Neriman ERALP
İki yıl önce HÖH Brüksel milletvekili Metin Kazak Oslo’da bir Bulgaristan Türkleri Kültür Evinde şarkı söyledi. Türkçe kısa bir konuşma yaptı.
“Her zaman yanınızda olacağız!” demişti.
Gidiş o gidiş, bir daha uğramadı. İşler yoluna giriyor havasına girip, erkekli kadınlı oynamıştık. Çocuklar şenlenirken yaşlılar seyredip sevinmişti. Olay TV yayınlarına düştü. Yankı uyandırdı. Oslo’da bizimkiler kendi kulüplerinde, Türkçe konuşup göbek sallayıp bayram ediyorlar, dendi.
Hollanda başkentinde 20, Lahey’de 32 cami var. Bütün milletlerin kültür merkezleri açılmış. Her dil saygıda, her kültür baş tacı, istenen bir tek toplumda huzura saygı, kurallara ve yasalara uymak ve istediğince yaşamak.
Silistreli Hasan aganın lokantasındayız. Oturduk. Sohbet girişinde birer küçük kaysı şırası çıkardı. Hazırda “şopska” varmış:
“Beyaz peyniri bizden, domates ve salatalıklar Türkiye’den maydanozu yerli,” diye anlattı.
Kimin kime ne temenni edeceği bilinmediğinden
“Hadi!” dedi ve kadehler kalktı.
“Hadi!” bizde büyük bir davettir. Biz “Hadi” der kalkar, “Hadi!” der yürürüz, “Hadi Bismillah” der mezar kazarız, “Hadi Yarabbi yol ver!” der hareketleniriz. “Hadin!” ile İsyan ettik.“Hadin!” deyip göç ettik. Biz “Hadi!”ye alışık bir halkız. Çocuklarımızı bile “Hadi” der yaparız. “Hadisiz” olamayız…Bulgaristan’da çıkan Türkçe sözlüklerden “Hadi!” sözümüzü çıkarmışlar. Ama bizim “Hadi!” içimizde yaşıyor ve hayat vitesimiz gibidir. “Hadi” bizim İlahi mutabakatımızdır….
Ev sahibinin “Hadi!” davetine uyduk. Kadehi bıyıklarına götüren Hasan aganın gözlerine baktım. Biraz düşmüş gözkapakları ve tek tük beyazlanmış kirpikler bir şeylere işaret etse de, ilk bakışta alev alan gözler sakin ve huzurluydu.
Lokantanın duvarında çerçevesi sedir ağacından büyük bir özenle yapılmış yarısında büyük şair Nazım Hikmet’in Varna Limanı’nda el kaldırmış Türkiye’ye gemi uğurlarken çekilmiş fotoğrafı ve kolunun altında “Vapur” şiiri var.
Vapur
Yürek değil be, çarıkmış bu, manda gönünden,
teper ha babam teper
parçalanmaz
teper taşlı yolları.
Bir vapur geçer Varna önünden
uy Karadeniz’in gümüş telleri,
bir vapur geçer Boğaz’a doğru,
Nâzım usulca okşar vapuru
Yanar elleri.
Hasan aga bir usta ozana bir şiire baktı ve söküldü:
“Oslo limanından da çok gemi kalkıyor. Nereye gittikleri belli değil! Varna’dan kalkanlar İstanbul’dan geçer. Kapalı denizimizin dünya kapısı İstanbul’dur. Bu yüzden olacak, Nazım’ın Varna şiirleri hep İstanbul’a akmıştır. Yedi tepeli şehre, dev çınarlı limanlara. Bu bir özlem akışıdır. Bu bir toprak çekişidir, Vatan toprağına çırpınıştır…Biz de bir özlem içindeyiz. Neyin özlemi?”
Sustu. Lokantada sigara yakmak yasak olsa da, cebinden “Viston” çıkarıp yaktı.
Biraz “bize, bizim oralara” kokuyor, derken paketi gösterdi ve devam etti:
“Gurbeti yaşamayan, Vatan sevgisini bilemez. Kış aylarında buralar çok yağışlık, hem de kaygan. Ayağım bir kaysa, Allah göstermesin, sonum gelse! Hadi şurada bir camimiz var. İmamı da görevdedir. Ben defnedileceğim yeri düşünüyorum. Şu buzlu toprağın neresi bana mekân olur? Başka milletler kapağı sıkı kapanan düşük ısılı tabutla naşı uçak ambarına alıp memleketine götürüyor. Biz buraya nafaka aramaya gelirken, “geri dönen nankördür!” dedik, evlerimiz kurda kuşa yuva olsun diye kapı pencere açık bıraktık. Bulgaristan’la Hollanda arasında “Ölü İadesi” sözleşmesi yok. Biz burada da iki aradayız! İşler yoluna girmezse, “Burada ölsem ….?” Beynim zonkluyor. Düşündükçe lokmam içime sinmiyor. Aklım hep “Ne olacağım?” sorusunda. Sonu beklemek için memleketime dönsem, 200 leva emekli maaşıyla o da çare değil.”
“Neyin Özlemi!” Sonun duygusu olmadığına göre özlemi de olamaz. Hasan agayı korkutan yarınki günün belirsiz olmasıdır. Bize kapı açıp sofra kuran hemşerimize “belirsiz yarın” ana sorun ve dert olmuş. Yapılacak bir şey yok. Çözüm AB ülkeleri dış politikalarında çözüm bulabilir. Seçimden seçime oy vermekle çözülecek bir sorun değildir. 1990’dan sonra 30-40 devlete dağıldık. Görüldüğü üzere, Bulgaristan’ı terk eden neslin kafasındaki sorun “Sonumuz ne olacak!” Bu geçen hafta Mastanlı’da ölüm yıldönümü mezarı başında anılan, 24 yıl hapis yatan büyük şair Nuri Adalı’nın en az “köyüm yolundaki gavgalaz dikenlerini gözlerin kadar özledim!” mısraları gibi çok güçlü bir hissiyat dile getiren yeni gerçeklik budur. Yine yakınlarda Mastanlı’da düzenlenen ve 12 ülkeden gelen soydaş buluşmasında, “mezarlıklara özel bakım gerekli” diyenleri düşündüm.
Bir anlatımı tatlı Hasan agaya bir de dünyası derya Nazım’a bakarken, dalmışım ve Orhan veliyle kendime geldim:
Bakakalırım giden geminin ardından
Atamam kendimi denize dünya güzel
Serde erkeklik var, ağlayamam
Hasan aganın derin gözleri sanki biraz nemli. Dünyaların en büyük denizlerinin birleştiği nopktada yaşasa da onun gönlündeki kendi denizi. Memleketi. Duygularını okumak zor! Duygusallığın tarifi imkânsız! Dile gelmesi yıllar isteyen bir özlem kokuyor her yer. “Neyin Özlemi!”
Aile kültürümüzde erkeklerimizin beynine iyice yerleştirilmiştir “Hadi, hadi sızma, erkek adam ağlamaz.” Bu, bizde bir cümle değildir. Sert desen sertleşen, ağır olsan desen ağırlaşan bir ölçüdür. Erkeklerimizin içinde olandır. Yaşam tarzımızdaki orta direğin sert özüdür. Lehçemizle ifade ettiğimizde, erkek evin “çap taşıdır.” O taş ne çatlar, ne patlar, ne duvardan düşer. Yazın güneşin altında kışın dondurucu soğukta hep oradadır.
“Ne olacağım?” endişesi Hasan agada bir rüyaya dönüşmüş. Her gece gördüğü, daha doğrusu hayatın ona her gece sunduğu bir rüya bu. Duyduğu neyin özlemidir? Kendine yanıt arayan, fakat bulamayan bir rüya. Nostaljiyle başlayan ve her gece gösterilen bir rüya dizisine dönüşmüş yorucu yaşantı. Birinci kuşak göçlerin kurtulamadığı sonsuz tutku! Kanada’nın en iyi gölünün en nefis havalı köşesinde oturan soydaşımızın gece kâbusu! Paris’te Penceresi Ayfel Kulesine bakan bir otelde kalmanız da mehlem olamaz bu hasrete. O içimizde, kanımızda ve her hücresindedir. İnsan beyninde bulunan ve yan yana dizilseler Ekvatoru kuşatacak uzunlukta olan bir hücre zincirinden söz edenler haklıysa eğer, içimizdeki özlem de o kadar uzun ve derindir. Yaş damlaları Hasan aganın nemli gözlerinin pınarlarından tekerlenmiyor. O istemese de, bu durum onun buradaki yaşamdan tat almasına engel oluyor.Mutlu olma fırsatına kapı açtırmıyor.
Ben, aynı duygularını eşi ve çocuklarının da yaşadığına inanıyorum. Modern toplum dişleri arasına aldığı insanlarda kadın erkek, eş dost, çocuk yetişkin ayırımı yapmıyor. O, henüz neyi yiyeceğini, neyi seveceğini, neyi özleyeceğini, hangi şiiri duvara asacağını, hangi ozanla gönül eyleyeceğini, hatta ne zaman “Haydi!” diyeceğini başkalarının belirlemesine olanak vermek istemese de özlem karşısında yenik düştüğünü fark ediyor.
Ne var ki, iki taş arasında kalmışlığının farkında olmaktan henüz uzak. Orada kaldıkça diğer yabancılarla eriyip yok olmaya mahkûm olduğunu kabullenmek istemiyor. “İçindeki!” hadi henüz canlı! Yaşlıların dil öğrenmesi zor, anadil gramerini bilmeyenler yabancı dil öğrenirken baş edemiyorlar. Dillerini öğrenemedikçe hep yabancı kalıyorlar. Akan hayat ırmağına kenardan bakıyorlar. Bu yüzden olacak, Bulgarca ya da Türkçe konuşan birine rastladıklarında, şimdi bizimle olduğu gibi, çocuk gibi seviniyorlar. Burada hemşeri dayanışması ilk adımlarını atıyor. Bulgaristan’da yaşayan yakınlarından gönül rahatlatıcı bir haber geldiğinde heyecan gökte! TV !den su baskınları ve tolu haberlerini anlamakta zorluk çekmişler. “Mezdra” şehrinin su altında kalmasına, Varna’yı sel götürmesine akıl erdiremiyorlar. “Bu işte bir iş var. Tanrı Bulgaristan’a sopasını mı gösterdi?” diye soruyorlar. Yaratanın göklerden inip Türklere edilen zulümden ötürü Bulgarları cezalandırmış olması, akıllarına yatıyor.
Ne güzel ki, henüz nedenini ve niçin ini sorgulamaksızın sadece algılayanlar durumuna girmişler. Şimdilik ana soru: “Ne olacağız?” Din, ana dil, mezhep, öz kültür ikilemi en başa konmuş! Sokağının bir iki arkasında şöyle barış böyle barış kavgasında kendi dindaşlarını, kendi yurttaşlarını çoluk çocuk demeden öldürenlerin sesleri geliyor… Önceleri aldırmazdılar, artık “Vahşet,” diyorlar. O ve yakınları, tüm konuk işçiler ve iş arayanlar, sığınmacılar için özel programlar olduğunu öğrenmişler. Program dendiğinde Hasan aganın aklına “Bulgarlaştırma” programı geliyor. İçindeki ses sık sık soruyor: “Kurttan kaçarken timsah ağzına mı girdik?”
Akla en sık gelen soru ise: “Burada cennet var mı?” Korku yaşayan, yokluk, açlık, yoksulluk görmüş insanlar, yurtlarında evlerinde ülkelerinde hiç bilmedikleri kültürlerde medet arıyor. Yola tükürme yasağı, basamakların temiz tutulması ve tuvalet kazanındaki suyun hiç bitmemesi mutlu olmaya yetmiyor. Bu insanların duygularıyla kimse ilgilenmiyor. Ayrıldıkları topraklara, ana babalarına, yakınlarına özlem duyup duymadıklarıyla kimse ilgilenmiyor. Çocuklarının gelecekleri kasap çengelinde! “Ben 25 yıldan beri çağımızın yürek acısı göçlerinin umarsız yolcularından biriyim.” Diyen Hasan aga: “Bu yolun sonu var mı, diye sorduğunda, işiten yok. Olmayacak da…çünkü bilen de yok.
“Zordur bir sevgiden, sevgiliden ayrı düşmek” demek istesem de, bu insanları köyleri, yakınları, komşuları direk ilgilendiriyor. O topraklarda göz açmışlar, havasına suyuna, ormanlarına, kuşlarına, dostlarına sıcacık bağlandıkları köy ve kentlerinden ilk kez ayrı kaldıklarından özlemin güçlü etkisine yenik düşüyorlar. Onların vatan özlemi, dört başı mamur yaşanmış bir aşk için olduğu gibi, ortamdan kopma acısını anlatacak sözcük bulabilmeleri olanaksızdır. Bu duygu yaş seçmiyor. Hangi konumda hangi yaşta olursan ol, ölümden beter, dağladığını sarartıp solduruyor. Vatan gün demez gece demez, sevgili gibi özlenir. Neyi, neresini, hangi mevsimi, kimi, neden özlediğini anlatamazsın. Özlem bir topaç olup göğsüne oturdu mu eriyip küçülmez. Burun direğinin sızladığı, gözlerin kendiliğinden yaşlandığı olur. Bu nedenle değil midir şiirlerin, romanların, filmlerin ana temalarının ayrılıklar, kalp kırıklıkları, onulmaz aşk acılarından oluşması. Bazı şairler vardır, dizeleri ile duygularınıza öylesine sesleniverirler ki, ilk okuduğunuzun üstünden yıllar da geçse düşüverir bir anda belleğinize. Yeni bir şarkı var, çaldıkça sanki aynı duyguyu anlatıyor.
“Sen bana git dedin. Ama senin bana gönlün var gibi gibi… Onların durumu da tıpa tıp böyle! Kuşkusuz kimse okulsuz çocukların, kuşsuz yuvaların, tatsız kirazların dünyasında yaşamak istemez. Çünkü her şeylerini kötüye dönüştüren kendi iradeleri değildi. Dinimizde “zulüm” isteğimiz dışında dayatılandır. Bizim hayatımız zehir edildi. Bulanık sular çekilse de, ne yazık ki, bataklıklar hala kurumadı.
Şu da var. Durumun dengesini bozmak istemeyen Hasan aga üstüne üstelik bir defa sormak istemiyor, bir de dili varmıyor. O, 21. yüzyılın hemen başında, ortaya çıkan unutulması ve silinip süpürülmesi olanaksız büyük bir insanlık dramının dipsiz kazanı içinde. Bu günümüz insanlığının ayıplarından utançlarından en unutulmayacak olanı. O, birisinin “Hadi!” demesini mi bekliyor. Yoksa sürünmeye alışmayı mı? Şu “Hadi!”yi kendisi deyecek olsa, artık gücü yetmiyor. Bütün kuvveti, seçim günü sandık başına gidip, denizin dalgalanması ile güneşin yarın bir daha doğması umuduna bir daha oy verecek kadar.
Birçok hemşerimiz ülkesini bir daha göremeden öldü. “Neyi Özlediği” ni anlatamadan gitti. Son sözlerini söyleyemediler, çünkü son isteklerinin ayakta kalanlara yük olmasını istemediler.
Kimisinin mezar taşı var kimilerininse yok. Ayrılırken, Hasan agayı öptüm ve “Ayrılıklar, neyin özleme dönüştüğü bilinmeyen hasret değil, sevgi ve aşklar olsun!” dedim. Umudu öldürmemek için “Yakında yine görüşelim! Deyip ayrıldım…

Reklamlar