Musa VATANSEVER

Büyük gerçeklerin acısı çok büyük oluyor.   

Bulgar basınında 2016’da çıkan haberlere bir daha göz gezdirdim ve Ocak ayının 31’inde çıkmış Sofya gazetelerinden “Trud” un “Türklerle beraber yaşamış olmamızı” protesto ettiler başlığı dikkatimi çekti. İlk önce insan tarihinden ve kendinden, anasından babasından utanmamalı geçti aklımdan. Kanımca, insan beraber yaşayabildiği birini bulduğunda mutlu olmalıdır.

Bu yıl kaleme aldığım bir yazımda, resmi göç antlaşması olmasa da, Bulgaristan’ın Türksüzleştirilmesi bu senede de devam etti, demiştim. Sözünü etmek istediğim belediyeler üzerinden gerçekleştirilen bir siyaset çizgisinin çirkefliğidir.

1878’de Berlin Konferansı çalışmalarına devam ederken, Bulgarlara “Çarlığı” çok gören ve aman bu defa da “Prenslikle” yetinenler, devletin yasal organı belirlerken, Prenslik nüfusu toplamını ve bileşimini öğrenmek istemiş ve “hadi elinizi sık tutun ve bir sayım yapın” demişti. Daha kurulmadan “Prenslikte bir nüfus sayımı yapıldı” ve biz de gerçek durum şöyle çıktı ortaya. Toplam nüfusun  % 52’si yani yarıdan fazlası Türk Müslüman’dır.  Bulgarların başı hemen tütmeye başlamış ve bir senede 50 bin çocuk doğurup nüfus terazisinde ağır tarafı kendi lehlerinde çevirmeyi düşünüp isteseler de, imkânsız. Bu nedenle olacak, hemen gizli karar alıp Türkleri acımasız saldırılarla göçe zorlamaya başlamışlardı. Ogün bu gün Vidin, Montana, Vratsa. Veliko Tarnovo, Lovça, Rusçuk illeri derken, insanlarımızı kova kova Kuzey Batı Bulgaristan yöresinde damızlık için bile Türk bırakmamayı başarmışlardır. Bu duruma Vidin idarecisi Pazvandoğlu cami minaresinin hilalinin içinde yıldız yerine kalp koyması bile durumu değiştirememiştir. Plevne’deki Osman Paşa kahramanlarının toplu mezardan çıkarılan kemiklerinin Varna’dan gemiye yükleyip Londra’ya gönderilerek, orada kemik değirmenlerinde öğütülüp sedir ağacı ormanlara saçmaları başlı başına bir yüz karasıdır. Ne ki, sevdiği insanları kovulunca öksüz kalan topraklar çoraklaşıyor, verimsiz çorak arazilerde yaşayan insanların nasibi de kısırlaşıyor, Neticede 1878’den sonraki 138 yılda Kuzey Bulgaristan’da nasibi açık insan kalmadı ve hepsi birer ikişer ve toplu halde memleketi terk ediyorlar.

İçinde sıcaklık olmayan insan toprağa ısınamaz. Toprak işleyemez. Arıların doğayı yaşatmak için zahmet edip çiçeklerden topladığı bal bile bu tip insanlara acı gelir, sonunda zehir olur. Doğaya bakan gözler, insan görmek ister, insan olmadığı yerde asla bereket, bolluk olmaz.

Bir de şöyle bir şey var. Tarihinden memnun olmayanlar, bugün de mutlu olamazlar. Çünkü sonunda biz hepimiz tarihimizin evlatlarıyız. Bu bir çocuğun anasından mutlu olmaması gibi bir şeydir. Değiştirilebilecek bir şey yok. Şöyle desem olur mu bilemiyorum! Anası, babası, vatanı, coğrafyası bir insanın kaderidir

Tabii biz bunu bugün böyle düşünüyoruz.  İki hafta önce, Bayrampaşa’daki Ural Derneği kütüphanesinden okumak için HEREDFOTOS’un TARİH eserini almıştım. Okudukça açıldım. Tarih Musa Peygamberin ve oğullarının öyküsü olarak anlatılıyor. İnsanlık daha sonra Tarihi Kralların, İmparatorların, Sultanları, Hitlerin, Stalin’in savaş kazanan Napolyon gibi generallerin hayat yolunu bir Halk Tarihi olarak anlatmaya başlamıştır. Amerikanın tarihini öğrenebilmek için George Washington ya da Thomas Jefferson’ın yaşam öyküsünü okuduğumuz gibi. Bu tarih anlatan yapıtlardan bazılarında hiçbir bayanın adı geçmez.

Sanki tarih yalnız erkek işidir.

Bugün artık küçük ve büyük ekranda Hürrem Sultan, Kösem Sultan vb gibi erkeklere taş söktürmüş bayanların geçmişimizde oynadığı rolü öğreniyoruz. Bu geçmiş ortağımız olduğu için Bulgaristan’da da gözler TV ekranına kilitleniyor. Artık kadınların kör cahil yaşamaları kader olmaktan çıktı.

Çağımızın insanları yani, Cumhuriyet ve demokrasi asrının fertleri ise, tarihi toplumsal gelişmeyi belirleyen devrim, ayaklanma, kitlesel göç, seçim vs sosyal olayların, devletlerarası sözleşmelerin etki tarihi olarak görüyoruz, tarihi tanrıların belirlemediğine, ne olacağını önceden bilmek için büyücülere gitmeye gerek olmadığına, tarihin de kendi yasallıkları ve kanunları olan süreçler olduğuna inanıyoruz. Her yasallığın nesnelliğine bel bağlarken içinde onu harekete geçiren dinamitlerin doğal çelişkiler olduğuna giderek daha fazla inanmaya başladık, dinler tarihinin toplum tarihinden ayrı görülebileceğine kanaat getirdik, tarihsel süreçlerin gelişiminin etkilenebileceğini, yavaşlatıp hızlandırılabileceğini görebildik. Toplumların gelişmesini bir üst aşamaya çekebilen güçlerin, öküzün boynuzlarında olmadığını, halk kitlelerinin bilinçlenmesinde gizlendiğini öğrendik. Toplumsal güçleri yönetip yönlendirebilmek için, yalnız ezilip sömürülenlerin bundan sonra böyle yaşamak istememesinin yeterli olmadığını, yönetenlerin de eskisi gibi yönetemediğini görmemiz gerekti. Bu da yetmedi,  kişi psikolojisini, kitle psikolojisini, ayaklanma ve devrim psikolojisini bilmemiz gerekti. Bu da yetmedi. Başı çeken koçların göğsünü açıp kurşunlara kalkan olması gerekti. Bir de olacak olana inanmamız gerekli oldu. Gerektiğinde ayaklandık, gerektiğinde seferberlik ilan ettik.

Bu açıdan değerlendirdiğimizde, 31 Ocak 2016’da başyazı konusu olan Osmanlı dönemi Bulgarlar için bir esaret dönemi miydi yoksa yan yana yaşarken uyanan Bulgar kimliğinin yeniden bir devlet kurmaya kadar dirildiği bir hoşgörülü beraberlik dönemi miydi sorusu kilise çanı gibi çalıyor ve toplumu ırgalıyor.

Osmanlı, insanlık tarihine hukuk düzeni getiren bir devirdir. Uğurlamaya çalıştığımız yılın başında II. Borisov hükümetinin Eğitim ve Teknoloji Bakanı olan Prof. Todor Tanev, Osmanlı Bulgar tarihinde beraberce yaşama dönemidir, savunusundan dolayı Bakanlıktan istifa etmek zorunda kalmıştı. Başbakan onu baş danışman tayin etti. Tarihsel gerçekleri söylemek 21. yüzyılda kelle toplamaya devam etikçe, başımıza gelecekler var demektir. Bunun başka anlamı olamaz.

Olay bir tek kelle kaydırmakla bitmedi tabii, öz tarihlerine baktıkça yalnız hiddet duyan ve köpüren, iyilikten anlamayan aşırı milliyetçi Bulgar yerel yöneticileri,  Karlovo, Varna, Smolyan gibi şehirlerde zefiri küpüne zarar aşırı düşmanlıklarla damgalanan mitingler yaptılar. Daha 1878’den sonra başlayan Türk malına mülküne konma, camileri yakma yıkma, mescitlerden kilise yapma, ormanlara, korulara konma dalgasını daha da yükseltmeye çalıştılar. Karlovo’da bu sene mahkeme kararlarına rağmen, 1475’te kurulan “Kurşun Cami” alınamadı. Varna’da 18 camiden ancak iki kaldı. Smolyan’da ise, Bulgarların milliyetçilik çıbanı yeniden azdı. 1912’de halka isim değiştirme ve vaftizcilerin torunları yeniden kalpak takıp, kırmalı kuşanıp voyvoda oldular, bayrak salladılar. Tarihin içindeki illetlere el veda demek o kadar zor ki, kap tutmak isteyen yaraları sürekli katmak ve kamçılamak istiyorlar. Korku karanlığında yaşamak bazıları için hayat tarzı olmuş ve kendilerini kurtaramıyorlar.

Şahsen ben, daha önce düşmanlığın bir yaşam tarzı olabileceğine inanmıyordum. Fakat 1990’dan sonra kükreyen yeni Bulgar aşırı sol ve azgın sağcı ırkçıların gösteri ve eylemlerinde bunları gördüm. Evet, Nazı Almanya’sında Yahudi ve Çingene düşmanlık, insanları yakmak, öldürmek, yağlarından sabun yapmak, malını mülkünü, nişan yüzlüklerini çalmak nasıl yaşam tarzı, devlet ve parti siyaseti olabilmişse, işte öyle bir şey…

Bulgaristan’da da 2016’da Türk Müslümanları ötekileştirme, devletten söküp atma, kör cahil bırakma, gettoların bataklığında boğma, devlet ve topluluk siyaseti, sol ve sağ uçların yem teknesi oldu. Bin yıllık dostlukları bir anda bitirmeye hazır tipler oluştu bizde. Bu siyaseti uygulayanlar ruhsuzlardır, halkına ve devletine ihanet eden suratsız tiplerdir. İhanetin insan ruhunu değiştirdiği gibi bir değişikliği ve iğrençliği en usta plastik cerrah bile yapamaz. 2016’da Bulgaristan’da suratsızlar ulusal konkuru olmasını bekledim. Ve bu yarışta Ahmet Doğan’ın birinci seçilmesini bekledim ve oldu. Kremlin Bulgaristan’daki istasyon şefi hainler koçuna madalya taktı. Anaların, kızların ve gelinlerin lanetini alan bu suratsızı 2016’nın en fazla lanetlenmesi gereken çirkefi ilan ediyorum. Tabii kokuşmuş bataklıktaki kurbağaları ve solucanları yemekle geçinenler de var. Bunlardan biri olan Türklüğümüz içindeki kemirgen, HÖH milletvekili ve Bulgaristan Bakû Büyükelçisi İvan Palçev, bir işe yaramayan ömrünün son kısmını Ahmet Doğan haininin ayak kaplarını cilalamakla geçirebilmek için bir “övgü kitabı” yazdı. Bulgaristan azınlıklarının çeki tuzağı “Bulgar Etnik Modeli”ni ve onun baş mimarını övdü. İnsan ne kadar ezilirse o kadar ehlileşir teorisine dayanarak, “az kaldı bakalım ne zamana kadar dayanabilecekler” sorusunu çıkardıktan sonra, “kaçıp gidecekler mi yoksa ölü gömülecekler mi?, Bekliyoruz!” sorusunu sordu.

Bu utanç verici olaylar, hele şu sığınmacı olayları ve Yakın Doğu savaşları başlayalı Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa’ya akmak için zor veren göç selini gemleyen siyaseti sayesinde huzurlu günler yaşandığı şu son yılda, iki yüzlülük, alçaklık ve geçmişlerinden kopamayan, belleklerine doldurulmuş zehirden arınamayan insanların zavallılığına bir çare bulunamaması çok üzücü oldu. Son dönemde en fazla düşündüğüm konu: Bir toplumun geçmişindeki illetlerden arınması acaba kaç kuşakta mümkün olup gerçekleşebilir sorusudur.

Üstüne üstelik, Türk Müslümanlara karşı amansız hortlamalarla başlayan bu yılın şu Kasım Aralığında “kapalı kamplarda yaşayamayız! İsyan Ediyoruz!” ihbarında bulunup kaldırım taşlarını söken sığınmacı binlerin başkaldırısını yaşadık. Kanlı arbedeler bizi dünyaya en kara çizgilerle anlatan oldu. Bu bakıma ben, hem de 21. yüzyılda. Türk gibi komşuyu buldum, Alnıma süreyim deyip Allaha Dua edeceğine, sınırlarımıza 3 metre yüksek dikenli telli örgüler germek için para dilenmeyle geçen Bulgar iradesini anlayamıyorum. Olayları hepten çığından çıkardı.

Bugün Türkiye’miz Milli Seferberlik yaşıyor. Dört yandan terör saldırılarına hedef oldu. Can çekişen düşman anavatanımız içinde canlı bombalarla saldırıya geçmiş “ben ölmedim” deyebilmek için, çıldırmış, kurban almaya çalışıyor. Böylesi gergin bir ortamda, hepimizi rahatsız ettirip, huzur bozuyor, gerginlik yaşatan Suriye savaşı da alevlendikçe alevleniyor. Kayseri saldırısında şehit olan bir evladımızı Bayrampaşa’da toprağa verdik. Halkımızın toplu gözyaşlarında fışkıran kudrete hiçbir düşman dayanamaz. Düşmanlarımızı silahlandıran emperyalizmin hesaplarını suratına çakma zamanıdır. Bölgede bunu bizden başka yapacak yok. Hepsi sömürücü hesaplar peşinde, bu hesapları boşa çıkartmak bize düşer. FETÖ hezimetinden sonra iyice kudurdular. Silahı ve katilliği elden bırakmıyorlar. Memleketimizde yaşamak istemeyenlere kapıyı açalım kardeşler. İdamsa idam, darağacı ipleri katiller içindir.

Komşu evi yanarken ortaya çıkan yeni gerçekler yüz karasıdır. Halep’te ateş kes sağlanınca zemin katlarda bulunan mühimmat sığınaklarında, savaşın daha 2 yıl devam etmesine yetecek miktarda füze ve mermi bulundu. Bunların hepsinin Bulgaristan – Sopot şehrindeki askeri fabrikalarında üretildiği ve düşmana verildiği ortaya çıktı. Bu gerçek, “barıştan ve dayanışmadan” söz eden Bulgar makamlarının iki yüzlüğüne büyük bir kanıttır. Yakında bugünün tarihi yazılırsa içinde özel olarak işlenecek kadar büyük ve iğrençtir. Bulgaristan bir NATO müttefikimizdir, komşumuzdur, hem sınırımızdır, kendisini sığınmacı selinden koruduğumuz bizim nezrimizde muhatap olduğumuz “dost” bir ülkedir ve olaya bak, üzülür müsün, güler misin? İkiyüzlülüğün böylesini gece karanlığında mumla arasan bulamazsın. Taşlar kaldırıldıkça altından çıkan karayılanlar insanı ürkürtüyor.

Gerçekten de 2016 yılı çok sıkıntılı bir yıldı. Kasım başında yapılan Cumhurbaşkanı seçimleri ile halk oylaması da bunu kanıtladı. Geçim darboğazında sıkışan ve kımıldayacak hali kalmayan Bulgaristan halkı, Avrupa Birliği ve NATO üyesi olmasına rağmen “siyaset değiştirme” kararında olduğunu açıkça dünyaya göstermiş oldu. Olay şöyle ki, insanlar ölüm kapıyı çalsa bile, susuz derede kafasını taşlara vura vura boğularak ölmeye çalışmaktansa,  derin deniz suyunda dalgaların arasında boğulmayı tercih ediyorlar. Bu insanoğullunun doğasında olan bir değişmezdir. Biz sosyalizm döneminde omurgamızı doğrultamadığımızdan, başımızı kaldıramadığımızdan, zulmün belimizi kırdığından yakınsak da, bugünkü durumun çaresizliği, içine düştüğümüz işsizlik, açlık ve geçimsizlik sefaletinin kokuşmuş ve sivrisinekli bataklığında dolaşan yılanlar daha da büyük korku salıyor ki, sıra dışı olmayanlarımız geriye dönmek, terleyerek ölmek istiyor gibi. Hepimizin beyninde devrimler oluyor. Cumhurbaşkanı seçim barometresi geriye, yani Moskova’ya doğru tepişiverince her şeyi allak bullak etti. Hükümet düştü. Meclis dağılıyor. Kapıda erken genel seçim var. Ondan önce de siyasi sitem değişikliği isteniyor ki, durumun vaziyeti hiç de gönül açıcı değildir. Kafalar uğulduyor. Yollar tıkanmış. Öyle bir yerdeyiz ki, karar alamıyoruz.

Kim ne derse desin, kimse sanki gerçekleri dile getirmek istemiyor.

Gerçekler ise, ince hesapta, sistem değişikliği de dahil her türden tuzaklarla, Türkleri Sofya meclisinden çıkarmayı hedefliyor. En fazla oy alan kazanır (Majoriter) sisteme geçer ve seçimleri ona göre yaparsak, memlekette 30 bin oyla bir milletvekili seçilirken, bu diğer dış ülkelerde Türkiye’de 220 bin oyla bir vekil çıkarabileceğiz, oysa bize ancak 39 sandık hakkı tanındığına göre, yani biz Meclise kimseyi gönderemeyeceğiz bu defa. Görülen köy kılavuz istemez. Cumhurbaşkanımızın ulusal seferberlik çağrısı bu bakıma bizim için yüzde yüz geçerlidir. Çünkü kölelerin kelepçelerini kıracak güç, onların kendi iradesinde gizlidir. Biziö için sinsi planlar yapanları ancak bir geri püskürtebilir ve onların tüm hesaplarını boşa çıkartabiliriz. Son söz bizimdir.

Bu durumda dış ülkelerde ekmek parası için bocalayan kardeşlerimiz,  gelin hepimiz Mart Seçimlerine birlikte hazırlanalım! Ortak oyun kuralım. Mutlaka muzaffer olalım!  Kardeşlerim,  2016’da bize kurulan tuzakların hepsinin üstüne basarak, onları ezerek ilerleyelim ve dikilelim Bulgar siyasi iradesinin karşısına, 620 bin oyla, 30 bin kişi bir vekil, dolduralım Sofya Meclisine, 20 vekilimizi seçelim ve kelepçelerimizi kıralım, kendi işlerimizin çözüm yolunu açalım. Anlaşılan, Bulgaristan’da emekli maaşları artacak bu rahmetten biz de oralarda ömür törpülemiş ana-babalarımız da birazcık olsun yararlanıp nasiplenebilelim.

Bir olaya daha değinmek istiyorum. O da Deliorman’ımızda, Şeytancıkta, (Hitrino) köyümüzde patlayan akaryakıt dolu sarnıç tirenidir. Olanlar çok acıdır. 8 kardeşimiz öldü. Bütün köy halkı tahliye edildi. Hastanelere düştü. Ruh hastalıkları testinden geçti. Hayvanlar aç susuz haftalarca ahırlardai koyunlar sayalarda kaldı. Su elektrik kesildi. Hava zehirlendi dediler, oysa evlerimiz yıkıldı, dünyamız karardı, doğamız zehirlendi.  Olan oldu. Bundan kötüsü olamazdı!

BU öylesi bir patlama, öylesi bir yangın, öylesi bir yok olma, öyle bir korku ki, insanımızın ruhunu canından söküp alan ve kafasına var oluşu zehir eden, olmazlığı ebediyen yerleştiren tipten bir vahşetti bu… Birinci ve İkinci Dünya Savaşında yaşanmamış dehşetlerin de üstünde bir vahimlikti. Şehirlerimize Allahtan Rahmet dilerken, tüm tanıdıklara, dostlara, akrabalara başınız sağ olsun diyorum. Siz kadar biz de üzgünüz. Rabbim hepimizi korudu, verilmiş sadakamız varmış! Büyük bir tesadüf eseridir ki, bu 14 ölüm dolu vagon art arda patlamış olsaydı…Balkanların, memleketimizin, göbeğimin atıldığı yer olan o güzelim memleketim, Torlak Yusufların, Şeyh Bedrettinlerin, Demir Babaların, Lütfi Ahmetlerin, Koca Yusufların ve daha kimlerin kimlerin ata-vatan toprağımız kül olup gidecek ve Bulgaristan, Türklük ve dünya tarihinden silinip gidecektik… Atom bombası gibiydi paylama ve  çok büyük bir tehlike geçti başımızdan. Cümlemize geçmiş olsun, güzel kardeşlerim!

Ve çok acı bir gerçeğe daha değinmeden edemeyeceğim şu Utanç Yılında!

Vagonlar üzerindeki sarnıçlar patlayınca, Başbakan başta olmak üzere “devlet” birazcık büküldü ve acaba bu trenler hangi devirden kalma demiryolu raylarının üzerinde tekerleniyor diye bakmış gibi oldu. Kardeşlerim, raylar Osmanlı çökmezden önce Abdülhamit devrinde Rusçuk –  Kardam – Varn’a demiryolu döşenirken döşenmiş ve eğrile büküle, toprağa bata çıka vagonları taşımaya devam ediyor. Allah razı olsun! Ey Allah’ım sen ne büyüksün! Bir utanç yılı daha böyle geçti.

Reklamlar