Tarih: 30 Mayıs 2019
Yazan: Oya Canbazoğlu
Konu:  Halk dilin yaratıcısı, taşıyıcısı ve güvencesidir.                      

Bir halkın tarihini yazan başkaları olabilir, fakat her halk kendi destanını kendisi yazar ve bu destan mutlaka o halkın kendi dilinde doğar ve yaşar.

Biz Bulgaristan Türkleri üç destan yazdık.

 20.yüzyıl da Türk olduğumuz için başımıza gelen çekilerimizin destanı.
 1989 Ayaklanmamızın şanlı destanı ve
Üçüncüsü göçenler ve Büyük Göç destanımız.

Tarihimiz hep ters yüz yazıldı. Sayfalarına olanlar yerine bazıları tarafından olması istenler yazıldı. Bize “ters olan on” ve “on olan ters” gösterildi. Zulmeden kahraman, köle ve esir eden kurtarıcı olurken, katiller gizlendi.  Süreçler ters anlatıldı. Oysa tarih eksik ve yanlış yazılamaz. Ananelerimiz, öykülerimiz, masallarımız, destanlarımız, türkülerimiz, atasözlerimiz, değimlerimiz, ninnilerimiz unutturulmak (belleğimizden silinmek) istendi. Kitaplarımız, kasetlerimiz toplandı, yakıldı. Kapkara karanlık içinde kan izleri silindi. Kirli bir geçmişin üzerine serilen hep bembeyaz ve tertemiz örtüydü.

Bulgar kavmi Osmanlı bağrında doğarken bu hiç de böyle değildi. Çorba içtikleri kaba tükürmeyeceklerini sanmıştık. En önde gidenler “Bizi Ruslar kurtarmasın. Esir düşeriz. Bizi Ruslardan kim kurtaracak?” diyorlardı. Bulgar’ın kimlik bilinci, hafızası hoşgörü ortamında mayalanıp biçimlenirken içine düşmanlık zehri dolduruldu ve her şey tersyüz oldu. İşler, soframızda yetişenlerin, çarık ipi için kapımızı çalanların, elimizi öpmek için sıra olanların,  bizi düşman bilmesine kadar değişti, takla attı.

93 harbinde, 1877-78 Savaşından sonra, kanadı kırık kuş gibi ortada kaldık. Devletsiz, ağısız, beysiz, imamsız, müftüsüz, muhtarsız, atasız, dedesiz nenesiz çok uzakta ve yalnız kalmış bir yavru gibi tek başına dirilip dikildiğimiz ve kimlik bulmamız 140 yıldır sürdü.  Yıllar içinde, bunalım ve yıkım yıllarında budandık, art arda satır yaraları alsak da, yerimizde kalabildik, toprağımıza sarıldık, batıdan ve kuzeyden gelen rüzgârlara dayandık, yıkılmadık.

Büyüteç altına aldığımız dönemde çok önemli gelişmeler oldu.  En önemlisi de eski kıtada birçok etnik azınlık tarihsel hafızasını (belleğini) yitirirken, hafızasız kalırken, biz teslim olmadık. Geçmişini tamamen unutmuş olanların, el yordamıyla yılana sarıldığını, düşmanından medet umduğunu gördük.  Ne var ki, çok büyük yaralar almış olsak da, hafızamızı koruyabildik. Dilimiz yaşıyor. Edebiyat ve sanat yarattık. Türkülerimiz yeniden söyleniyor. Halk kültürümüz, halk bilgeliğimiz, öz vızıltımız, ter kokumuz değişmedi.

Bulgaristan’da ve Türkiye Cumhuriyeti’nde Bulgaristan Türk kimliği, kültürü oluştu. Biz, ağır mücadele yıllarında halk dilimizden kaynaklanan, bağrımızdan gelen zengin ve tertemiz edebiyat dilimizi yarattık. Bu büyük bir doğuştu. Bulgar ve Rus bir olmuştu, Osmanlı dilinden gelen dili Bulgarca olan Müslüman yaratmak için 140 yıldır ara vermeden ter döktü. Amansızdılar. İnsafsızdılar. Küstahlaştılar. Vahşileşip çok can aldılar.

Hafızamız yaralandı. Soldurup kurutmak ve külünü yakmak istediler. En kısa bir ifadeyle hedeflerinde geçmişini, dilini, dilini, geleneklerini, ahlakını, namusunu, onurunu ve kısaca her şeyini unutmuş ve sonunda hayvanlaşmış bir varlık haline getirilmemiz vardı. Aynı yıllarda Avrupa’da 2 Büyük Savaş, Soğuk Savaş ve 30 adet irili ufaklı başka çatışmalar oldu ve hepsi tarih sayfalarına işlendi de, bizim başımıza gelenler tarih kitaplarına işlenmedi.  Konferansların, panellerin, bilgi şöleni ve forumların gündemine alınmayan bir gerçekti bu. Bulgaristan Müslüman Türkleri kimliğine arasız ve amansız saldıranlar, etnik kimliklere terör uygulayan ve onları eritip asimile ederek yok etmeye gayret eden kıyımcı bir recimle çıplak ellerle verilen mücadele söz konusudur. Katliam siyasetinin hedefi Bulgaristan Türk kimliğini ve diğer azınlıkları yok etmek iken, azınlıklar da kendi varlıklarını dil, din ve kültürlerini korumaya çalıştı. Bu savaşımın tarihi gerçekçi bir yaklaşımla, özüne su kaçırmadan henüz yazılmadığı gibi, bu gönde hazırlıklar da yapılmamıştır, yapılmıyor. Bulgaristan Türkleri, bu sert mücadelede inançlarından, bildiklerinden, birikimlerinden vazgeçmemeye çalışmıştır. 1945 yılından bugüne kadar Bulgaristan’da diplomalı 1 200 tarihçi yetişmiştir. Bu “uzmanların” her biri geçmişin “yazı” tarafını anlatmaya, bu geçmişte “tura” olmadığını anlatmak için hazırlanmıştır. Bulgar Çarı veya halkın kendi turası olmamıştır. Ve biz Bulgaristanlı Türkler son 140 yılda turasız kaldık.  Başkasının hafızasındaki anılar ve zekâ ile yaşamak mümkün olmadığından dolayı, hafıza boşluğuna itilmek, yani tarihten silinmek istedik. Bu çok değişik biçimlerde ve farklı zorlamaya maruz kaldık. Babalarını Bulgar mezarlığına gömmek zorunda kalanlar, şimdi mazlumların kemiklerini Müslüman mezarlıklarına taşıyorlar. Ezansız gömülenlere, mevlit  okunuyor.

Doğaçlama bir tarih içinde var olamayız.

Kendi tarihi olmayanların tarihi içine monte edilemeyiz.
Tarih bir nesnelliktir. Bir gerçektir. Hakikatı bizler dille sorgularız, onuda aldılar.

Biz gelecekte bir boşlukta, uydurma sözlerle örülmüş bir ortamda yaşayamayacağımız gibi, kopya söz ve değimlerle, çalma kapma kelimelerle, esası olmayan inançla, ahlaksızlık ve kişiliksizlik içinde de yaşayamayız. Türklüğümüzün özü olan Ruhumuz bunu kabul etmez. Türk ruhu bir özdür.  Yabancı bir deri içinde yaşayamaz. Türk, Bulgar kılıfına uymaz. Kendini inkâr eder. Yazdıklarımı anlayanlar 2019-20 ders yılında çocuklarını hemen Türkçe derslerine yazdırmalıdır. Okul Müdürlerine istenen dilekçeyi hemen götürüp teslim etmelidir. Bugün Bulgaristan’da 69 yayın evi var. Bu basım hanelerden çıkan tüm kitapları bir araya toplasak ve çocuklarımız bu kitapları Bulgarca okusa, inanınız Türkçe öğrenince öğreneceklerinin binde birini bile öğrenemezler.

Türk halkının dili, bizim ana dilimiz dünya halkları dillerinden, belki de en başta gelenlerinden biridir, Türkçemiz. Biz anamızı ve babamızı nasıl seviyorsak, bir köylü toprağını nasıl seviyorsa, Türkçemizi öyle sevmeliyiz, seviyoruz. Dil hazinemize düşen her yabancı kelime özümüzü kemiren bir kenedir. Yazı dilimizi öğrenmemiz de çok önemlidir. Söz bir çekirdekse, bir özse, yazı onun kabuğu, yazı onun kalıbıdır. Yazı kültürümüzün ve medeniyetimizin taşıyıcılarından biridir. Olmazsa olmazımızdır.

Bulgar devleti bin yasak çıkarsa da, Türkçemizin yaşamasına engel olamaz, dilimiz tarihimizin derinliğinden ve halkımızın manevi birikimlerinden, zenginliğinden kaynayan,  kıymet biçilemez değerli mücevherimizdir.

Demek istediğimi daha iyi anlayabilmeniz için yakın tarihten bir örnek vermek istiyorum. Türkçemizin hiç kimseye ve öteki dillere zararı yoktur. Temizliğinin, güneşli su gibi ışıklığa doğru akışının önüne geçilemez.

Bulgaristan Türk dili İstanbul Türkçesi, sanat ve kültürüyle birlikte yürüyor. İç işe girmiş birbirinden güç alıyorlar. Türkçemiz yürüyor. Yürüyen gencin önüne durulmaz. Dilimiz geçmişimizin hafızasıdır. Geçmişimiz dilimizle güncelleşir ve yaşar. Dilimizde ölçü halkımızdır. Ana babaların çocuklarını uydurma gerekçeler ve sahte ve temelsiz umutlarla Türkçe derslerine göndermemesi, bütün günahların en büyü, çocuklarına yapabilecekleri en büyük kötülük ve 20. Yüzyıl Bulgaristan Türklüğünün kalbine saplanmış bir düşman hançeridir…

Talihsiz geçmişimizin yeniden yaşanmamasına karşı en büyük silahımız, kalemiz, susmak ve boyun eğmek, bizim olmayan ama bize önerilen, dayatılan aşılanmak isteneni yeni diye kabul etmemiz değil, öncelikle bizim olanı koruyup yaşatma çabamız olmalıdır.  Ne yazık ki, biz bugün 1989 Büyük Göçe zorlanmamızın 30. Yıldönümünü anıyoruz. Bu yıllarda, hafızamızda kesinti, bunaltı, delikler, boşluklar belirmedi diyemeyiz. Boşlukları yaratanlar geçmişimizi unutmamızı isteyenlerdir. Çileler asla unutulmaz. Tarihini unutanların geleceği olmaz.  Çileli, ezilmişler hafızası taşıyan özürlülerimiz kalabalıktır. Sürgünler, toplama kampları, taş ocakları zulmü, “Belene” ölüm kampı, karakol işkenceleri, hapishaneler, yargısız infazlar, kardeşlerimizin kurşunlanması derin hafıza yaraları bırakmıştır.

Yılbaşından beri “Halka” filmi TRT-1 Salı akşam filmi olarak izlendi. İşlenen konulardan biri “hafızanın seçmeli nokta halinde silinmesi” idi. İzleyenler sancılı kadroları hatırlamıştır, izlemeyenler ise TRT-1 arşivinden seçebilirler.

Bu sene Sofya’da kitapçıların raflarında ön sıraya Sovyet yazar Bayan Mariya Stepanova’nın 800 sayfalık HAFIZANIN HAFIZASINDA ya da “Belleğin Belleğinde” kitabı çıktı. Eser birden bire o kadar büyük bir ilgi görmüş ki, Rusya Federasyonu’nun dört bir yanında işitilen ve en fazla izlenen “Eho Moskbıy” (Moskova Yankısı) radyosunda, tefrika halinde, baştan sona 3 ayda okunmuş ve binlerce mektup alınmış.

Anlatılan olaylardan biri Avusturya’daki “Malthauzen” Toplama Kampından alınmış. 8 Ağustos 1938’de kurulan bu ölüm kampında, korunan belgelere göre 123 bin ile 320 bin arasında Yahudi yakılarak imha edilmiş. 1945’te toplama kampının kapıları açıldığında 85 bin kişi bulmuşlar. Bu insanlar üzerinde yapılan deneyler sonucu hepsi geçmişlerini unutmuş, hiç biri ismini, annesinin ve babasının adını, çocuklarını, doğum tarihini ve doğduğu yeri, milletini, dinini ve anadilini unutmuşlar. Halen Berlin “Hunbold Üniversinde” çalışan yazar Stepanova, bu trajedinin tekrar etmemesi, geçmişin unutulmaması için yıllarca çalıştığını, yazdığını belirtiyor. Kitap kötü olanla iyi olan arasında amansız bir mücadele şeklinde yapılanmıştır.

Bizim başımıza gelen de o değil mi? Türk oluşumuzu iyi olan şeklinde sahnelersek, Türklüğümüzü içimizden çekip çıkaran ve kurutup taş değirmende öğüterek ilk rüzgârda savurmak isteyenler kötüler değil midir? Türk belleği derinliğindeki inceliklerle incelenmediği gibi, her koşuldaki dayanıklılığı da yazılı anlatılmamıştır. Biz kendi kahramanlığımıza kendimiz örneğiz.  Azınlık olarak bizim yakın tarihimizden sivrilen kahramanlarımız yok gibi. Karşımıza dikilmiş ve Türklüğü ve somut olarak bizim Türklüğümüzü hedef alanlar hafızamızı boşaltıp belleğimizi silmek için bizi körletmek istediler. Körlerin belleği olmaz. Stepanova kitabında bellek boşluklarına ”lakuni” adını vermiş. Hafızamızı korumak, belleğimizi yaşatmak, değerli bulduğumuz her şeyi genç kuşağa aktarmamız en önemli ödevimiz oldu. “Geçmişten bir şey çıkmaz” sözleri saçmalıktır. Geçmişe “kuru dere” diyenler de haklı sayılmaz. Biz yeryüzünde en yetenekli halklardan biriyiz. İyilik dolu, yenilgi tanımayan bir geçmişimiz olduğu asla unutulmamalıdır. Sabırlı oluşumuz özelliklerimizden biridir. Sabır acı verir ama meyvesi tatlıdır. Olgunlaşmasını birlikte bekleyelim.

Türklüğümüzün vasıflarını anlatmaya devam edeceğiz.

Okuyanlardan isteğim, dostlarına paylaşmalarıdır.

Teşekkür ederim.

Paylaşmayı unutmayınız

Reklamlar