Tarih: 28 Şubat 2019
Hazırlayan: Raziye ÇAKIR
Konu: İç aleme gider bütün esrarlı yollar.

Şair Galip Sertel’i saçına kar düşmezden önce tanısaydım, belki de bambaşka şeyler yazmış olurdum. Şairin içi ve dışı bir değildir. İçi kaynar kaynar, dışı hep aynıdır. Sertel, savaşlarda Rumeli Atlıları ile Anadolu Atlılarının ayrı mevzilendiği zamanlara kadar gerilere döner. O yazmaz, ama Rumeli atlısı nefesinden oluşan ruh ile Anadolu atlısının ki farklıdır. Atla koşan kılıç da farklı parlar. O kılıcı havada tutan toprak, at ve iradedir. Kılıcın kudreti son üçün birleşmesidir. Bu duyguya ulaşamayan zafer kazanamaz…

“Minnet etmem ağasına beyine ”

Deli Boran

Şiir arsız olur biraz
Zeus’ten habersiz renk aşırır gök kuşağından
şelâleden köpük
denizden dalga aparır kösnük kösnük
bir yaz yağmuruna tutulur da akşam üstleri
salman saçları ıslanır sırılsıklam
rahmeti saçılır çorak tarlalara elvan elvan
şamanları gelir uzak bozkırdan teflerle defi belâ
Firavunlu günahları yıkanır “ecel bilmez” ak sularda…
Sevdanın kılıcıdır şiir
Havva’nın aldanışı
Adem’in yorgun sabrı sarı buğday tarlasında
ve iğdişli ihtişamlar sırrını
çözemez de bir türlü
başı döner
azar durur
keser durur
bir tunç kafiyenin mavi koyunda
huzur bulur konaklar
ağaların beylerindir konaklar
kitaplar ezelden
ezelden beri bunu hep böyle yazar
çıldırasıya devinir de derinden derinden
eviremez bir türlü…
Şiir pervasız olur bazen
Gülhane Parkı’nda Nazımca durup dururken
bir deli boran estirir yiğit başa
açılır da cömertliğin kapıları paşa paşa
sofralar yazılır kuş sütü bal şerbet
cümle yoksulların karnı doyar nihayet
ve gün gelir gül mekan gölgelerde rehavetle
bilmukabele
şiir unutulur cümle cümle..

—————–

İnsanların en kara günlerini yazması zordur. G. Sertele de zorlanmış zifiri karanın daha da karasının tonunu bulmakta. Gerek yok çünkü o tonu arayan biz değil onlar ve insanın aradığı her zaman içindedir. Dürter insanı aratır kendini. Kimse bulamaz onu. İnsanı kötü eden içindeki ihtiyaçtır. Hamlık acıdır. Akıtıp yerine bal dolduramazsın. Acının bala dönmesini beklemek bir erdemdir. Bekleyemeyen katil cani ve vahşidir.

Bütünü kara”soya dönüş”

bütün coplarım geldiler o gün
tanklarım, toplarım, kalaşnikoflarım bütün
ansızın geldiler Kurtpınar üstünden
biraz korkak biraz mert

hem korkak hem mert
korka korka mertçe bir şeyler istediler benden
ben gibi beni benden istediler
ben gibi beni aldılar benden

adımı aldılar
adımı ve kelimelerimi aldılar
türkülerimi aldılar
türkülerimi acı tatlı

alıp götürdüler mankur tanrılarına
Sofyalı meziyet siz tanrılar memnundu
memnundular çok
o benim yakındakiler

o benim uzaktakiler
kifayetsizler
kozmopolitler
komünistler çok çok

ve canım kuşlarım öldü o günü
çığlık çığlık
sürü sürü
elâ gözlü renklerim sarardı soldu bütün

karaya bulanık büsbütün
gecelerce karanlık
karardı ümitlerim kara kara gece gece
hem o Tuna Boyundakiler

hem o Rodoslardakiler
bir “soya dönüş” cehenneminde kara kayıp bütün
bütünü kara kara gibiler…

———————–

O Gece

O geceyle başladı her şey ve yine o gece
kirlendi mumların aydınlığı şamdanlarda
sütler bozuldu güğümlerde
kazaen öten horoz sesleriyle yağmalandı

ekmekte umut
ebedi sükût
ve Dobruca’nın poyrazı eserken Kurtpınar üstünden
yediden yetmişe Koyunluköylüler köy meydanına dikildiler

adlarını savunuyorlardı, adlarını
Saru Saltuk Baba’dan kalan mirası…
Taş topraktı, ekmekti, suydu ezanlı Türk adları
köy meydanı ilk defa böyle

ilk defa böyle köylüleriyle dolup taştı, şaştı kaldı
ay habersizdi bulutlar koynunda
deniz uzak ve kirliydi
lâğım suları akıyordu bir yerlerden bir yerlere

uykulardaydı çocuklar ve balıklar
kirli sular akıyordu çocuklu, balıklı rüyalara
ay kara
deniz kara
dünya kara
Koyunluköy meydanı kapkaraydı ve yine o gece
Dobruca…

Zulmün büyü küçüğü olmaz. Zulüm marşı da yoktur. Ama silinmeyen karalar vardır. İnsan aklında mühür! Unutamaz zulmeden yaptıklarını. Amerika’ya Kanada’ya kaçan zalimler oraları da lekelemişler. Bir suçtur zulüm ve nereye gitsen bırakmak peşini. Geçmişte kalmaz, kaybolmaz, anı yaşar ve asla ihtiyarlamaz. Yer zülmedeni zülüm, tuza bala bana bana yer ve bitirir.

Sözler: 1.Saru Saltuk Baba – 1263-1264 (H.662) yılları Rumeli,Tuna boyu,Dobruca,Deliorman yörelerinin ilk müslüman fatihi,pir,derviş.

2.Dobruca – (Rumence: Dobrogea ; Bulgarca: Dobrudja), Karadeniz ile Tuna Nehri arasında kalan, Romanya’nın Köstence ve Tulça illeri ile Bulgaristan’ın Dobriç ve Silistre illerini kapsayan yoğun Türk nüfusun yaşadığı tarihi bir bölge;

3.Kurtpınar (Tervel),Koyunluköy (Bonevo) – Dobruca yöresinde şehir ve köy adları

———————-

Devredilen değerdir. Herkes her değeri taşıyamaz. Yusuf sevgidir, Demir Baba adalet. Nerde gezer cehalette onları taşıyabilecek erdemliler. Ağacın şekli köküne benzer. Yapraklarını çekmekle büyümez. Kökler de bir yönde bir sere uzar. Biçim değişir öz değişmez aslında her şey duygularda ve bellekte yaşar. Akan ve gönül dolduran su için çeşmenin adı önemli değildir.

Bir Yusuf Hikâyesi

Suyunu içiyorum çeşmesinin
Adının yazılması unutulmuş nişan taşına
Olukların nakşını süslemiş gözlerinin nuru
Tan yeli sevdasına düşmüş bir hüzün yağmuru

Kuyusu kazılıyor Yusuf’un
Ve birazdan bir azdan benliği nokta nokta
Yosif’e tebdil edilecek çeşmeci Yusuf Usta.
Alevler sarmış türbesini Demir Baba Teknesi’nin

Mezatta çıkmış Sarı Saltuk Bey’in Tuna Boyu mirası
Tenhalarda sineye çekilmiş ahu gözlerinin bin bir ahı
Şarabın gazabında boğulmuş haramiler meclisi
Kuyusu kazılıyor Yusuf’un

Ve birazdan bir azdan erliği pafta pafta
Yosif’e tebdil edilecek çeşmeci Yusuf Usta.
Başına vurulmuş altı patın altın kabzasıyla
Umudu tükenmiş Kanagöl deresinde ak suların

Soykırım tuzağında Deliorman
Kuş cıvıltısına konmuş bir kuşluk vakti kan revan
Kuyusu kazılıyor Yusuf’un
Ve birazdan bir azdan yüreği hasta hasta

Yosif ‘e tebdil edilecek çeşmeci Yusuf Usta.
Sözler:

Deliorman – Bulgaristan’da, Aşağı Tuna Ovası’nda Türker’in yoğun olarak yaşadığı bölge. Ağaç Denizi, Divane Orman da derler.

Demir Baba Tekkesi – 1490’larda Deliorman yöresinde Horasanlı Ali Dede’nin oğlu Hasan Demir Baba adına yaptırılan Bektaşi tekkesi.

Sarı Saltık – 1263-1264 (H.662) yılları Rumeli, Tuna boyu, Dobruca, Deliorman yörelerinin ilk Müslüman fatihi, pir, derviş.—————————-

Herkes herkesle konuşabilir. En etkilisi bakışmaktır. Bir bakışla ölür ve bir bakışla dirilirsin. İlaca gerek yok. Kötülüğün panzehri insanın içindedir. Siz birbirinizin dilinden anlamayan bir üçlüsünüz. Aralarında konuşamayanlar birlik kuramaz, toplum olamaz ve gerektiğinde bir volkan gibi patlayamaz. Dil bir kıvılcımdır. Zaman gelir yakar, zaman gelir kuş tüyü gibi sıvazlar, sever…

Dil, Su ve Sen

Balkan suyu içerler gümüş bakraçlarda
altın testilerde
türküleri söylenir Rodop dağı eteklerinde
türküleri Necibe bir umut bulut bulut

yayılırken dal yeşil yamaçlara şen şakrak
sen pınar başlarını tut
dilbaz dereleri bana bırak
ne de olsa

çağıl çağıl akan suların dilinden anlarım biraz
yiğittirler
cömerttirler
bilmezler ihaneti
çiy olup gül yaprağa düşerler tan vakti…

Bakarsan bağ, bakmazsan dağ mı olur araz araz
kama kamayı söker dil acıyı bal eder derler
dil deyince Necibe
şamanların gizli dillerinden anlarım biraz

Kıpçak bozkırından gelirler tefleri süslü
süslü teflere vururlar, sulara üflerler bir büyük büyü
ne kiri kalır yaban ellerine küfrü gazabı gavat dillerin
ve  “çökmedikçe mavi gök, delinmedikçe yağız yer “

konar göçerler çocuklarca inatçı kuşlarca hür
sevmezler hudutları akarsuları sevdikleri kadar
akarsuları ki bir umut bulut bulut
kirlenirken hoyratça günbegün giderayak

sen pınar başlarını tut
dil baz dereleri bana bırak…

———————–

Döner Höyükler

Dertli kendini anlayamaz, derdini anlatamaz, derde alışmış yanamaz. Her sesin bir titreşimi vardır. İnsanları anlaştıran veya düşman eden o titreşimdir. Anlamı taşıyan da odur. Dalgaları küçük ve büyüktür. Söz kalabalığı ve çokluğu kendiliğinden bir anlam taşımaz.

Bunca ses

bunca söz
dil de şimdi pıtrak pıtrak diken olmuş neden
neden anlamaz oldum torunların dilinden…

———————

İnsan anasını babasını, kardeşlerini ve komşularını seçmeden gelir dünyaya. Onu yalanla besleyeni de tanımaz. İyi çıkarsa kısmete, kötü çıkanlar nasibe. Ve döndükçe devran, iyilikler yine buluşacaktır muhakkak.  Ne ki durmuyor işte zaman, ne de mekân aynı mekân, zamana uyan ancak biz, gece gündüz demeden bulmuşuz zaman ve mekânı ve bedava yüzen hep biz.

Biz

önceleri
hem Akpınarlılar, hem Ekincekliler
baba yadigârı bu topraklarda Türk’ü, Bulgar’ı
dal budak diş dudak, ne ayrı ne gayrı
bu Küçük Kıpçak Bozkırı Dobruca’da

olan biten, iyi kötü her şeyden
kızların çeşme başında bir hercai gülüşünden
haz alır
huzurlu olurduk…

Güz çıvgınlarından evvel buğdayı eker
kuzu kıran Dobruca kışlarını ağırlar muhabbetle
misafirlik köy odalarında geceler boyu
nazlı nisan yağmurları fısıltısında

ansızın çıkıverirdik yaza…
Ağustos’ta orak biçer gün boyu
demet bağlar can-i gönülden
ardımızdaki anıza

nur topu dokuz almalar dizilirdi sıra sıra
ve saçılıp çatmalar düğülünce harmanlar
kız kaçırırdık tınazlar arasından
tınaz yelleri peşinden
usulen…

Neyleyim şimdi bunca sesi
bunca sözü
bir akşam üstü
çeşme başından al beni
kaçır demişti…

Andon’un Mito’su koşmuştu arabayı bana.
Bir Bulgar komşumuzdu köyümüz köy olalı
doduğum doğalı
bildim bileli köyümüz köy olalı

komşuyuz zira ezelden bu yana
varımız yokumuz birkaç dönüm tarla
Şavklıda Koca Mera
ve Döner Höyükler yollarında

çalkalanırken tekerleklerin çalparaları
çeşme başında kaldı Adeviye’nin kalaylı bakırları…
Günahımız oldu Döner Höyükler o gece
Andon’un Mito’su köye döndü habere

bizim gene başlarımız döndü
döndük durduk dolunaylı bir geceyle
Adviye’yle
rüya gibi
karabasan gibi

uyandım sabahın ilk horozunda
uyuyakalmışım
sevda kuşanmış gecenin beyaz kollarında…

 

Rivayettir

odalarda anlatılırdı
periler yurduymuş Döner Höyükler ormanı
peri güzelleriymiş seyran eden geceleri
çalgı sesleriyle salım salım

aklı çelinir, tersi dönermiş insanın
tersi döner
döner kalırmış döne döne Döner Höyükler’de…
Ters döndü bizim işler

Adeviye’yi bana çok gördüler
aldılar, everdiler başkasıyla
biz hapis yattık Andon’un Mito’suyla…
o
bir yıl üç ay beleşe
ben kuru kuru üç buçuk sene
ama biz o günler
harp sonrası o kıtlık yılları

arpa başaklı aç harmanları
hem Akpınar’da hem Ekincek’de Türk’ü Bulgar’ı
dal budak diş dudak, ne ayrı ne gayrı
iyi kötü, her şeyden

çeşme başında kızların hercai gülüşünden
haz alır
huzurlu olurduk,
anıza toza basar

taşı toprağı kutsar
hamt olsun derdik…
Şimdi bunca söz, bunca ses dilde diken diken
ateistler, kozmopolitler, komünistler

mülklüyü mülksüz eden Marksist devrimler
yaka paça “soya dönüşlü” yıldızsız geceler
ölüm kampları Tuna üstünde soy kırımlı
Tuna boyundan Anadolu’ya

Türk göçleri gözü yaşlı
gözü yaşlı gönüller göynüdü durdu gönenmeden
gönündü durdu
döndü durdu ihtişamla iğfal yüklü seneler

Döner Höyükler’de gibi aldana aldana
ve her şey reva görüldüyse bize eğer
her şey seninse Ya Rabbim
yok diyeceğim

yok ama neden
neden bunca ses, bunca söz
şimdi dilde diken diken…

———————

İnsanın yaşadığı her yer kutsaldır. Altı üstü cennet. Ve kavga cennet seçme kavgasıdır. Aydınlıkta doğan gündüzleri sever. Gece doğan karanlığı… Koza içinde tırtıl aydınlığa çıkmak için ustura icat etmiştir. Uçan kuş yerde gıda gökte cennet arar. Kutsal olan kaybolmaz. O hayatın kendisidir.

Ev

Bu ev!
Sabahtan beri bu evin içine
bir ihanettir akan sarı kara
senin bildiğin yanık anızdan daha isli kara

çocuklar gene hep öyle güle oynaya
gül bağlamışlar uçurtmaya
inip biniyor bulutlara
“Hayra alâmettir” diyor ihtiyarlar ve lâ illâhe illâllâh

şimdi bu bir yağmur duası
ve semada bulutların en âlâsı
mısır tarlasının başına konmalı
yakarışlar su olmalı ey Fuzuli

su kasidesi
bol bol su…
Ne oldu?

Ne oldu da Ya rabbim yazılanlar hep oldu.
Bir cennet yazılıydı o zaman evin kapısında
avara tarlalar bile umutlanırdı yazdan yaza

açtık
çıplaktık
soğuktuk
kurtlar ulur

Türk’ü, Bulgar’ı birbirimize çoook çok sokulurduk.
Gerçekten
bir cennet yazılı mıydı o zaman kapılarda?
Küçüktük
büyüdük
kapıları kapattık

göç gemileri gelir geçer biz hep geç kalırdık
ve şimdi oralarda
Tuna boylarında ne kadar
ne kadar cehennem varsa sen yolla bana

biz kıyametlere alışık
soy kırımlı sürgünlerde ölümleri aştık…
Demokrasiler
varsın ağlasın bugün sular buz tutunca

sevilen toprak aynı topraktı
çok görüldü ömür boyu talihsiz özveriler
dil dağlandı acı sözlerle yokuşlar burcunda
yokuşları iniyorum

yokuşlardan inenleri biliyorum
sürü sürü
çığlık çığlık
renkleri biliyorum

renkler biraz daha soluk
renkler biraz daha sarı karaya çalık
ve uzadıkça bu yağmur duası
biraz daha uzaklaşıyorum bu evden
daha birazcık…

Bu evde her şeyimiz satıldı mezatla
evin içi boş
dolaplar, raflar, duvar yastıkları boş
dışarıda tarlalar, başaklar, bulutlar boş
uğursuz bir boşlukta

oyalanıp duruyor çocukların uçurtması
umut dolu
gül kokulu
Nuh’un gemisi geldi gelecek

kalk gidelim Necibe sen bilirsin bu zaman
bu zaman oyalanma zamanı değil
hiç de değil bu evde…

—————————-

İhtiyar Muhacirler

İhtiyar muhacirler otururlar
İstanbul’da Avcılar Parkı’nda
Yüreklerinde Tuna kocaman bir yara
Akar durur sabaha sabaha

Bir yudum çay, bir acı sigara
Hatıralar demlenir bin bir aha…
Giderler giderler Tuna boylarına

El yüz yıkanır
Fatihalar okunur unutulmuş mezarlar başında
Bir acı kahvesi içilir Osman Paşa’nın
Plevne’nin tâ ortasında

Çalar karavana borusu
Karınları tok
Delikanlıdırlar yüzleri ak pak…

Sarı gül takmış saçına sudan gelir Suna
Türküler yankılanır kanı kaynayan zamana

“Tuna, Tuna, kanlı Tuna
Attın beni tundan tuna”
Ve bir sitem yıllar sonrası
Çatal dilli sarı yılan yarası

Gece demez,
Gündüz demez
Sızıldanıp durur geldi gelesi
Bir azılı ihanetler ötesi
Tek kurşun bile atmadan
Teslim olur Silistre kalesi…

İhtiyar muhacirler otururlar Avcılar Parkı’nda
Yüreklerinde Tuna kocaman bir yara
Akar durur sabaha sabaha
Bir yudum çay, bir acı sigara
Hatıralar demlenir bin bir aha…

——————

İnsan gördüğü her şeyi gönlünde taşır. Çok görenler kocaman gönüllüdür. Ancak hayat ne geçmiş ne gelecek ancak yaşanandır. Andır. Özlem bir daha görmek ve bir daha canlı duyumsamaktır. Ne Tuna, ne Plevne ne de Filibe özlemi silemez. Özlem alın teri ile beslenir. O toprakların tuzu ve mayasında alın terimiz var. Tuz mayadan, maya undan ve sudan ayrılamaz. O topraklarda yenmiş ekmeğimiz, geleceğimiz var. Cennet olan Ana-vatan var.

Özlem

Rüzgar
bazen uyanır da uykusundan
kapıma yaslanır yağmurla sırsıklam
acelesi varmış gibi bir yerlere

saçak altında ha bire
coşar durur avare avare.
Zerdali dalında yaprak
çırçıplak

mest olamamış su ile
geç kalırmış gibi bir yerlere
yağmurla sırsıklam
delilenir durur deli divane.

O an bir şaman duasında
arınmış gibi günahlardan
yağmurla sırsıklam
ateşi bir sultan-i yegâh kopar dudaktan

nar yüklü bahçelere nur ile dökülür durur
ve çok ötelerde
ebemkuşağının göründüğü yerlerde
aşmak istercesine bir uzunca bir yolu
çocukluğum koşar durur
koşar durur deli dolu.

——————-

Hayat dalgalı bir deniz! Kötülükler altı boş kaldırım taşları. Kısmetimizde olanı değiştirmemiz belki de imkânsız. Rüya da hayat gibi, çarpıyor kendini delicesine karşı taşlara ve köpürdükçe ağlıyor pişmanlıktan. Aynı denizin dalgalarının başka bir denizin taşlarına toslayıp köpürmesine imkân yok. Bizim keder, bizim gönül, parçalanan umutlar ve büyüyen gözyaşları hepsi bizim ve sadece bizim…

Silistre’de Sabah 85

Uyandım
kaldırımların elini yüzünü yıkamış yağmur
mahallede çiçek açmış o bizim yaşlı ıhlamur.
Uyandım
ne bir soykırım kâbusu, ne de yüreklerde çamur
çocuk sofrada aşure kaşıklıyor şapur şupur.

Uyandım
Silistre’de köşe bucak her yer bu sabah pürneşe
ah bir uyana bilseydim, uyana bilseydim keşke…

——————–

Her şeyin bir vesile, neden ve sonucu vardır. Onlarda her şey gibi sonsuzdur. Başka bir değişle durup nefes bile almadan sürekli ürerler. Bu üremek sayısızdır. Sonsuzdur. Güzellik gibidir. Zaman ve mekan içinde hepimizin ve her şeyin birbirini kovaladığı bir alemde yaşıyoruz. Bu koşturma içinde kuralları, ahlakı, düzeni görebilmek en büyük mucizedir. Görünen de hemen söner, yok olur. Bir sonraki an yeni bir şeyin doğmasına vesiledir, neden belirir ve sonuç doğurur. Bunu kavrayamayan ebediyen bocalar, zulüm eder, özüne dönemez ve barsak gibi uzar durur, rezil olur.

Sen Sebepsin Ey İstanbul

“Bu şehr-i Sitanbul ki bî – misl ü behâdır”
Nedim
Sen sebepsin de ey İstanbul
Sarı Saltuk diyarı Dobruca’dan

abdallar piri Otman Baba yürür Fatih otağına
deruninde debelenen ezeli aşkı Hakk ile
ve nice
masum yüzlü hayırhah dervişlerin fenafillâh olur
yedi tepe yedi iklim Bellini fırçası ile…

Sen sebepsin de ey İstanbul
Tuna Boyu Rusçuk Yaran’ından
Alemdar Mustafa Paşa yürür Topkapı sarayına
vebalinde “Sened-i İttifak” ile

ve nice
küskün şehzadelerin helâk olur
çıldırmış konaklarında sarı sırma sırım ile…

Sen sebepsin de ey İstanbul
Makedonya dağlarından
Resneli Niyazi Bey yürür Yıldız sarayına
tüfeğinin namlusunda ihtilâl tebliğ ile

ve nice tahtı tacı yüce sultanların ferağ olur
isyankâr meydanlarında “Hürriyet Kasidesi” ile…

Sen sebepsin de ey İstanbul
soykırımlardan arta kalan
gazap rüzgarlarından feyz alan
nice evlâd-ı fatihanın

döner de Rumeli bozgunlarından
tarumar gönülleri sinende iflâh olur
yedi iklimden evlâ bir nefes aşkın ile…

Sözler:

“Bu şehr-i Sitanbul ki bî – misl ü behâdır” : “Bu İstanbul şehri ki misli benzeri yoktur”

Gentile Bellini : 1480-1481 yıllarında İstanbul’da bulunan Venedikli ressam

fenâfillâh : Tasavvuf inanç sisteminde Tanrıda yok oluş

Sened-i İttifak : Sultan II Mahmut ile ayanlar arasında 29 eylül 1808 tarihli bir anlaşma

Hürriyet Kasidesi: Vatan şairi Namık Kemal şiiri.

———————————

Kuş uçar daldan dala mutludur. İnsan göçer yerden yere mutludur. Boynu bükük kalan arkada kalan ocaktır. Çekip gidenler sönmüş birer yuva bırakmıştır vatan toprağında. Sesleri işitilmez, sağır, dilsiz ve kör bir diyar kalmıştır arkalarında. Onlar olmadan bu toprak kısırdır. Çocuk sesi yoktur köylerde. Tuna balıkları bile öksüzdür. Başaklar kılçıksız, gelincikler renksiz, arılar vızıltısızdır. Kaçıp gitmek kolaydır. Ağlayan arkada kalan öksüzlerdir…

sen gidersen bu yerlerden

bulut çekilir penceremden

dul kalır evimde zaman

yılkı bir at kişner dere boyunda çaresiz

yağmur duasına durur yılgın sazlar vakitsiz…

Göç olup

sen gidersen bu yerlerden

çimenler boy verip yeşil yeşil diz boyu

yüzüme bakmazlar böyle sevdalı

selâmımı almaz olur asmada üzüm salkımı

kapılanır kapıma yazgısı hüzün bir hazan

Necibe sen bilirsin bu zaman

bu zaman bir başka zaman

yılların bin dokuz yüz seksen dokuzu

bu bir kadir bilmezler oyunu bu

tutsak almış Tuna yalısını göç adlı bir hain pusu

ve göç olup sen gidersen bu yerlerden

beddualar eder

lânetlerim yolları

yıkılsın köprüler…

————————–

Taş Toprak Dobruca

“Aziz’i vakt idik a’da zelil kıldı bizi”

Zağara Müftüsü H.R.Efendi

Delik deşik karlı gecenin içi

Kar üstüne ateş düşmüş

Ateşe abanmış kaçak üç kişi…

Ve taş toprak

Toprak ben, toprak sen, toprak biz

Taşın toprağın dili tutulmuş

Köy meydanı köylülerle tanklara tutsak…

Ve yıl bin dokuz yüz seksen beş

Ve Ocak

Soykırımı sırıtıyor ceviz dallarında çırılçıplak

Kanlı kar taneleriyle soykırımı salkım saçak…

Ve biz

Ve onlar

Ve kızlarımız

Ve gelinlerimiz

Ve çocuklarımızın istenilmeyen Türk adları…

Ve sen

Ve ben

Ve kuşatmadan kaçan üç kişi

Ve Dobrucam

Karlar altında kanı donmuş bir ahir zaman…

Delik deşik karlı gecenin içi

Kar üstüne ateş düşmüş

Ateşle oynuyor kaçak üç kişi…

——————————–

Ve Hüzün 89

Sararınca yaprakları evvel zaman göçlerinin hele hele

Bir köy atılır yabana Tuna boylarında selzede

Adı Akpınar

ak pınarlarında kara sevdalı kızlar çeyiz yıkar.

Esince pelin kokulu akşam yelleri asmalı bahçelerde

Yıllanmış bir hüzün çöker terk edilmiş evlere hane hane…

Oyalanıp durman bu yad ellerde niye?

Baba ocağından kalkar gelir bu çağrılar

Tozlu yolun taşı topacı bile hasretinden çatlar.

Galip Sertel

Reklamlar