Muazzes YURDAKUL

Bulgaristan Türkleri arasında piyano başına oturmuş, sol eli beyaz ve siyah tuşlarda, sağ eli nota kâğıdına bir yazıp çizen, sonra durup burun deliklerinden çıkan melodiyi kendi dinleyen, “ha oldu” dedikten sonra yeni baştan çalmaya başlayan bir tek kişi tanıdım, besteci TURGUT ŞİNEKAR. Peştere ormanından bir esnaf ailesinden gelen bu yaratıcı önce Filibe’de (Plovdiv) sonra da Yüksek Müzik Öğrenimini Bakû’de görmüştü. Zümbülzadeler, Bülbülzadeler ve Sevdazadeler sülalelerinin saz, bağlama, yaylı tambura ve kanun çalmaktan nasırlı elinden içtiği sanat sularının şırıltısını memleketimize getirmiş ve 30 yıl gibi aslında uzun ama bir sanat yaşamı için çok kısa bir dönem Bulgaristan Türk müziğiyle haşır neşir olmuş, yatmış kalkmış kendisi kemalle erirken onu da yaşatmış ve sevdirmişti.

Yüksek müzik akademilerine girebilmiş ve şan dersi alacak kadar yükselmiş birkaç kızımızdan başka aramızdan nota dilinden anlayan pek yoktur.

Bizim okulda hademelik yaban Cemile yengenin müzik öğretmeni Kondov’un kara tahtaya çizdiği sol anahtarı ve içine yerleştirdiği notaları gördüğünde,  “davulun bir tokmağı olur, bunlar sekiz, bu ni be canım!” dediğini hiç unutamadım. Bürgüsünün kenarından saçları birazcık görünen Cemile yenge, okula girip çıktığından, diğer kadınlardan daha iyisini “bilir” havasıyla yaşıyordu. Kara tahtadaki “bayraklı davul tokmaklarını” boş bulunup sökememesi, kulak dolması bilgeliğin ve kör cahilliğin bir aynasıydı.

Koro grubumuz vardı, “Mahpushane Türküsü” ile “İzmir’in Kavakları” nı söylerken çok zorlandığımı hatırlıyorum. İnsan anlamadığı bir şeyi anlatırken güçlük çektiği gibi, öyküsünü bilmediği türküleri seslendirirken de zorlanıyor. O zaman sesimde pek sanat özelliği olmadığını anlamaya başlamıştım, evde “Yemen Türküsü” nü söyleyen babamın ise, bu işi bayağı başardığını gördüğümde, ana soyuna çektiğini düşündüm ve nice yıl sonra boynum kısa olduğundan yanık ses çıkaramadığımın farkına vardım. Tütün imecelerinde, başak soyarken ya da fasulye kapçıklarken bizimkiler “Ayva da Çiçek Açmış, Yaz mı Gelecek!” “Zilli de Maşa” gibi türküleri beraberce mırıldanıyorlardı.

Bizim evde hiç müzik aleti olmadı. Evimizin karşısında olan kışladan her sabah gelen nefesli orkestra ve davul seslerinin ruhuma tamamen yabancı olduğuna kendimi büyüdükçe inandırdım.

 

Doğduğumuz yerlerde o zaman bir gırnatacı Mümün Ali Kiriş vardı. Saadete geldiğinde zurnayı ağılatırdı. Yerli havaların dışında biz gençlere hele kına gecelerinde saraylar dışında bestelenmiş ve insanımızın gönlünde taht etmiş İstanbul müziği (klasik Türk müziği) parçaları dinletirdi. Dede Efendi’ye kadar uzanır ve kaynaktan çalıp aldığı parayı hak etmeye özen gösterirdi.

 

Bu törensel gecelerinde gırnatacının yanına oturdukları için adamdan sayılan Çingene gençler kimi zaman ustalarının takımından olduklarını ispatlama azmiyle solo bir şeyler söyleyerek tayfaya katılır, içki ve sigara hak ederdi. Bizim öz sanatımız rakı kokan ve sigara dumanı içinde galeyana gelen erkek müzik ortamı dışında da yaşıyordu.

Aşık geceleri oldurdu, saz dinletilerine gençler kalabalık gelirdi, şiir geceleri olurdu, şairler kendi şiirlerini okurdu. Bu etkinlikler beklenirdi. İnsan önüne ilk çıkışımız, halk arasına karışmamız, birbirimizle haşır neşir olmamız ve kaynaşmamız heyecanlı geçen bu gösterişli faaliyetlerle oldu. Yerli Türk şiiri okuma güzelliğini, tane tane sözlerin akış ritmini, sözlerle çizilen tabloları, ağzı açık dinlerken pür dikkat kesilmiş kardeşlerimi sanat gecelerinde, dinletilerde, karşılaşma ve törenlerde tanıdım. Türk şiirinin sihirli etkisiyle titrediğim anları hep hatırladım. Açan çiçeğin özü kokusundaysa, halk yaratıcılığının özü de sanatındadır.

Canlı müzik dinletisi, canlı şiir sesleyişi emsalsiz bir güzelliktir. İnsanların aynı duyguları aynı anda ve aynı yerde yaşaması birleştirici gücün kaynağıdır. Nene ve dedelerimizin okuma yazması pek olmadığından, evimizde şiir, öykü, masal kitapları bulunmadığından, ana ve babalarımızın da bize masal okuyacak zamanları hiç olmadığından edebiyat ve sanatımızın büyüleyen sırlarını fırsat buldukça hissettik. Bu yüzden sanatsal bütünselliğimiz delik deşiktir, çalıp kapmadan biçimlenmiştir. Kültürel bünyemizde tamamen boş alanlar olduğunu itiraf etmekte yüz karası bir şey yoktur. Şükür aramızda Ahmet Hüseyinler, Sabahattin Bayramlar, Adalılar, Dağlılar, Alagözler, Çakırgözler, Çavuşlar ve daha niceler tatlı sohbetler dışında sanat tarihimizin dip derinliklerine bazen inip inciler çıkardılar. Ama düzenler, rejimler, yasaklar, çekinceler bunları bir ipe dizmemize ve halkımıza gönül tacı etmemize olanak tanımadı.

Fakat biz bu olumlu ve olumsuz gelişmelere kişisel değil, toplumsal baktığımızda önümüze bambaşka bir tablo çıkıyor.

Gençliğimizden ve iyi kötü anılarımızdan yola çıkıp günümüze bir göz attığımızda akla ilk gelen bir KURU DERE’dir. Bizim oralarda, Rodop Dağlarında akan dereler yaz aylarında kurur. Fakat lehçemizde kuru dere sözü yoktur. Yankılanış ancak dere kurumuş şeklindedir. Kuru dere derken, derelerimizden fazla, artık sanatımızın ses getirmediğini, ruhumuzun derelerimizin sesini yansıtan bir şırıltıyla yaşamadığını söylemek istedim. “Dere kuruluş”un değişmeceli anlamında bir şey varmış da yok olmuş gerçeği vardır.

 

Davul zurna, saz keman, sesli sanat gönül sesidir. İnsanların gönül sesleri farklıdır. Aynı gönül sesinde birleşen insanlar bir boydan, bir soydan, bir kavımdan, bir etnikten olan halktır. Gönül sesinin yansıması olan müziğin bir de oyun ritmi vardır. Halk müziği ile halk oyunlarının bileşimine folklor denir. Folklor özelliklerinin öz ve şekillerinin birleşmesinden süit, senfoni ve oratoryomlar yaratılmıştır.

Şöyle söyleyeyim, şimdi mevsimi olduğundan çiğdem, akça bardak (kardelen) ardından menekşe desem ve bunlardan üç ayrı deste yapsak ve bu demetleri karıştırıp birleştirsek bahar çiçekleri buketi oluşur. Folklara dayanarak yaratılan müzik eserlerini de aynı gözle gördüğümüz ve tek kulakla algıladığımızda, üç demedin birleşmesinden oluşan yeni sesi işitme, yeni  kokuyu koklama olanağı buluruz. Güzellik tam buradadır. Fransız parfümleri bin bir çiçek kokusunun değişik bileşimlerinin sentezidir. Zemzem kokusu çöl çiçeklerini yaşatır. Türkiyeli sanatçıların yarattığı ve Küçük Asya (Anadolu) tarihi boyunca o toprakta var olan, unutulan ya da yaşayan tüm müziklerin, ritimlerin ve havaların kaynaşmasıyla oluşturulan ANADOLU ATEŞİ SÜİT ESERİ tüm dinleyenlere medeniyetlerin kesintisiz devamlılığı seyrinde yeni bir uygarlığın doğuşunu yaşatır. İnsan tarihinde dönüşüm belirleyen dehasal olaylar birçok müzik eserine ilham olmuştur. Örneğin, bugün Avrupa Birliği Marşı olan Ludvig van Beethoven’ın bundan tam 200 sen önce yarattığı Dokuzuncu Senfonisi insanlığın toprak ağılığı ve imparatorluklar çağından hürriyetler ve halk yönetimi devri olarak tanımlanan demokrasiye geçişi bir tarihsel inkişafı yansıtır. Bunun dışında insanların kimliğinin belirlenmesinde din müziği de önemli rol oynamıştır.

 

Melodiler birbirine ne kadar karışırsa karışsın sanatsal mozaik içinde her müziğin yeri bellidir, bir ritim bile kimlik belirleyicidir. Örnekleyerek açarsak, Sultan Selimden sonra Arap din müziğinin Türklük dünyasına alabildiğine girmesine hem tepki hem de Türklüğün ruhsal kimliğinin geliştirilerek korunmasında hem öz, hem kalkan hem de yeni bir yorum olan Mevlana Rumi’nin müzik alemi, yaşama 300 yeni ritimle renk vermiştir.

 

Son dönemde, gönüllerimiz gamlı ki çağlamıyor. Sanat ortamı bir KURU DERE andırıyor.  Hayatta olan durgunluk sanata yansıyor. Bu suskunluğun ve dinginliğin hele bizim için derin anlamı ve acı bir yaşantısı var.  Bulgar devleti bağlamalarımızı daha 70’lerde topladı. 80’li yıllarda bütün sazların sapı kırıldı. Halkın sesiyim deyip, ne inleyen ne çağlayan ne de yankılanan bir eda kaldı. Dağda bayırda koyun kuzu ardında radyo ile düet yapan çobanlar bile transistorları ekmek torbalarından çıkarıp samanlıklara sakladı. Sabah karanlığında tütün kırmaya giden tütüncü kızlara sırtlarındaki kafesten gelen türkücüler eşlik etmez oldu. Müziksiz kına ve düğünler, hocasız mevlitler gördük. Ses sanatımızın mekanik ve elektronik taşıyıcılarına el kondu. Çağlayarak akan sanat deremiz böyle git gide kurutuldu.

Bir derenin suyu bir defa kaçtı mı, yeniden kaynayıp akması çok zaman alıyor. Bizim halk sanatımızı mutlaka yaşatmamız gerekiyor, çünkü şarkılarını türkülerini, şiirlerini, kahramanlık destanlarını, fıkra, nükte ve tekerlemelerini, öykülerini ve masallarını unutan bir halk topluluğu yok olmaya mahkûmdur. Yeşermeyen ağaçlar kurur. Ruhumuzun ve benliğimizin gıdası sanatımızdır.

Halk sanatçıları, sazcılar, zurnacılar, davulcular, aşıklar, ozanlar bizim kültür belleğimizdi. Gerçek aydınlarımızdı. Aramızda yaşayan bu kişiler parmakla sayacak kadar az olsalar da bizim manevi varlığımızın taşıyıcıları olduklarından, her zaman ve her yerde kendilerine olan samımı saygı ve takdir asla eksik olmadı.

 

Ülkülerinden soyutlaşan, gençlerle canlı bağları kopan ve öz sanatını yaşatabilecek gücü olmayan bir halk topluluğu yok olmaya mahkûmdur, Çiçek açmayan, yaprak sürmeyen ağaca kuş konmaz. Bizim çiçeklerimiz, yapraklarımız şarkılarımız türkülerimiz, fıkralarımız, taşlamalarımız, tekerleme ve şiirlerimiz yaşıyor. BULTÜRK Kültür ve Hizmet Derneğinin yeni yayın döneminde hepsinin yeniden basılacağına ve soydaşlarımıza dağıtılacağına, sazlı ve sözlü yaşatılacağına inanıyoruz.

 

Sanatçı ruhlu, kulağı delik sesi yanık insan binde bir çıkar. Bilirsiniz,  Alfatlı’dan Osman Aziz ile kız kardeşi Selime, Paşa köyden Kadriye Latifova, yine Kırcali yöresinden Ahmet Yusuov, Varnaya bağlı Medovetsten İbişev, Şumnu’dan Sıdıka Ahmedova, Razgrat’tan Ayfer Sadıkova, Silistre’den Yıldız İbrahimova ve başka sanatçılarımız, Burgaz köylerinden saz toplulukları halk sanatımızı yaşatmaya yıllar yılı çok çaba gösterdiler. Şarkı ve türkülerimizi sahne oyunlarıyla, kına gecelerinde, düğünde gecede, bayramlarda, mayilerde, anma törenlerinde hep halka taşıdılar, sanatımızla halkımızın kaynaşmasını sağladılar.

 

Bir bakıma ve büyük ölçüde sanatın gelişmesi de paraya dayanıyor.

Davulcuya zurnacıya kız verilmez” atasözü bizimdir.

Bugün açlık bayrağı çekmiş Bulgaristan’da çocuk sanat grupları çalıştırmak, halk evlerinde saz, klarnet, piyano, keman dersleri vermek neredeyse hayal oldu. Sanatsız yaşayan insanlarsa ruhen sakatlandı. Yüksek sanat birikimiyle yaşayan insanların aralarında uzlaşması, anlaşması ve barışması, ortak noktalar bulup birlikte yürümeleri kolay olur.

Biz yokluk içinde, sefil yaşayan insanlardan, topluluklardan yüksek erdemler bekleyemeyiz. Aç ve ruhen tükenmiş insanlarda mükemmeliyet arayamayız. Biz yeni mükemmeliyeti aynı hasta toplumun ve ruhları bozulan insanları milletvekillerinde ve “liderlerinde” de arayamayız. Sofya’ya vekil olarak gelen Hak ve Özgürlükler Partili temsilcilerinin hiç birisi hiçbir senfonik konser izlemeden, hiçbir arîye dinlemeden, hiçbir opera veya baleye gitmeden, opera binasına bile girmeden zaman törpülüyor. Hiç olmazsa çok sevdikleri fahri Başkanları Yeni Saraylı Doğan “SARAY Bahçesinde Şelale” veya Aligiero Dante’nin 800 yıl önce yazdığı “Cehennem” eserciğini göreydi. İnsan bu dünyadan öteki dünya loca bileti kestireme de, hepimizin gideceğimiz mekânda 20 katlı cehennem olduğunu ve yerin dibinde kat seçimini günah defteri tutanların yaptığını bilmesi iyi olur. Ama bu da nasip değil işte.

Vatanımız olan Bulgaristan’da sendikaların verdiği resmi rakamlara göre, halkın % 80’ni yoksul yaşıyor. 1 milyon 600 bin kişi, yani nüfusun % 28’i fakirlik çizgisinin altında sefillik içinde hayat sürdürmeye çalışıyor. İyi komşuluk ve hoşgörünün köylerden ve mahallelerden kaçmasıyla yerini hırsızlık ve nefret doldurdu. Aç kalan Çingeneler Bulgar köylerini basıyor. 24 yıldan beri ilk kez olmak üzere, Bulgar polisinin en güçlü motorize ve silahlı ekipleri olan Jandarma 11 ilde köylere yerleşti. Köy bekçileri, polis ve avcı gruplarının başa çıkamadığı köy evlerini, mahzenleri, ambarları basarak kışlıkları çalınanların son yedeklerinden de edilmesini önlemeye çalışıyor. Bu köylerde 10 – 15 yıldan beri düğün yapılmamış. İşsizlik pençesinden kurtulamayan ve çaresizliğe yenik düşen gençler hiçbir ciddi bağlantıya girmeden çiftleşerek hayatı yaşatmaya çalışıyorlar. Bu durumda sanattan söz bile edilemez mümkün mü? Jandarmanın yerleştiği köylerde sanat dal budak salabilir mi. Aile sıcaklığı olmayan yuvada sevda şarkıları söylenir mi? Uzatmak istemiyorum.

 

. Birçok yerde yaşlıların iniltisi, köpeklerin havlaması ve son dönemde daha sık işitilmeye başlayan kilise çanlarından başka ses yok. Yaşlılar “Allah’ım bir daha çocuk sesi işitmeden, canımı alma” diye dua ediyor. Hayatsa, toprağınızı lanetlediniz, sizden el çekiyorum, kararına kulak vermeyenlere, anlamak istemeyenlerin kulağına buz gibi esen rüzgârın sesiyle akıl sokmaya çalışıyor.

 

Biz,  aç düşmüş, düştüğü yerden kalkabilme gücünü yitirmiş yaşlanmış bir toplumda aydınlık dolu bilinç, kanatlanıp uçan, yükselip alçalan dalgalarda yaşayan, güzellikler serpen ruh aramaktan vazgeçtik, çünkü bulamayız. İnsanoğlunu önce doyurmalı,  ona tay durmayı öğretmeli, okula göndermeli, adam etmeli, mezun olduğunda iş göstermeliyiz. Bu vazifeler senin benim onun olmaktan önce, aile, toplum ve devletin öz görevidir. Ve bu işi aile sıcaklığı görmeden yetişmiş “liderler” asla, asla ve asla yapamaz. Kuru Dere sözü dilimizde yoktur. Birleşelim, kardeşleşelim ve yücelelim! Kuru dere’den “çok kuru dere”, “tamamen kuru dere” ve “kurudan kuru dere” sözlerinin türemesine ve dilimize girmesine yol vermeyelim.

Devam edecek.

Reklamlar