İbrahim SOYTÜRK
Tarih: 21 Haziran 2020

Halktan doğmak, halktan gelmek zordur ama halka dayananın beli bükülmez.  Bu böyle olsa ve herkes buna inansa da halkın dertlerinden ve kavgalarından doğanların da devlet sarayına kadar yürüme, bu sarayda yer alma zorunluğu vardır.

Bulgaristan Türklerinin, Osmanlı’dan koparıldıktan sonraki tarihinde, Moskova’nın Bulgaristan’da kurduğu yönetim aygıtı olan, Bulgar Prenslik devleti kurallarında, anayasa ve yasalarda atalarımıza lüzumsuz tipler ve kitle gibi bakıldı. Bohçasını sıkan ve göç yoluna düşen Türklerden hiç birine ama dur, sen gitme, sensiz edemeyiz, olmaz! Denmedi. Bizden olan hiçbir temsilciye ne Prenslik ne de Krallık katlarında yönetici koltuğu gösterilmedi. Bir tek 1919-1923 yıllarının başbakanı Aleksandır Stanboliyski, Çiftçi Partisi Kongresine davet ettiği 500 Müslüman delegeye “birleşelim ve ülkeyi birlikte yönetelim” demişti. O katledilince bu hayal de öldü.

İtiraz etmek isteyenler, 1879’dan beri Bulgar parlamentosunda her zaman Müslüman milletvekili vardı, hatta 1990’dan sonra bazı Türk milletvekilleri Meclis Komisyonlarına Başkan oldu deyip, yalan yazma deyip, masaya da vurabilirler. Katılıyorum. Ne var ki, meclisin vazifesi yasa çıkarıp uygulanmasını kontrol etmektir. Meclis son idare organı değildir. Aldığı kararlardan hangisi yüzde yüz uygulandı? Devlet işlerini yöneten hangi lider mecliste oturuyor? Ben böyle birisini tanımıyorum.

Devlet meclise girecek olsa sığmaz. Devlet bir korku mekanizması (gücüdür) parlamentoya sığmaz. Bulgaristan’la örneklersek, 72 bin polis, 15 bin jandarma, sayısız bekçi, 25 bin maaşlı asker ve subay ve onların yarısı kadar savcı, sınır bekçisi, pasaport memuru, gardiyan, sorgu memuru, dayakçı, sopacı, hafiye, gizli polis, muhbir ve özel korumalar – devlet budur.  Bu nedenle olacak, XVI. Yüzyıldan beri insanlar Avrupa devletlerinin hiç istisnasız hepsine “ejderha” demiştir.

Bu “ejderha” parti liderlerinden, hareket önderlerinden, kamu denetimcilerinden, sivil toplum örgütü, federasyon, konfederasyon, sendika başkanlarından, zanaatçı birliklerinden, medyadan, gazeteci, yazar, ressam birliklerinden barolardan ve daha birçok alt kat örgütünden güçlüdür.  Devlet güvenliği ve mülkü koruyandır.  Bunun için yasalar vardır. Yasa olmadığı yerde adalet olmaz. Adaleti sağlayansa devlettir.

Avrupa tarihinde dinin işlevi mülkü korumaktır. Bütün mahkemelerde “Adalet Mülkün Temelidir” yazar. Din adaletin hizmetindedir.

Korku büyük bir güçtür ve insanlık kadar yaşlıdır. Devlet korkusu yaratan Rus Çarı Korkunç İvan XV.  Yüzyıldan başlayarak devlete başkaldıranlarının boynuna yakınlarının gözü önünde Moskova meydanlarında vurmuştur. Londra’dan geçen “Temza” ve Paris’ten geçen “Sena” asırlarca kırmızı akmış, kan kokmuştur. Alman devletinden zengin olan Yahudiler, aç gözlülüklerini hayatlarıyla ödemişlerdir.

Devletin birinci görevi güven sağlamaktır ve özgürlük isteyenlerle hesaplaşmaktır. Bu görevi yerine getirirken devleti gemleyecek anayasa maddesi ve yasalarda özel hüküm yoktur. Ulus devletler burjuva toplumuyla birlikte kurulmuştur. Bu bir kapitalist devlet tipidir. Kapitalist devlet burjuvaziyi yaratmıştır. Burjuvalar korkan insanlardır. Mülklerini kaybetmekten (iflas etmekten) korkarlar, en fazla da devletten, devletinin mal ve mülklerini, tüm taşınmazlarına el koyup gasp etmesinden korkarlar.

1944 yılından sonra Bulgaristan’da bu yaşanmıştır. Monarşi (1878-1944) yılları arasında kurulan burjuva sanayi, maden ve fabrikaların hepsi, zanaatçıların dükkânları, taşıt araçları, tatil merkezleri, köşkler devlet tarafından millileştirildi.

Monarşi yıllarında Bulgaristan Müslümanlarından Filibe, Tatar Pazarcık, Karlovo, Kazanlık, Slivne, Şumnu, Rusçuk, Varna dışında burjuvalar (şehirli zenginler, fabrikatörler) oluşamadı. Türkler köyden kasabalara akın edip ticaret yapma imkânı bulamadılar. Türkiye’ye göç edip küçük ve büyük ölçekli ticaret işlerini orada kurdular. Bulgaristan Türkleri köylerinde kaldı. Kasabada iş bulanlar da köylerine gidip geldiler, köy yaşamıyla bağlarını koparmadılar. Köyde burjuva olmaz. Köylülerin üretim aracı toprağıdır ve toprağından başka kaybedecek bir şeyi yoktur.

Bu bakıma 1948’de başlayan tarımda kooperatifleşme hareketi Bulgaristan Türk köylülerine çok ağır geldi, çünkü ellerinde son geçim kalesi olan topraklarını da kaybedip, devlete avuç açmak, devletin üretici köleleri olmuşlardı. Korku büyüktü.

Bulgaristan’da tam o zaman yeni bir adalet anlayışı belirdi. Geleneksel hak anlayışı yıkıldı. Daha önce toprak sahi olan Türkler, mülküyle her şeyi yapabilirdi. Toprağını ister eker, ister sular, ister nadasa bırakır, isterse de satabilirdi.

1948’den sonra kurulan tarım kooperatiflerinde (TKZS) durum farklıydı. Zorla imzalatılmış olsa bile, ortada ben topraklarımı, ormanımı, korumu, öküzlerimi, sabanımı, koyunlarımı gönüllü olarak TKZS’ye verdim ve kooperatif sözleşmesini gönüllü imzaladım olayı vardı. Bu bir toplum sözleşmesiydi (mutabakattı) ve geçerli olan tarım kooperatifi kanunlarıydı ve bunlarda bu kanun maddelerinde –  şunu yapabilirsin, bunu ise yapamazsın – fıkraları vardı. Kooperatif binalarının duvarında “İşlemeyen dişlemez!” yazıyordu.

Bundan dolayı biz 1989’da Ayaklandığımızda yasa olmayan yerde adalet olmadığını bildiğimize rağmen, güçlü ne derse onun adaletinden kurtulmayı “istediğimizi yapabilme” özgürlüğümüzü istedik. Bu kavramın anlamında, devletleştirilen 1946’da okullarımızın iade edilmesi, yasaklanan ibadet haklarımızın geri verilmesi, topraklarımızın, koru, orman ve meralarımızın geri verilmesi, 10 tavuk, 5 koyun ve 1 inek bakabilir yasağının kaldırılması, geleneklerimizle yaşama, anadilimizle ve halk kültürümüzle yaşama özgürlüğü isteklerimiz vardı. Bizim ellerimizdeki çapalarla, sıkılmış yumruklarla, dualarımızla, yürüyüşlerimizle ifade ettiğimiz özgürlük buydu. Barış, güvenlik ve hoşgörüye karşı da toplumumuzda ebedi barış sloganı yükseltmiştik. Sembolümüz bunu ifade eder.

Totalitarizm döneminde (1944-1989) Bulgaristan’da mal mülk kooperatif ve devlet mülkünde olduğundan, üstelik Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) toplumun öncüsü (avangart) önderi olarak 1972 anayasasında meşrulaştığından dolayı, daha da öte BKP belediye, il ve merkez düzeyinde Savcılık ve yargı organıyla kaynaştığından dolayı, hem yönetme hem de denetleme (kontrol) fonksiyonunu tek elde toplamış ve güçlü devlet olarak duruma hakimdi. Parti Genel Sekreteri T. Jivkov hem Devlet Konseyi Başkanı (Cumhurbaşkanı) hem de Başbakandı. İşte bu durumda BKP Merkez Komitesinde “Türk Azınlığı Şubesi” açılmıştı ki, halka imzalatılan sözleşmelerden doğan hukuksal durumu idare etmek gerekiyordu. Bu işin manevi yanıyla ilgilenmek özel vazifeleriydi. 1972’den sonra bu şubenin “soy kırım denemesi” hazırlıkları için kullanılması ise, işlerin çarpıtılmasından ve zulüm rejimine geçiş hazırlıklarına alet edilmesinden başka bir şey değildi.

Hiçbir kimsenin kolektif talepte bulunma hakkı yoktu, bireysel hak arama yolu ise, daha en alt düzeyde bürokrasi tarafından tamamen tıkanmıştı. Sırtını Sovyetler Birliğine dayamış Sofya devleti, halkın üzerinde tam hakimiyet kurmuş, güvenlik adına, özgürlük kıvılcımlarının tümünü söndürmüş ve külünü de savurmuştu. Birçok yerde, sınır bölgelerinde, Pomak ve Türklerin yaşadığı yerleşim yerlerinde, köyden kasabaya gitmek bile izinle oluyordu. Bunun adına tarih komünist-totaliter düzen dedi. Bizde olan, Alman Nazilerinin kurduğu baskın rejimden daha sertti, çünkü Hitler Almanya’da büyük ölçekli özel mülkiyeti burjuvazinin elinde bırakmıştı. “Sosyalist” Bulgaristan’da özel üretim aracı yoktu.

Ve biz, Bulgaristan Türkleri, maddi ve manevi baskılar 1984’te isim ve din değiştirme, Türk kimliğimizden, geçmişimizden vazgeçme Deklarasyonları “gönüllü” imzalamak için önümüze sürüldüğünde, işin yönünü ve özünü kavradık ve arasız mücadeleye başladık. Bu mücadele ateşini ve gücünü kendi içinde üretti ve alevlendikçe alevlendi, Bulgaristan’ı baştan bala alev aldı. 1989’un 10 Kasım günü BKP Todor Jivkov’u bütün görevlerinden indirdiğinde ve 1989’un aralık ayının son günlerinde BKP MK Politik Bürosu, devlet adına aldığı kararla isimlerimizi ve din haklarımızı iade ettiğini açıkladığında, BULGAR NÜFUS DEVLETİN YIKILDIĞINI FARK ETTİ. Bulgar devletini yıkan Türklerin mücadelesi oldu.

1990 Ocağının ilk günlerinde Bulgarlar ayaklandı. Bu ayaklanma Türklere, Pomaklara ve tüm Müslümanlara, demokratik dünyaya karşı bir baş-kaldırıydı, isim ve din haklarımızı geri vermek istemediklerini, vermeyeceklerini duyurdular. 1970 yılından beri verdikleri mücadelede yenildiklerinin bilincine varmışlardı. Üç renkli Bulgar bayrağı henüz dalgalanıyor, radyo ve TV milli marşı da çalıyordu, fakat Bulgar halkının iradesi yıkmış, devrilemez dedikleri BKP ve komünist rejim Türkler tarafından devrilmişti. 1989 yazında 500 bin Türkün Bulgaristan’dan çıkması, ekonomiyi çökertmiş, devlet tamamen iflas etmişti. Şöyle ki, Bulgaristan Türkleri ile devletin arası tamamen açılmış, Türklerin devlete olan güveni sıfırlamış umutları ölmüştü. O gün bu gün Bulgaristan Türklerinin hak ve özgürlükleri uğruna halktan kaynaklanan bir volkan gücüyle baş kaldırılmasını, Moskof’a gizli ajanı Ahmet Doğan engelledi. Bunu nedenini ise şöyle açıklayabiliriz. Moskova, Bulgarlara güvenmez olmuş, Türkleri ise sahte liderle, demagojiyle Türkiye’den koparmak ve kendi kontrol altına almak istiyordu. Bu kavga 30 yıldan beri devam etmektedir.

İşte o zaman, Türklere “özgürlük” sözünü unutturacak olan yeni çobanı meydana çıkardılar. Adı: Ahmet Doğan’dı. Halen, onu Rusya mülkü çok sıkı korumalı bir Karadeniz köşküne kapamışlar, Türkçe konuşması yasak, dana, koyun kuzu, keçi ve tavşan eti yemesi yasak, yalnız domuz eti ve salyangozla besleyerek, bir adamın kafasını ne kadar bozabiliriz denemesi yapıyorlar. Daha önce yanında “bilinç” ve “ruhsal durum” uzmanları, profesör, doçent ve doktorlar bulunduruyorlardı, artık hepsini görevden uzaklaştırmışlar, çünkü hastanın beyni iyice yıkanmış ve tamamen pıhtılaşmış durumdadır raporu yazılmış ve Moskova’da onaylanmıştır.

Anlatmak istediğim devletin bir ejderha oluşudur. Ejderhadan korkanların hiç biri onu görmemiştir, ama korkuları asla dinmemiş, su ve ekmek istemeden büyüdükçe büyümüştür.

Bu nedenle Bulgaristan Türklerinin yeni liderinin, tanıdığımız, bildiğimiz, ama bu konuda da davası ve dertli olan birisi olmasında hayır vardır. Ankara’da Türklük Kalesinde “Bulgaristan Türklerini temsilen”  birilerinin bulunması ve halkın böyle birine ihtiyaı olduğu da artık elzem olmuştur. Büyük ve Güçlü Türkiye Devleti kalesindeki Bulgaristan Müslümanları gerçek manada hakkıyla temsil eden bir kardeşimiz olduğunun bilinmesi çok iyi olacaktır. Kısacası bizim konularda kendisini feda edebilecek birilerine ihtiyaç vardır. Bu da davası olan dertli biri olması gerektiğini düşünüyoruz.

Hadi hayırlısı kardeşler.

Devam edecek

Reklamlar