BGSAM

Konu: 90 yaşında bir feylesofun (düşünürün) gözünden sığınmacılar sorunu.

Der Spigel” – Alman dergisi. Çeviridir.

alm-zeng

Zigmunt Bauman

Ötekinden, tanımadığından korku ne de olsa bir içgüdüsel (insiyaki) bir tepkisel karşı eylemdir, doğurduğu netice ise temas kurmayı kabul etmemedir. Yerliler ve sığınmacılar (göçmenler) aynı ortamda yan yana ama birlikte yaşamıyorlar. Onlar birlikte olamazlar.

 Yanıt: Onları birbirinden ayıran, görülmeyen susmak çizgisidir. Sosyal ve bedensel yakınlık insanlık tarihinde uzun zaman birbirine sımsıkı bağlıydı.  Günümüzde yabancı olmak devamlı bir durum haline gelmiştir. Göçmenleri elimine etme değil, onlarla komşu olarak yaşamak olacaktır modern toplumların sorunu. Sosyal ve fiziksel yakın olmayı uyulmama kuralları bozulmuştur. Meydana gelen tamamen yani bir durumdur: Yabancının yabancı olması artık geçici bir kargaşa olmaktan çıkmıştır. İnsan içinden gizlice onlar bir gün mutlaka giderler umuduyla yaşasa da, yabancılar gitmek istemedikleri gibi, onlar kalıyor ve gitmemekte ayak diriyorlar. Yabancılar konuk ya da ziyaretçi değildir, onlar düşmanlarımız gibi de davranmıyor, ne ki onlar bizim iyi tanıdığımız komşularımız da değildir. Yerel kurallar, alışamadıkları yerel yaşam biçimi ve onların özelliklerinin sürekli belirtilmesi, kendilerini yabancı olarak belirliyor.

Örneğin taşıdıkları şallar ve burkalarla belirlenmiş olduklarından dolayı, onların yabancılığı, başka biri oluşları damgalanmıştır. Yabancının bizden biri olmadan yanımızda oluşu, yabancı kavramı ve doğurduğu iç çelikliler nasıl aşılabilir?

İnsan, önce sığınmacının içinde bulunduğu çıkışı olmayan durumu görebilmelidir. O, zulümden, baskılardan, afetten, savaştan kaçan ve vatanını kaybeden, fakat mülteci olmadığından ötürü kendisine yeni bir vatan teklif edilmeyen biridir.  Sığınmacılar, havasız bir boşlukta asılı duran kişilerdir, onlar ne göçebe ne de yerleşiklerdir. Bundan dolayı onlar, kötülüğün küresel dehşetinin taşıyıcıları (kaynağı) gibi gösterilip, meydanlarda yakılan korkuluk rolü kendilerine uygun bulunuyor.

Kontrol altına alınamayan göçler yerleşik düzeni bozuyor. Ataca ocaklarından kopmalarından kendimizi sorumlu bulmadığımız şu yeni gelenler, bize yaralanabilir ve göstermeye çalıştığımız merhametin çok nazik olduğunu hatırlatmıyorlar mı?

Büyük klasik Bertolt Breht’in “Göçe Zorlama Manzarası” şiirinde yazdığı gibi, “yaklaşan felaketin habercisidir.” O, kötü haberleri, çatışmaları ve uzakta kopan fırtınaları evimizin beşiğine taşıyandır. O, çok uzakta harekete geçmiş olan, fakat bizim hayatımızı da altüst edebilecek kudrete sahip olan, gemlenmesi ve anlatılabilmesi çok zor küresel güçler var olduğuna bir işarettir.

Ötekinin düşmanlığından neden her defasında bu tehlikeli mesajların “habercileri” suçlu tutuluyor.

Adresi değiştirilen hiddet sığınmacıya yöneliyor. Sulandırılmış modern olabilme ortamında, bize yardım edebilecek herhangi birinin olmadığı ve var oluşumuzun güvencesizliği ortamında endişe ve zavallılık duyguları kurban arıyor. Sığınmacı ve yabancı akımının doğurduğu korkulardan kendileri için yarar sağlama seçimlerdeki oy avcıları için bulunmaz bir şanstır. Bilinmeyenden biriken korku kendine idareci arıyor. İstemediğimiz ve tanımadığımız yabancılardan bizi koruma vaatleri  – hayal edemediğimiz görüntüyü kovma ve bizi koruma vaatleridir bunlar. Hayalet korkudan insanları koruma ve kurtarmanın modern edebiyattaki ismi –ekzorsizimdir.

Popülist politikacı şaman ve şarlatandır.

Günümüz siyaseti yerel güvensizlik temeline oturur. Bu siyasetin etki alanı yerel olsa da, onu güncel önemli oyuncu yapan sorunlarsa, küreseldir. Biz, modernliğin katı aşamasından sulandırılmış, buharlaşan aşamasına, siyasetin de iktidardan giderek daha fazla uzaklaştığı bir çağa geçiyoruz. Küreselleşmenin yanan ocakları ulusal devletlerin kontrolünden uzaklaşıyor. Politik kurumlar yeni günün çağrışımlarıyla başa çıkacak durumda olmadıklarını kabulleniyorlar. Kaynayan toplumsal ayrışım artık topluluk oluşturmuyor. Milli devletlerin belirli bir toprak üzerindeki egemenliği de çözülüyor ve aşınıyor. Milli devlet problem çözme yetisini yitiriyor ve böylece koruyan olabilme işlevi de elden gidiyor.

Hedefler ve araçlar arasındaki giderek artan uyumsuzlukla başa çıkamayan ulusal devlet çerçevesine gereksinim gören demokrasi git gide yeniliyor mu?

Demokrasi bunalımı belirtilerini en parlak biçimde vatandaşların gözlerinde okuyabiliriz. Siyasetçilerin çaresizliği, seçenek olmadığı, durumun değiştirilebilmesine yol ve çare bulamayışlarına yakınışları, sıradan vatandaşlar tarafından kayıtsız şartsız yenilgi olarak kabul ediliyor. Güçlü bay ve güçlü bayan simasının en güncelleşmiş şeklini Birleşik Amerika’da Donald Tump ve Fransa’da Mar ile Pen, farklı biçimde hareket edilebilir iddialarında, onların kişisel simalarının bir seçenek sunduğu beyanlarında sergileniyor.

Tel ve beton set çekme, seyahat yasağı uygulama ve göçmenleri geldikleri ülkelere geri gönderme gibi fikirlerin cazibeli olacağını düşünmüyor musunuz?

Milliyetçilik ile etnik bütünlüğe inandırma çabaları tamamen dağılmış bir toplumda bütünleştirici unsurları bulunamadığına kanıttır. Milli devletlerin gücü artık asla geri gelmeyecektir. Dünyanın büyük anakentleri yeni karmakarışık topluluklarının laboratuarı haline gelmiştir. Bu topluluklarda karışık yaşamayı isteyenler veya karışık yaşamaya karşı olanlar arasındaki gerginlik kültürler arasındaki plüralizmde örgütlenmiştir. Ayrılmak ya da parçalanmak yalan bir arzudur. Kapılar kırılmış ve artık kapanmıyor. Ulus devletin kendisine yaşam hakkı istemesi üç esasa dayanırdı: dışa karşı askeri güvenlik; içerde geçimli ve mutlu yaşama ve dil ve kültür yakınlığı. Bu saç ayağı artık kırıldı.

İnsanların bir gün kendilerini “herkes herkese karşı” savaşının doğuracağı imkânsız bir dünyada bulmamaları için ne yapılmalıdır? Özgürlük ve güvenlik garantörü olan Tomas Hobs’un yeni zamanların tam başından ulusal devletine karşı ne yapmalı!

Genel düşünü sahibi son büyük yazarlardan biri olan Umberto Eko dış göç veren ve dış göç alan ülkeler arasında temel fark gözetlenmesinde ısrarlıydı. Politik pratikte bu iki kavram sürekli yer değiştirir. Bir hükümet insanların bir yerden başka bir yere göç etmesini planlayabilir. Fakat dış göç vermek bir doğal olgu olarak kontrol altında tutulamaz. Dişa göç bir süreçtir ve her an başlayabilir. Deprem ve sunamı gibidir ve ulus devletin kurallarını aşarak gelişir. Göç edenler büyük devletlerin anakentlerinde diaspora olarak yağıyorlar ve bu olay önceden planlanmamıştır. Londra’da 70 dil, din, etnik, ideolojik topluluk yaşıyor. XIX yy göçebelerinden farklı olarak onlar birbirine kaynaşmıyor, böyle bir şey gözlense bile yüzeyseldir. Almanya’daki Türkler örnek vatandaş olma çabasındadır, ama aynı zamanda Türk kalmak istiyorlar. Neden mi? Çünkü onlar göç veren ve göç alan ülkenin ürünüdür. Fakat biz göç veren ve göç alan ülkeleri birbirine eşitleştirirken, sanki bu süreçlerin Londra, Berlin veya Paris tarafından planlanmış yada sürekli denetlenebilen süreçler olarak gördüğümüzden, yanılıyoruz.

Küresel sorunlara, ulusal ya da yerel araçlarla hakim olma denemelerimiz toslayacak mı? Hedef, herkesin bir huyla gibi çağırdığı ve olması için dua ettiği bütünleşme (entegrasyon) mudur?

Batının kapıları önünde sıra bekleyen ve bazen da içeri sokulan, Çekinerek ve bazen de doğru olmadığını bile bile gelişmekte olan ülkeler dediğimiz, modernciliğin davet edilmeden gelen ve Batı’nın kapıları önünde sıra bekleyen ve bazen da içeri sızan örnekleri var. Bu olayı Almanya’nın büyük sosyologu Ulrich Beck şöyle formüle etmişti: Hoşumuza gitse de gitmese de kozmopolit bir durumda, pek güvenli olmayan sınırlar içinde ve evrensel karşılıklı etkileşim içinde yaşamak zorundayız. Eksik olan yanımız bizim kozmopolit bilincimizin olmamasıdır.

Uyum sağlayamayanlar kamplara kapanıyor. Sığınmacıların kamplara tıkılması ve uzan zaman orada kalması için demeç veren Avrupalı siyaset adamlarının sayısı artıyor.

Onlar sığınmacılara insan hurdası olarak bakıyor. Sığınmacılar ne olduklarını kendileri belirleyebilme hakkını yitirmiş kişilerdir. Onlar yasaların dışında olan ve kendi kimliklerini belirleyebilme haklarına sahip olmayan insanlardır. Onlar niteliksiz tirilmiş insanlardır. Onları hayal etmek ve düşünmek bile zor oldu.

Onların kozmopolit bilinçte yeri yoktur. Aynı olanların topluluğuna sığınma gereği evrensellik çağında büyüyor mu?

Siz “retrotopi” kavramını işittiniz mi?

Hayır, işitmedim, fakat ne demek istediğinizi kavrıyorum.

Bu benim son tasarımındır. Yeni kitabımın adı “Retrotopi” olacak. Bundan 500 yıl önce Momas Mor  “Ütopi” kitabını yazmıştı. Kimsenin olmayan bşr toprağın planını, bugün de gerçek olmayan daha iyi bir yeri anlatmıştı. Retrotopi ise olmayan bir yer, ama olmadığı için olmayan bir yer değil, daha önce var olduğu için olmayan bir yerdir.

Ütopiden farklı olarak retrotopi,  bizi ışık verip el sallayan ama geri getiremediğimiz geçmişi sembolize edendir.

Biz, güvenebileceğimiz bir dünyada yaşamak istiyoruz. Uyumlu yaşanabilecek bir dünyadır hayal ettiğimiz. Gerçekten de Tomas Mordan sonraki modern dünya iyimserdir, umut vericidir. Çok önce olmuş bir şey olsa da gençliğimde yükselişe, atılımlara, inkişafa çok inanıyordum. Çünkü ilerleme kaydedemeyen toplumda yaşamanın sıkıcı olduğunu biliyordum. Oksan Wauld, ilerleyişin “ütopilerin gerçekleştirilmesi olduğunu” yazmıştı. Ütopi gelecekte hayatın daha iyi olacağına inançtır. İnsanlık daha iyi bir ülke arayışındadır ve yelken açıyor.

Biz bugün yelkenleri toplamaya hazırlanmıyor muyuz?

Biz şu dönem hakim olan düşüncenin köklü viraj yapmasını bekler durumdayız. Almanya da bunlar arasında, Avrupa gençleri, geleceklerinden yarar ve kazanç sağlayacaklarına inanmaz oldular, kayıp bekler duruma girdiler.  Bu kuşak, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelen ve mevcut durumu sürdüremeyeceğini düşünen, eve beyinlerinin edinimlerini koruyabilme endişesi yaşayan ve bundan korkan ilk kuşaktır. Bu yeni durumun en parlak örneğini Fransa yaşıyor. Fransızlar Avrupa’nın en kötümser ulusu oldular. Büyük bir çoğunluk geleceğin geçmişten daha kötü olması için çaba harcıyor. Akıl erir gibi değil! Modern ite içinde kötümserlik doğabiliyor ve ancak modern ite ikliminde var olabiliyor. Kötümserlerin yok olması modernciliğin de sonu olacaktır.

Fakat XX. yy büyük ütopileri hep çöktü. Onlar bir hayalin kanlı karikatürleriydi.

Yalnız bilim ve teknik alanında değil, ahlak alanında da ilerleyişin başı çeken fikirleri yaşıyor.

Retrotopi fikrimde tarihin meleği 180 derece dönüyor. Geleceğin ve geçmişin iki birbirine karşıt yöndeki değerlerin yeni düğümünde, zaman çizgisi üzerinde yerlerini değiştirmiştir. Gelecekte bizi bekleyen hayal kırıklığıdır. Sorunsuz bir zaman yerine hayal kırıklıkları içinde bocalıyoruz: Terörizm, mali bunalımlar, ekonomik durgunluk, işsizlik, güvensizlik. İlerleme fikri, hiç kimseye kişisel başarılar vaat etmiyor. Biz geriye dönmek zorundayız ve körler gibi geriye doğru el yordamına yol arıyoruz.

Tarihsel kaçınılmazlığın, “vatandaşların dünya toplumunda” birleşmesini öngören Emanuel Kant’ın fikirlerinin yerini insanlığın küresel savaşı fikrine bıraktığını söyleyebilir miyiz?

Çok isabetli bir soru. Ben size ancak bir yol haritası gösterebilirim. Fakat bu harita üzerindeki yollardan hangisini takip edeceğimizi gösterebilmede güçleniyorum.

Haritanızın görünümü nasıldır?

Tüm çatışmalara, savaşlara, ve sınıf savaşlarına rağmen erken kapitalizmde bizim atalarımızın bir önceliği vardı: insanların bir arada yaşama morfolojisi dayanışmayı yaratmıştır. Henri Ford başarısını güvence altına almak için işçilere ciddi ücret ödemek zorunda olduğunu biliyordu. O bunu güvence altına aldığında, açık toplum şeklinde biçimlenen neo-liberalizm oyunu bozdu. Toplumsal dayanışmanın yerini bireysel sorumluluk aldı. Gelirleri ve yedekleri tamamen yetersiz olmuş olsa da,  param parça olmuş ve geleceği üstüne tahmin yürütmek imkansız olan bir toplumda tek başına bir kişinin ödevi ve işi kendi başının çaresine bakmaktır. Ekonomide düzenlemelerin yapılamadığı süreçler paralelinde tırmanan herkesin memnuniyetsizliği insanlar arasındaki uyum bağlarını çözerek herkesi birbirine düşürüyor. Sürekli kaydedilmesi zorunlu değişikliklerin tehlikesi ise ilerleyişte gizlidir. Her kişi ötekinin muhtemel karşıtı, hasımı ve rakibi olarak düşmanıdır. Bu ise çok endişeli olandır.

Gerginlikler gizleyen toplum dünyasında fırsat gözleyen baskı ve eziyet midir?

İllegal göçmenlerin simasında tüm tehlikeler düğümleniyor. O kusursuz fantom, şeffaf düşmandır. Ona karşı olan düşmanlığın silahsızlandırılıp tehlikesizleştirilmesi için tehlikenin soyulması ve herkese gösterilmesi gerek. Tehlikeye, bir ırk veya din temsilcisi olarak değil,  bir kişi olmak bakmamız gerekiyor. Tehlikenin de buna hakkı var. Onunla diyalog kurulmalı gereğini herkesin anlamasıdır yürünecek yol.

Hoşgörülü olmak (tolerans) kendiliğinden yeterli olamaz mı?

Hoşgörü birçok defa umursamayışın belirtisidir. Şahsen beni ilgilendirene dokunmamak şartıyla, ne istersen onu yap. İstersen ellerinin üstüne dikil ve sokakta başı aşağı yürü, bu beni ilgilendirmez. Burada farklı olan ötekinin irdelenmesinde, dayanışmada, yakınında olanın gerekçelerini ve niyetlerini öğrenmede gizlidir: Neden ellerin üzerinde yürüyorsun? Bunu konu edebilir miyiz? İşaret etmek isterim, Papa Fransisk de diyalog kültürü için ısrar ediyor. Bize, karşımızdakini tam haklara, eşit haklara sahip bir partner olarak kabul etme ve ona saygı duyma olanağı veren budur.

Siz kendiniz de göçmenmişsiniz. Vatanınız Polonya’yı yitirmişsiniz.

Bir Leh her zaman yabancı bir trendir.

Kişiliğinizin tehlike altında olduğunu hissettiğiniz zaman oldu mu?

Ben 45 yaşıma bastığımda Liyds’e geldim. Tarih, dil, kültür her şey farklıydı. O benim travmalı hayat dönemimdi. Britanya Akademik Dünyasındaki meslektaşlarımla kusursuz anlaşabilmem ve eksiksiz kaynaşmamam için 10 yıl sürekli çalışmam gerekti. Fakat ben sorunlarımı kişiliğimin bozulması olarak algılamıyordum. Kişilik aramak retropimden bir bölümdür. Mutluluğu geleceğimde göremeyince geçmişime dönmeye başlıyorum. Tarihçi Erik Hobsbom, insanlar topluluk için konulmayı bıraktıktan sonra, kimlik üstüne konuşmaya başlamışlardır.

 

 

Reklamlar