Konu: Derinlere Bakalım.

Yıllardan 1947. Aramızda olanlardan bazıların doğum yılı olabilir. 68 yıl bahar yaşamış olanlar. Şu yazımda yazacaklarım sizin tarafınızdan işitilmemiş veya düşünmemiş olabilir. Gençlerse okurken bir yerlerde rastlamış olsalar bile dikkat etmemişlerdir, çünkü onlar genelde geçmişe ölmüş olan olarak bakmayı yeğliyorlar. Ölmüş olan bir şeyden ders almak ise bizde âdetten değildir. Çok değerli bir şey olsa zaten akılda kalırdı. Bizim atasözlerimiz öldürülemeyen olana yani geleceğe dönüktür. Çocukluğumuzda atasözlerimizden “sakla samanı gelir zamanı” oldukça yaygındı. O zaman radyolar vardı.

Bulgaristan Türkleri 1950 göçünden sonra radyo dinliyor ve göç edenler hakkında haberlere kulak veriyorlardı. Başbakan Adnan Menderesi sevmişlerdi. 1960 darbesiyle tutuklanıp yargılanmasına uzun zaman akıl erdirememişler ve “Yassı Ada” davasını akşam akşam baştan sona dinlemişler, asılmasına çok üzülmüşlerdi. Onlar için Menderes iyi biriydi, konuşmaları gönül dolduruyor, umut veriyorlardı. Gidenlere toprak vermiş, yer göstermişti. Çorap satıp ocak tüttürmenin mümkün olduğunu o yıllarda öğrenen bizimkiler “Allah razı olsun!” derken mutlu oldukları ortadaydı.

Yarım asır önce de dünya çok gizemli ve derin hesaplar peşindeydi. İnsanlarımız, ne gidenler ne de memlekette kalanlar “stratejinin felsefesi” deyimini bilmiyordu. Bir defa aralarında en okumuş olanalar hatmetmiş olanlar olduğundan ne “felsefe” ne de  “strateji” sözlerini çözemedi. Kutsal kitapta böyle bir deyim yoktu. Gâvur dillerinden çalınmıştı. Anlaşılsa da işe yaramazdı.

Hayat bazen insanı 76 yıl gibi çok gerilere itiyor. Doğum gününde, yılında olup bitenleri öğrenmeden yaşlandık, ömür boşa geçti. Başın üstünde dönüp dolaşanı görüp öğrenmeden başka dünyalara göç etme anlamında sürprizler denizinde yaşadık. Bunlardan birine ben de birkaç gün önce rastladım. Daha önce eski bir komplo planı içinde kıskıvrak sıkıştırılmış olduğumuzu görememiştim, işitsem de pek kulak asmadım, üzerinde durmadım, olayı çözmeye çalışmadım.

 

“Soğuk Savaşın” başladığı 1947’de olmuş anlatacağım olay. “Soğuk Savaş” 1947’de doğdu ve 43 yıl yaşadı.
Biz onu sanki gömdük. “Soğuk Savaş” bir “Sıcak Savaş” olan İkinci Dünya Savaşından (1939-1945) sonra başladı. Rüzgârlarılar esmeye niyetlenirken Amerika Birleşik Devletlerinde (US) kısa adı CİA olan Merkezi İstihbarat Teşkilatı kuruldu. Bu diğer ülkelerde casusluk işleri görecek bir dünya gücü olarak tasarlandı ve oluşturuldu.
O yıllarda aynı sıklette güreşmeye soyunan Rusların da kısa adı KGB olan Devlet Güvenlik Komitesi vardı.
Bu iki örgüt 20-inci yüzyılın ikinci yarısında yeryüzünün her karışında yüzleşmek, savaşmak ve birbirini bitirmek için kurulmuştu. Öncelikle dış ülkelerde savaşacaklardı. Birbiriyle savaşan CİA ile KGB birbirlerinin niyet ve sırlarını öğrendikçe dostlarıyla paylaştılar, Bulgar gizli servisi DS ile BKP MK Politik Bürosu da sırları öğrendi ve işine geldiği çekilde Türklere, Pomaklara ve Çingenelere karşı uyguladı.

 

CİA’nın kurucu Başkanı Alın Fostır Dıles idi. O, daha 1947’deki stratejik demeçlerinden birinde, CİA stratejik hedefini dünyaya duyurdu. Ve santim santim de olsa bu hedefler bütünüyle gerçekleştirildi. O zaman Dıles’in söyledikleri, çok ilginçti ve ben sizin için bugün bu demeçten bir parçacık seçtim ve kendi tercümemle dikkatinize sunuyorum.

“Sosyalist ülkelerde yaşayan insanları aldatmak ve aptallaştırmak için gerekirse Amerika Birleşik Devletlerinin bütün altınlarını harcayacağız, gerekirse ABD’nin bütün güçlerini seferber edip kullanacağız. Onlara asla fark ettirmeden insan değerlerini sahte değerlerle değiştireceğiz, sonuncuları dayatma yolları bulacağız.

NASIL MI? Sosyalist ülkelerde ve Rusya’da bizim gibi düşünenler yaratacağız, bulacağız.

Bu ülkelerde toplumsal yaşamı baştanbaşa etkileyip esir almamıza yarayan yıkıp yakan çözücü etkenler yaratacağız. Bu yönde çalışacağız; onların edebiyatlarındaki sosyal ve insancıl özü söküp çöpe atacağız; insanların gözünde cinsel ilişkileri, zorbalığı, güç kullanmayı, işkence yapmayı, ihanet etmeyi, müzevirliği, gammazlamayı, ispiyonlamayı putlaştıran eserler yazacak yazarları parayla satın alacağız, yetiştireceğiz yani biz hiçbir ahlak normu tanımayan, moralsiz bir toplum oluşturacağız. Bu amacımıza ulaşabilmemiz için bize, doğal olanı, geleneklerden geleni, namuslarında olanı bozacağız, dürüstlüğü eskiden kalma, zamanını yaşamış değerler olarak alay konusu edecek ve değerli olan nitelikleri küçümseyecek yazar ve şairler bulacağız.

Biz insanların doğasında olduğunu bildiğimiz ama su yüzüne çıkmayan aşağılık, kabalık, yalan söyleme, aldatma, sarhoşluk, uyuşturucu kullanma, hayvan gibi korkma, utanmazlık, kötülük yapmak için ele verme ve daha birçok eksiklik ve kusurdan her türlü yararlanma yolunu bulurken, insanın doğal dünyasını karıştıracağız. Ve biz bunu yaparken tatmin olup durmayacağız, yeni nesillerin hepsine uygulanacak olan da budur.

Gençleri çökertirken doğallıklarını yıpratacağız ve toplumsal yaşamdan tiksindireceğiz. Biz, en basit bir tüketici yapısı olan değersiz insan tipi yaratmayı hedefliyoruz. Ve tüm bunları biz şu slogan altında (maskesi ardında) gerçekleştirmeyi tasarlıyoruz: İNSAN HAKLARI VE VATANDAŞ HÜRRİYETLERİNİ SAVUNMAK!”

 

Washington’da planlanan bu stratejinin tüm ayrıntıları öğrenen Bulgar rejimi, karşı çıkıp Bulgar ulusal kimliğini koruyacağına,  çuvalı bizim başımıza geçirdi. Üstelik 1990’da sosyalist dünyanın dağılmasıyla bu stratejik planlar tavana kaldırılmadı, uygulamada derinleşme devam etti. ABD bugün de bildiğini okuyor. Sosyalist sistem dağıldı. Komünist rejimler düştü. Fakat totaliter bünye ve zihniyet çökmedi. Bulgaristan’da demokrasiye açılan içerik dönüşmedi. Azınlık hakları tanınmadı. Köklü değişiklikler Amerika’nın istediği yönde olmadı.

 

Sözün özü 1990’dan sonra Bulgaristan’daki dönüşüm Washingtpn’un arzu ettiği gibi olsun diye toplam 11 milyar US Dolar harcandı. İhanetçi başı Ahmet Doğan’ın “pastayı dağıtan benim” derken kastettiği bu paralardı. Hedefleri ve uygulama alanları belli bir stratejiyi hayata geçirmek için geldi bu paralar. Hedeflerin hedefi olan bir de biz Bulgaristanlı Türklerdik. Bizim sindirilerek, değişik zulüm biçimleriyle, tüm haklarımız kağıt üzerinde bırakılarak devamlı ve çok yönlü sıkıştırılmamızı HÖH-DPS partisinin üslenmesi ve uygulamayı kabullenmesi, başımıza gelen kötülüklerin en kötüsü oldu. Bizim Türk olarak kalmamız istenmediği gibi öz ve şekil, yaşam tarzı ve dünyaya bakışımızın kökten yenilenmesinde ısrar ediliyordu. 1989 Ayaklanmamızla Bulgar olmayı ret ettik ama mesela Ahmet Doğan gibi bir Çingene’nin ardına takılıp Çingeneliği kabul etmeye  – kör cahil, malsız mülksüz, dinsiz kalmaya, ahlaksızlığa, ikiyüzlülüğe, ana dili olmayan bir halk topluluğu olmayı kabul etmeye zorlanabilirdik. “Bulgar Etnik Modeli” tuzağı bunun için kuruldu. Bir yandan Bulgar toplumu parçalanırken ki son 26 yılda bu gerçekleşti, ikincisi de Türklerin azınlıkların içinde eritilmesi ve kimliksizleştirmeleri hedeflendi.

 

İlk önce halkımızın 1989 Ayaklanmasıyla Tanrı sırrına erişip manevi güç kazananlar olarak “demokrasiyi”  hak ettiği saçmalıyla aldatıldı. Ardından “Büyük Göçle” sarsılıp semelendi.  Korkutulup aptallaştırıldı. 1989’da Bulgaristanlı Türk ailelerinden % 99’u yeniden parçalandı, kan kaybetti, yara aldı. 2007’de memleketimizin AB’ye üyeliği ve herkesin eline birer kırmızı pasaport verilmesiyle 2 milyon genç, genç aile ülkeyi terk etti. Bütün toplum parçalandı. O tarihte yüzde yüz okuryazar olan Bulgaristan halkının % 40’ ı artık kör cahil durumdadır. Ortalıkta kalifiye kadro kalmadı. Ömründe hiçbir kitap okumayanlar kamuoyu oluşturuyor. Vatandaşlar cahil olduklarının farkında değil. 2013 yılı yazında her akşam sokağa dökülenlere ücret ödendiği açıklandı. Yani demokrasi ve dönüşüm bir halk hareketi değil, taşıma suyla dönen bir değirmendi. Değişik vesilelerle kışkırtılanlar dünyanın onların etrafında döndüğünü sanıyorlardı.

 

Amerikanvari demokrasi Bulgaristan etnik azınlıklarına bir de unutma hakkı getirdi. Geçmişi unutma hakkı. Unutma hakkı kötülüklerin dirilmesini önlemek için dayatıldı. Şanlı tarihi olan Türkler geçmişlerini unuttuklarında bir daha ayaklanamaz, şahlanamaz, hak hukuk davası güdemezler.

Bunun için çok dua edildi, kazanlarla rakı içildi. Onlar kökü olmayan ağacın büyüyemeyeceğini bilirler. Köksüz ağacı sökmek, tarihi olmayan insanlarla hesaplaşmak kolaydır. Bulgaristan Türkleri de aynı duygu ve hesaplarla ezildiler. Totaliter rejim bize tarihimiz olmadığını, Bulgar olduğumuzu dayattı. Orlin Zagorov (Şükrü Tahirov) “Gerçek”  kitabında bunu anlattı.

Onlardan istenen unutmayı kabullenip Türk kimliklerinin üstüne bir bardak soğuk su içmekti. İçenler kurtuldu. Memleketten çakanlar onlardır. İnsanın kendinden utanması eziyetlerin en büyüdür.

 

Bize bir de bize korkma hakkı tanındı. Bilirsiniz özümüz yılmaz ve korkmazdır. İşin yoksa Bulgar haydudundan, Balkan komitasından, milisten, polisten, savcıdan, parti sekreterinden, hainden, ispiyoncudan, Rus’tan şimdi de Amerikalısından kork! Korku da aşı ve iğneyle akıtılan zehir gibi birey yavaş yavaş ama devamlı işliyor ve insan ruhunu çökertiyor.

 

Korku, ruhumuzu köreltendir ve bize tanınmış bir haktır. Manevi sınırları ve geleneksel ortamı dışına itilen herkes korkar. Tanınan korkma hakkı, her şeyden ve herkesten korkma ile başlar. Yıllarca gece kapımıza gelip tutuklanacağız, işten atılacağız, vurulacağız gibi korkularla yaşadık.

Devamlı korkan, korku karanlığında boğulduğunu fark edemez.

Hep korkutulduk, dehşet ortamında sıkıştık kaldık. Dostlarımızdan, birbirimizden korkmaya başladık.

Bu ortamda defalarca tuzağa düşürüldük!

İlk stratejik uygulama ailelerimizi parçalamaktı.

Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Reklamlar