İbrahim SOYTÜRK

Günlerden cumartesi. Ramazan olduğu için Aksaray bahçeleri sakin ve gölgeler insanlarla dolu. Açık pencerenin karşısında koltuğa serilmiş Rafet Ulutürk’ün “Direniş okuluna kayıt oldunuz mu?” yazısını okudum ve Kırcali. eu aydınlatma programına bir daha katılmaya heveslendim. Size benzetmeli bir masal anlatmak istiyorum.

Kuşkusuz, aranızdan, uzaktaki davul sesi “kulağa hoş gelir” diyenler olacak ama ben sizlere bir masal tadında bir şeyler anlatmak istiyorum.

HAYAT SUYUNU ARTIK İÇELİM
            Bir varmış bir yokmuş vaktin birinde dedesinin peşinde çoban bir Ahmet oğlan varmış. Bir gün torununu karşısına alan dede: “kooperatifçilik başladı, koyunlarımızı alacaklar, sen gözlerinin alabildiği, dizlerinin dayandığı yere kadar git, kendine iş bul, zanaat öğren, geçimini sağla, dön ve bana da yardım et!” der.
            Ekmek torbası sırtında yola çıkan Ahmet az gider, uz gider ve o zaman o topraklarda yaşayan insanların kör ve sağır olduğunu anlar. Onların gözlerine şifa verecek bir Peygamberi sabırsızlıkla beklediğini görür. Ahmet, işten kamburu çıkmış, süklüm büklüm insanların Peygamberi ben olsam, ne zararı var, diye düşünür. Böyle düşününce dedesinin öğütleri, eski yaşantısı aklından çıkar ve git gide bir koruya varır. Yorgunluk ve bitkinlikten bir ağacın altına uzanır ve uyuyakalır. Sabahleyin sesler ve cıvıltılar arasında, ağaca konmuş üç karganın birbiriyle konuştuklarını işitir. Bu kargaların, kısaltılmış adları “DS”, “KGB” ve CİA” dir. Bulgar, Rus ve ABD gizli servislerini sembolize ederler.
Onlardan birincisi:
“Kardeşim, uyuyor musunuz?” der.
İkinci karga: “Hayır, uyanığım.”
Üçüncü karga: “Kardeşim, yeni bir haber var mı?”
Birinci karga: “Oooh! Bizim bildiklerimizi insanlar da bilselerdi! Bulgar ülkesinin çobanı ölmüş! Yerini alacak biri olmadığından yarın, doğan uçuracaklar. Bu doğan kimin başına konarsa, o, çoban olacakmış!”
İkinci karga: “Sence Bulgar’ın başına kim geçer?”
Birinci karga: Bulgar’a çoban bu ağacın altında yatan adam olacak. Ama başına koyun işkembesi koyup, şehre gitmesi koşuluyla. O zaman uçurulan doğan gelip başına konar. Çingene olduğunu görenler önce kabul etmeyebilirler ve onu bir hücreye hapsedebilirler. Hücre penceresini açması gerekecek. O zaman doğan, pencereden girerek başına yine konar.”
Üçüncü karga: “Pöf! Sağırlar ve körler ülkesinin çobanı mı?”
İkinci karga: “Bu insanların sağırlığının ve körlüğünün nedeni ne?
Üçüncü karga: “Hayat suyu. Ama hayat suyunu insanlara verirlerse, gözleri kulakları açılır ve bundan böyle kimseye boyun eğmezler! Şu gördüklerini, bu ağaca astılar. Onlar halkın kulaklarını tedavi etmek istiyorlardı!” dedi ve gak gak diye ötüşerek uçtular.
Ahmet gözünü açınca iki adamın ağaca asılı olduğunu gördü. Korkusundan yerinden sıçradı. Kaçmaya başladı. Yolu üzerinde sürüden geri kalmış bir oğlağı yakaladı. Başını kesip işkembesini çıkararak başına koydu ve yoluna devam etti. Büyük bir şehre ulaştı. Bir de baktı ki, gökyüzünde bir avcı doğan süzülüyor. Doğan dolana dolana onun başına kondu ve pençesiyle başını tuttu. İnsanlar hurra çektiler. Çoban bulmuşlardı. Eller üzerinde havaya kaldırdılar. Ayağındaki ökçesiz ayakkabıları çıkarıp kundura giydirdiler. Yırtık ve cepsiz donlarını pantolonla değiştirdiler. Cebine para, döviz, altın koydular.
Ancak Çingene olduğunu anlar anlamaz, onu hemen bir hücreye kapadılar ve kapısını kilitlediler. Ahmet kargaların dediğini yaptı. Pencereyi açtı. Doğan tekrar havalandı ve pencereden sokulup onun başına kondu.
İnsanlar bu kez de sevinçten mitingler yaptı, çobanın ayaklarını yerden kestiler  “Mercedes’e bindirdiler. Saraya götürdüler. İpek giysiler giydirdiler. Bizi iyi görsün diye gözlerine altın çerçeveli gözlük taktılar. Kel başına altın zümrüt taç koydular.
Ahmet’in içi içine sığmıyordu. Şopar çocukları gibi şaşkın çevresine bakınırken, körler yanına geldi, hepsi yeri öpüyordu. Çoban bulunmuştu. Hepsi mutluydu. Artık onlar için bakacak ve dünyayı görecek olan vardı.
Ahmet tebrik için gelenlere, sert sesle “Sen kimsin?” diye soruyordu. Onlardan biri “Bu ülkenin tüm sakinleri kör ve sağırdır” ben yakın bir ülkeden bir tüccarım. Kutlama törenini huzurunuzda kusursuz yerine getirmek için görevlendirildim.” dedi.
“”Burası neresi?”
“Buraya Bulgar diyarı derler.”
“Gir benim ağızımdan halka söyle. Hele burada yaşayan Türk ve Pomaklara ki, benden hiçbir şey istemezlerse her zaman onları düşüneceğim, zaten hepsi kör ve sağır olduğundan okuma yazma da talep etmezlerse, huzurları garantim altındadır, okuma evi, tiyatro, gazete, radyo, televizyon programı, ana yurdu, çocuk yuvası, ana dilde okul,  internet ve başka zıpırdı da istemezlerse gölgemde güvence altında yaşayacaklardır.
Ben onların arasında hiçbir işe yaramayanların da babasıyım. Bir dediğimi iki etmezlerse hırsızları, sarhoşları, dinsizleri hepsini danışman yaparım. Herşey benim emrimde, hepiniz kölemsiniz!”
“Baş üstüne.”
Ahmet sözünü keserek: “Söyle gece gündüz işlerinin başında bulunsunlar. Fazla çocuk yapmak, gevezelik yasak. Boyun eğmeyenleri Tuna adalarına mısır kazmaya gönderin. Duydun mu? Yalnız 25 yıllık içerim. Yemeğimi hazırlasınlar!”
Bir iki şişeden sonra yatağa girdi.
Ertesi sabah öyleye doğru uyandı. Herkes ona dalkavukluk ediyordu. Soytarılar, hırsızlar, dolandırıcılar, kaçakçılar, mafya babaları, uyuşturucu babaları etrafını sardı. Onun, Tanrı’nın gölgesi ve yeryüzünün Tanrısı olduğunu anlatanlar belirdi.
Sarhoşlayınca, önüne düşen başını tutuyor,  herkes onun düşündüğünü sanıyordu. Giderek göbeği de katmerli şişti. Yorgan altına soktuğu kızlar kör ve sağır olduğundan, tutunacak bir şey bulamayınca, yataktan düşüyordu. Sinirlendi. Kibirlendi. Hiç kimse onu uyarmadı. Kendini bir şey zannedip, gurura kapıldı, adına büyüleyici özellik denen bir hastalığa yakalandı.
Sonra adının karizma olduğu anlaşıldı ama ilaç bulamadılar. Körler karizmanın ne olduğunu bilmiyordu. Hiç kimse ona gözünün üstünde kaşın var diyemedi. Çobandı ama koyunlara bakmıyordu. İşi gücü kör ve sağır adamları uyutmak ve aldatmaktı. Ülkede hırsızlık öyle arttı ki, neredeyse sürüde koyun kalmadı. Koyunlara otlaklar kalmadığı için hepsi başka devletlere otlak aramaya gittiler. Bulgaristanda kalanları da vurdu kırdı çoğaldı. Sindirmeler, korkutmalar, işten uzaklaştırmalar, tutuklamalar arttı. Baş çoban olunca halkın gözünü öylesine yıldırdı ki, bu kör durum herkesin canına yetti. Halk iyice soyuldu. Ahmet doyumsuzdu. Git gide körlük hastalığı unu da sarstı. Saraya sağırlık da sıçradı. Ahmet’in de kulağı ağır işitmeye başladı ve artık iyice sağır oldu.
O işten güçten elimi çektim havası yaratırken, yanındaki saray soytarıları, yiyip yiyip doymayanlar, dalkavuk, hırsız ve soysuz, zevk ve sefa içinde yaşamaya devam ederken bütün, Bulgar diyarına hâkim olmaya gayret ettiler. Ahmet dedesinin ekmek parası kazanmak için zanaat öğrenmesi ve sonra ona da yardım etmesi için eve dönmesi vasiyetini tamamen unuttu.
Aklında bir tek 3 karganın konuşması kalmıştı.
Fakat bu kargalar o koruya döndüklerinde yine aynı ağacın altında yatan bir başka gence körlüğü ve sağırlığı tedavi eden hayat suyunun pınarını gösterelim mi diye düşündüler. Kargalar sesiz düşünür. Sonra, herkes, yaşama kazanmak için dökülen terin hayat suyu olduğunu kendisi anlamalı, insanları kör ve sağır edeninse dünya malına sahip olma hırsı olduğunu, kendisi öğrenmelidir, sonucuna vardılar. HZ MUHAMMED (SAV), sonra da ne yazıkkı Peygamber olmak kmseye nasip değil.
Bu masalın hepimize söylediği büyük bir gerçek var. Biz Ahmet Doğan’la aldandık. Şimdi, hayat suyunu hemen bulup içmeliyiz. Dünya işleri karga kararları ve çoban torunlarının eline bırakılınca körlük ve sağırlık devam edecektir. Hayat suyundan içe içe uyanalım. Masalımın sonu.
Reklamlar