerine olağanüstü bir güzellik veren sarının saman sarısı tonlarının birine çalan saçlarının dili olsa bana:

– Ben sizden biriyim, diyecekti de, ağzından,

– Bulgaria “Satovça” çıktı.

Ve elini bana uzatarak:

–        İsmim Ayşe, eşim Adem, dedi ve devam etmezden önce biraz sustu. Sanki bana bir şeyler anlatmak için kafasında aradığı sözleri bulamıyordu. Birden açıldı:

–        Evliyiz, dedi. Elini, sırtından öne sarkan çantasına soktu ve çıkardığı pamuk gibi beyaz bebe resmini bana uzatırken:

–        Kızım, dedi. Başının ucuna bir muska ve iki altın iliştirilmişti. Benden, kendimi tanıtmamı beklediğini sezdim. Gözlerindeki sıcaklık:

–                 Sen kimsin?, diye soruyordu.

–                 Ben de Bulgaria, Kırcaali, dediğimde, ikisi de, ileri adım atmadan bana biraz daha  sokuldu.

Kız kitaplıydı. “Siz kimsiniz?,” diye soracağımı sezdi. Daha anlaşılır İngilizcesiyle:

–                 Pomak’ız. İngiltere’den geldik, orda işçiyiz, Bulgaristan’a gidiyoruz. Akraba düğün var. Alış veriş., derken dili biraz daha çözüldü, gözleri artık “Mısır Çarşısı” kemerine bakıyordu.

–                 “Gastarbeiter misiniz?,  diye sordum. Sorumu anlayamadıklarını fark ettiğimde  “Gastarbeiter”in Almanya’daki işçilerimiz için kullanıldığını hatırlayarak, hemen:

–                 Sezon işçisi misiniz?,  diye ekledim.

Tam neyi öğrenmek istediğimi bilmesem de, içlerindeki sıcaklığın büyüklüğü ve Türkiye’de yerli biriyle samimiyet derecesinde yakın ilişki kurabilmiş olmalarının verdiği heyecan, benim genç çiftte ilgimi arttırdı. Onlar sıradan turistten farklı, hele ilk görmek istedikleri yer “Aya Sofya” olan ve ardından “Yere Batan Sarnıcına” inen hantal İngiliz turistlerle uzak yakın ilişkili birileri değillerdi.  Ayşe bir şeyler paylaşma gereği duydu ki:

–                 “Biz 2001’den beri oraya gidip geliyoruz. Önce o gitti, sonra evlendik, ayrılık çok zor. Çocuk nenesinde, birlikte gidip geliyoruz. Tümcelerini açık ve anlaşılır şekilde telaffuz ettikten sonra, kendi aralarında Bulgar dilinde bir şeyler konuştular ve Adem “Emin Önü Cami”sine baktı. Ayşe:

–                 Açık mı? diye sordu.

Gene Bulgarca bir şeyler konuştular ve bu defa Ayşe söze karışarak:

–                 Biz orada “Brışten” yöresindeyiz, cami yok. Eşim girip namaz kılmak istiyor.

Bir yıldan beri camiye girmemiş, rica ediyor, derken Cami basamaklarına oturmuş güvercinleri beslemek isteyenlere yem satan yaşlı kadına yakın durduğumuzda, güzel gözleri, “çok istiyor,” girebilir değil mi? diye soruyordu.

Adem basamakları ikişer çıkarken, Ayşe ile ortada kaldım:

–                 Gel, bir çay içelim. Çıktığını görürüz, dediğimde o davetimi sanki bekliyordu.

Çarşının kenarında saksı içinde açmış çiçek ve yaklaşan baharda dikilecek soğan ve baharat tohumu satan dükkân önünde yavaşladı, mesafeden koklar gibi bakışlarıyla okşadığı çiçeklere seviniyordu. Bana döndü ve:

–                 Ben orada çok yaşlı bir bayanın bakıcısıyım, Ademse ahududu, yaban çilek, karamuk ve dut üreten bir çiftlikte çalışıyor. Eski bir at ahırında 50 hane kalıyoruz. Aynı çiftlikte çalışan erkek ve kadınlar,  800 Bulgaristanlı Pomak’ız, diye başladı söze ve karşı çaycıda Aile Salonu’nda cami kapısına bakan cam kenarına oturduğumuzda devam etti:

–                 Bizde, kimseye iş yok. Tütün işinde para yok. Madenler kapandı. Gençler işsiz. 25 ile 40 yaş arası gençler, genç aileler İngiltere’de çalışıyor. Önce tramvaylarda, trenlerde, garlarda temizlik işleri yaptık, sonra birbirini tarım işlerine çektiler. Kır işleri ağır. Ben dayanamadım. Oralar yağışlı ve nemli. Kendileri çalışmıyor. Babaları devlet. Kayıtlıları besliyor. İşleri yabancılar yapıyor. Adem gün boyu diz boyu çamur içinde, işi ağır. Haftalığımız bir ay yetiyor. Bizim dağlarda yaşayabilmek için para biriktirmek zorundayız. Adem ağır işte çalıştığı için olacak onu anlatırken ses tonu değişti. Kendindense söz etmedi.

–                 Senin işin zor mu? Gurbetçilik yani?,  diyebilmem için İngilizce dağarcığımda bulduğum sözleri birbirine eklerken, çaylar geldi:

–                 Orada Seylan çayı içiliyor. Yeşili güzel, dedi ve ilk yudumdan sonra devam ederken:

–                 Ah, güzel, demekten kendini alamadı. Çakır gözlerin bir ucunu Adem’in çıkacağı kapıdan ayırmadan, eliyle kendine işaret ederek:

–                 Bir ayda 700, Ademse 800 Pound biriktiriyoruz. Evimiz yok. Ayrılık çok zor, dayanamıyorum, derken, hareket halinde olan eli çantasına bir daha girdi çıktı, resimdeki nur topunu kendiliğinden nemlenen gözleriyle okşadı. Ne sildi, ne de damlacık olup pınarından taşmasına izin verdiği sıvıyı nasıl yaptıysa içine akıttı. Sanki bu işi ilk kez yapmıyordu. Sanki gözyaşına baraj olan gözkapakları ardına topladığı berrak sıvı bu gidişle bana çok gerekli olacak, diyordu. Azalmasına, kurumasına müsaade edemem dermiş gibi, yeni bir hal alan yüzü, “akan su durulur, aktıkça insan huzur bulur,” sözlerine inanmıyorum der gibi isyan ediyordu. Bildiklerinden farklı olan bir şeyi işitmek istemediği gibi, gözlerinin umut pınarından gelen sıvıyla nemlendiğini, nem pınarlarının hep dolu olması gerektiğine inandığı, yeni tavrından okunuyordu. Çay ona da iyi geldi. Kâh sert, kâh okşuyormuş gibi hafifçe esen lodosun yüzümüze bıraktığı izler ikimizde de kendiliğinden kayboldu. Cami kapısını gözlemeye devam eden Ayşe’nin yüzü bir yerden bir haber bekler gibi bir hal aldı. İngiliz at ahırının tavan odası haline getirilen ve uzun zaman Ademle kaldıkları dar bir köşesinde akşam sabah dua ederken:

–                 Allah’ım sen beni dünyaya neden başka bir zamanda getirmedin?, diye soruyordu. Şimdi başını öne bükmüş ve kendi kendini:

– Ne işin var senin tanımadığın insanların bilmediğin memleketinde?, diye sorguluyordu.

Paranın değeri ne olursa olsun, ömrümün en iyi yılları bir at ahırında, bebesinden, yaşlı anasından ve babasından, yakınlarından, birlikte büyüdükleri ve köyde evlerinin avlusunda kuyruksallayan köpek ve kedilerinden uzakta, boşandığında dinmeyen yağmurların yarattığı bataklıkta, güneşin bulutları delemediği bir odada geçmesi, onu pek çok soruya cevap aramaya zorlamıştı.

Köylerinin karşısında gökdelen “Pirin” ve “Rila” dağlarının alçak bayırları da ahududu, siyah ve kırmızı karamuk, tavukların bile yemeye bıktığı beyaz ve karadut, kırmızının allısından en koyusuna kadar renk değiştiren ve tatları tatsızdan mayhoşa kadar değişen yaban ve ev çilekleri bol mu boldu. Fakat onların malını mal bilip gönül okşayan parayı kimse vermiyordu. İngiliz meyveleri iri ve göz doyurucuydu, ama genleriyle oynanmış olduğundan, tatları tat değildi. Onların devleti diz boyu batak içinde üretim yapan çiftçileri teşvik primleriyle kolluyor, ceplerine para değil, desteler dolduruyordu. Üretim yapan yerlilere İngiliz devletinin akıttığı para ırmağından onların ve beraberce aynı çileye katlanan daha 800 hemşerilerinin aldığı pay, sinek pisliğinden azdı. Diz boyu çamurdan aldıkları nasipleri buydu, buna da şükür deyenlerin köylerinde bacaları tütmeye devam ediyordu.

 

Oralarda sanki bir şeylerimiz var havasına girenlerin, aslında hiçbir şeyleri yoktu. Eve birkaç para daha fazla götüreyim hırsına kapılanlar, sigortasızdı. Kuru yemeklerine alışamayanlar, köy çorbası, sarma, güveç, börek, baklava hayal ederek ağızlarını ıslatıyordu. Hem beraberiz hem bir yıldan beri eşimle bir sofraya oturamadım, sıcak sohbetli bir akşamım yok, hasret öyle boğuyor ki bazen, “Allah’ım genç canımı al ve kurtar beni bu sıkıntıdan” demek isterken, onun ekmek arasını büyük bir iştahla dişlediğini gördüğümde, bir yastığa baş koyduk, sus, oyunbozanlık yapma, deyip önüme bakarken, gözyaşlarımı içime akıtıyorum, demek istediği camdaki simasından okunuyordu. Birden bire heyecanlandı ve:

–                 Çıktı, derken yerinden kalktı. Garsona uzattığı paranın üstünü beklemeden koşar

gibi yürüyordu. Adem’den çok önemli bir haber işitecekmiş gibiydi.

Görüştüler, ikisinin ruhu birbiriyle karışarak bütünleşti ve huzur buldu.

“Mısır Çarşısı” kemerinde geçerken ikisi de adeta cennet kapısından giriyor gibi mutluydular.

Allah tüm Bulgaristan’da yaşayan bunlar gibi çiflere yardım etsin, demekten başka bir şey diyemedim.

Reklamlar