Musa VATANSEVER

 

Algıların hepsi relatiftir.

Uzaktan yuvarlak görünen bir kule, yakından dört köşe görünür.

Bir gemi üzerinde durana duruyor, kıyıdan bakana yürüyor, göründüğü gibi.

Aynı Bulgaristanlı Türkleri tarafından kurulan Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin (HÖH-DPS) “New York Teims” gazetesinde bir “Rus yanlısı parti” olarak göründüğü gibi. Yani her çocuğu anası ve babası olduğu gibi, HÖH-DPS partisinin de kurulmasının kaçınılmaz olduğu 1989’da göründüğünde kurdurucular türediği ve bunlardan birinin de, “Bulgaristan’da biz demeden kuş uçamaz!” kafasında olan, Rus İstihbarat Servisi KGB olduğu gibi…

Başına Rus kargası konunca kurucu başkan olan Ahmet Doğan beynine tabanca dayandığında halsiz duruma düşmesinden sonra, başına konan karakargayı kartal zanneden Lütfü Mestan’ın sesinin çıktığı kadar “Avrupacı ve Atlantikçidir” diye bağrış çağırışına bakılırsa neden bu kadar halsiz bir hale düştüğümüzü anlamak zor olmaya başladı.

Hangisi doğrudur bilinmez. Mesela Ahmet Doğan siyah zırhlı US – Jeep’ te gezer ama araba Rus oligarşisinin parasıyla alınmış. Totalitarizme, ajanlığa, muhbirciliğe, hainliğe zulme karşı mücadele etmiş, çile çekmişlerin partisini yöneten Lütfü Mestan, uzaktan bakıldığında masum bir demokrat dede gibi görünüyor da, yaklaşınca karşındaki adam ajan “Pavel”, işlerin karıştıkça karışmasına bulandıkça bulanmasına yardım eden 3 079 kimliksiz ajandan biri…

Ahmet Doğan 4 Ocak 1990’da “HÖH-DPS partisini Varna’da 33 arkadaşımla birlikte Emin Hamdi’nin dairesinde kurdum,” diyor. 25 yıldönümü kutlamalarına ödenek ayırmışlar. Gerçeklerin görülmemesi için içilecek ve içenler halsizleşince evlerine “Jep”le taşınacak.  Uzaktan bakıldığında ne güzel! Fakat yukarda ismi geçenlerden ne birincisi ne ikincisi “Ben bu işi yaparken Bulgaristan Türkleri arasında çalışan bir ajan provokatördüm, biz bu işi 12 ajan arkadaşımla birlikte yaptık, amacımız Türkleri gemlemek ve haklarını elde etmelerini önlemekti, onların hepsini ana dilleri bakımından kara cahil bırakıp, ekmek teknelerini de kırıp sefalete itip çektirmekti,  Bulgar devletinde köle hayatı yaşamalarına ortam hazırlamaktı,” demiyor. 1990’dan beri önümüze çıkan ve hiçbir durumda hatta en halsiz oldukları hallerde bile “içi dışı bir olmayan” işleri yapanlar artık ortadadır. Halkımızın bilgeliğinde bu gibi durumlarda geçerli olan kural nedir? “Etme başkasına, gelir başına!” Bulgaristan Türklüğüne edilmiş ve çektirilmiştir…

Önce ne yaptılar? Gözlerimizi körelttiler. Ana dilimizde okuma yazmayı bize çok gördüler. “Kurandan biraz ezberleseler, yeter” tezinde birleştiler. Ansızın uyanırlar diye korktular. Gazete, kitap meselesi unutturuldu. Nereden nasıl işitmişler bilmiyorum, TV ekranı için “dünyaya bakan pencere” dendiğini duymuşlar. Hemen “olmaz!” dediler, “10 dakikacık bari olsun desek de, olmaz da olmaz!” deyip kesip biçtiler. Bir bakmışsın, gözleri açılır, korkusu var içlerinde… Dünyayı görürlerse, kendi hallerinin halsizliğinin halini fark ederler endişesi, gerçekten büyük bir korku! “Yandığımız gün olur!” korkusudur bu! Ve insanı hem içinden hem de dışından titretir.

Başka bir değişle “su uyur, korku uyumaz!” deyenler de kendileri.Açık pencereden bize dağları göstermeseler de, korku dağları bekliyor.

2015 yılıyla yeni bir operasyon başladı. Bu da bizim gerçekleri ana dilimizde işitmemizi engelleme programının bilmem kaçıncı bölümü. Sofya Radyosu “Bulgaristan” programından cızlayan Türkçe yayınını dalga değiştirerek dinlenmez duruma getirme yani kapatma kararı almışlar. Çok enteresan şöyle bir durum var. Bulgar Televizyon Birinci Programının kuruluş kararında “10 dakika Türkçe yayın” öngörüldüğü gibi, “Bılgarya Radyo Programı” kuruluş karar ve tescilinde de “günde 3 saat Türkçe yayın” var. Yeniz bir meclis kararı çıkana kadar devlet bunun parasını ödemek zorundadır. Bu kararların değiştirilmeden bu yayınları kapatmak imkânsızdır. Yasa değişmeden, yayını yasaklamak ya da dalga değiştirme dalaveresiyle dinlenmesine engel olmak nasıl olur? Akıl erdirilecek gibi bir şey değil. Bu ancak vericileri tahrip etmekle mümkündür. Mesela “MW” – orta dalga üzerinden yapılan bir yayını “KW” – kısa dalgaya çekersen, dinleyicilerin radyolarında “KW” (kısa dalga) yoksa istediğin kadar yayın yap, fıkra anlat, müzik çal kimsenin haberi bile olmaz, kimsenin ruhu duymaz.

Dış ülkelerden, mesela Avrupa Birliği’nden ya da herhangi bir İnsan Hakları Örgütünden bir önemli heyet gelse ve “Siz şu Bulgaristanlı Türklerin 3 saatlik radyo yayınını neden kapattınız?” sorusunu sorsa. Heyet hemen Sofya Radyosu yayın merkezinde götürülür. Bilgisayarlarda yazan kızlarımız, okuyan sözcülerimiz gösterilir. Soruyu soran da sorduğuna pişman olur! Bu yine yukarda verdiğim örneklerde işaret ettiğim gibi “uzaktan baktım pek çok, yanına vardım hiç yok” bilmecesine kesin cevap gibi bir şey. Başka bir çeşit anlatsam, şöyle derdim: Karşıda bir değirmen var, değirmen yel değirmeni olsa, rüzgâr estikçe pervanesi dönüyor, buğday yüklü kamyon sırası değirmene uzuyor ama değirmenden çıkan undan ekmek yiyen yok! Öğütülen un dereye akıtılıyor ya da değirmen ardındaki yamaçtan yine rüzgârın yardımıyla dere tepeye savruluyor… Böylece haber alıp bilgilenmemiz halsizlik haline giriyor. Haber alamadığımızdan kültürel körelmemiz daha da derinleşiyor ve işte böyle, sizde ekleyiverin bir şeyler… Amerikadan bakınca bu halsizliğimiz görünmüyor. Onlar dünya çapında işler peşinde, çok fazla halsizleştiğimizde Moskova’ya mı yoksa Washington’a mı baktığımızın ne önemi var, orası da pek açık değil, çünkü halsizleşen adam uzağı değil, önünü bile göremez…

Burada, önemli olan radyoda Türkçe yayın yapılması ya da yapılmaması değil, kader belirleyici olan ve milliyetçi ırkçıları rahatsız eden, Türkçe haberlerin halk tarafından dikkatle dinlenmesidir. Algılanan haberlerinin ahlak ve davranış kılavuzu olup yaşam tarzımızı etkilemesidir. Mesela, bugün Kırcaali ilinde şiddetli kar ve ardından don haberini alan tütüncü ne yapar, tütünün gevreyeceğini bildiğinden pastal yapmaya ara verir. Yaz olsa bol yağış geliyor dendiğinde sırıkları toplar, pazarcı evine zamanında döner, çarşıda işi olan planını ona göre yapar. Tütün sulamayı düşünen bu işi erteler. Radyo bizim hayatımızda büyük bir ihtiyaçtır. Haberi alma imkânı olmayanlar her yerde apışıp kalır. Başka bir değişle halsizleşir, çırpınıp ah oh çeker ve başlar antenleri Ankara ve İstanbul’a çevirmeye vs. vs…. Sonra yeni bir dolu gelir üzerimize. “Anket yaptık dış radyoları dinleyip yabancı etki altında kalıyorlar, diyenler hemen cavlamaya başlar. Bu nanenin kokusu burnumuzda….

Şu radyo propagandası var ya, hiç de hafife alınacak bir şey değil, çok etkileyici, çünkü insanın sesi gözle görülmeyen ama canlı bir etkendir. Ruha, beyine direk işler. İnsan bilincinde kendine yer açar. Ses kendini bekletme özelliğine de sahiptir. İnsan yemek yemeden su içmeden olmadığı gibi, beğendiği sesi işitmeden olamaz. Şu anlatmak istediklerimi, şairlerimizden Ömer Osman’ın bir dörtlüğünde çok daha inandırıcı dile getirmişti.

Sonsuz dertlerin sonsuz sonsuzcuklarcasına

Özlemim deniz deniz acı tatlı bir ses

Yanımda en sevdiğim bir kişi varcasına

Sevineceğim bir ses sen öldün bile dese.

Ses açlığı ve ses tokluğu gibi bir şey var ortada.  Sen bilinçaltını etkileyip kaynatabiliyor. İnsanoğullunun ahlakını, tavrını, duygularını, algılamasını tesiri altında alıp hipnotize ederek yönlendirebiliyor. Sonra biz radyoya her zaman inandılar. 1953’te “Stalin Öldü” haberini radyodan işitenlerin hüngür hüngür ağlaması gözlerimin önündedir. Oysa onun öldürdüğü ve kan kusturduklarının sayısı belli değil, ama radyoda yaratılan bir sahte sima var ki, onu değiştirmek, etkilemek imkân dışı. Aynı şu bizim Ahmet haine tapanlarımızın zavallılığından doğan halsizliğin hali gibi bir şey. Sarhoşun tekini korumaya alan devletin işlerine de akıl erdirmek var ya!!!

“Hür Avrupa” radyosundan gerçekleri Rumyana Uzunova’nın sesinden dinleyenlerin “Belene” ölüm kampına gitmeyi, hapis yatmayı göze aldığını unutmadık. Halkımız bildiklerini kendine gizli tutma hakkını kullansa da, “gerçek bilginin en güçlü silahtan daha güçlü olduğunu” çok iyi bilir. Şimdi anadilimizde bizim için yayın yapan radyo dinleme hakkımızı da elimizden alıp aslında gasp ediyorlar. Bir gün boş durdukları yok. Her gün yeni bir şey çıkarıyorlar.

Hangi hakkımız kaldı ki? Uğruna mücadele ettiğimiz, hapis yattığımız, sürgün edildiğimiz, memleketimizden kovulduğumuz hak ve özgürlükler davamız derisi soyulmuş, etleri yolunmuş, gagası, kulakları koparılmış, burun deliğinin birisi kapanmış yalnız birisinden halsiz halsiz nefes almaya çalışıyor. Politik olarak halsizliğimizin son hali budur.

Şu yalan dünyada herkes ötekileri kendine benzetmeye çalışır. Şu dönemde bizim aramızda en halsiz bir halde olan Ahmet Doğan arkadaşın kendisidir. Arkadaştır diyorum çünkü biz eski tüfekler onu değişik zamanlarda tanıdık, kimimiz köy meydanında birlikte çelik oynadık, kimimiz birlikte okula gittik, kimimiz birlikte askerdik yaptık, kimimiz Varna Gemi Tersanesinde birlikte demir taşıdık. Sofya’da görüştük vs. vs. ama onun arkamızdan bir takım işler çevirip tanıdığı insanların kuyusunu kazdığını bilmediğimizden, Bulgaristan Türklüğüne de mezar kazdığından haberimiz olmadığından, işin gerçek yüzünü görene, öğrenene ve inanana kadar hemşerimizdi. Bizde hemşeriler hele gurbette birbirine yakındır, arkadaştırlar. Birbirimize arka oluruz. Gazetelere bakıyorum, hele şu “Galerya” iki defadır hemşerimi kapak yaptı. İyice düştü, halsizleşti diye manşet atmış. Halsizliğinin bu haline sebep olarak yine, yaptığı hainliğin acısını göstermeyen gazete, Ahmet Emin ile Oktay Yeni Mehmedov’un silah elde tecavüz denemelerinden aldığı kırgınlığı alkolle beslediğinden dolayı son donemde halsizliğinin hallinin hepten sağlıktan el çektiğini yazıyor.

Ahmedin halsizliğine sevinmeyen bir kişi varsa o da, Varnalı hemşerim Emin Hamdi’dir. Hani şu HÖH DPS partisi kurulurken herkese dairesinin kapısını açan hapisçi Emin Hamdi  Bu arkadaşımız, herkesin “ben yazdım” dediği HÖH-DPS “program ve tüzüğünü karakalemle koğuşta yazan” kişidir. Tabii siz, bir hapiste yarı aç yarı tok koğuş karanlığında yatan bir mahkûmun bir illegal politik parti programı ve parti tüzüğü yazacak kadar kültürü olması için, hiç olmazsa sivil hayattayken hukuk tahsili almış olması gerekir diye itiraz edebilirsiniz. Doğrudur da, itirazını kabul ediyorum, Emin de buna “hayır yalnız yazdım” demiyor. O Vratsa hapishanesinde kaldığı aylarda, daha sonra Varna’da  Demokratik Güçler Birliği örgütü (CDC) partisini kuran politikacı Romen asıllı Bayan  Marlene Liviu’nun  kendisine bu işte yardım ettiğini itiraf ediyor. 26–27 Mart 1990’da Sofya’da yapılan HÖH-DPS tüzüğü de iş bu tüzüktür. Burada can sıkıcı olan nokta,  2000 yılında Emin Hamdi Bursa’dan Sofya’ya gelip Ahmet Doğan’la HÖH-DPS partisinin Sofya’nın “Aleksandır Stamboliyski” sok. 45 A ‘da bulunan Genel Merkezinde görüşmek istemesidir. Ahmet Emin’i kabul etmemiştir. Olayın sırrı kapıdaki ücretli köpeklerin Emin Hamdi Beyi içeri almamalında gizlidir. Eğer siz o zaman Emin Beyi görmüş olsaydınız, davamız için sürgün edilen, hapis yatan, koğuşta ezilen, parti Tüzüğünü yazan kişinin parti merkezine paralı kobaylarca bırakılmamasının yarattığı öfke yanardağının lav püskürmesini görecektiniz… Bu Ahmet’in davaya gerçek hizmeti olanları kovalama taktiğinin, bir yaprağı daha parti ağıcından koparıp atması değil, 11 dereceli bir deprem gibiydi. Yolup atma deyince, burada yaprağı ve goncası olmayan bir ağıcın kısır ve geleceksiz olduğuna işaret etmek istedim. Kısırlaştırma olayı Ahmet’in işidir. Kısırlaştırma partiye ve davamıza hainliğin özüdür. Ve ben daha o gün Emin Hamdi’nin ağzından çıkıp etrafa saçılan sözleri işitince Ahmet’in ruhsal çöküşe girip halsizleşmeye başlayacağını,  HÖH-DPS partisinin de deprem geçireceğini sezdim. İçte bu 14 yıllık ardıl depremler bugün L. Mestan’ı Vashington’a mektup yazıp “Bizi Moskova dikti, ama biz bu mevsim yaprak yinelerken kıra vurdu ve boş kaldık yani kısırlaştık, artık Rusyacı değiliz” gibi saçmalıklar yazmaya zorlayandır. Bir ağaç kimin tarlasına dikilmişse ağzın ve meyvelerinin sahibi odur. 1990’da Bulgaristan’ın arka çöplüğüydü. 25 yıl sonra işler değişse bile çöplüğün sahibinin değiştiğini gösteren bir olay henüz olmadı.

Şöyle de düşünelim. Bu adam bu kadar halsizleşmişse ve bu olay Bulgaristan’da meydana geldiğine göre ve bu halsiz adam “saray” denen bir yerde kapalı tutulduğuna göre, bir tedbir mi alsak ne dersiniz. Bilirsiniz bizim ruhumuzda kimseye kötülük yapmak diye bir şey yoktur. Mesela para toplasak ve bu adam 25 yıl önce şu bizim Hak ve Özgürlükler Partisi’ni “kurdu” ve bizim yedi sülalemizi birden toptan aldattı, ama aldatılan aldatılmamak için kendine çeki düzen verseydi, aldatılamayacaktı deyip, çuvaldızı biraz da kendimize saplayıp Ahmet’i Amerika’ya tedaviye göndersek, diyorum. Zaten Lütfü’nün US basınına mektubundan sonra bilmeyenler de bizim artık “KGB ajanı” falan olmadığımızı uzaktan uzağa öğrendi.

Ve şöyle bir durum düşünelim. Belki de işitmişsinizdir, Amerika’da halsizlerin halinin tedavisi Hüston’da yapılıyor. Büyük bir hastaneyi göz önüne getirin, içersi çığır cıvır siyah doktor dolu, Latin hemşireler kelebek gibi ve Ahmet Doğan ameliyat masasında, henüz uyutulmamış, iri yarı bir siyah derili hekim dikilmiş başına, ellerinde beyaz eldivenler, kafasında insan ruhunun halsizliğinin nedenini araştıran özel ışınlı bir büyük lamba…

Doktor soruyor: “Sen şu durumu son derece berbat olan Bulgaristanlı Türk, Pomak ve Çingenelerin hak ve özgürlüklerinin verilmesini neden engelledin?

Cevap ver. “ Neden engelledin?”.

Doktor üsteliyor: “Sen bu insanlara neden çektirdin? O zavallıcıkları neden aldattın, neden dolandırdın, neden sattın onların öz davalarını, kaça sattın? Ses tonu yükselirken sertleşiyor.

Ahmet’in gözleri yolda para görmüş Çingene kızanı gözleri gibi yuvalarından dışarı patlamış,  Kurbağa gözü gibi nemleniyor. Korku insana bildiklerini de unutturur. Yataktaki derdini anlatacak kadar İngilizceyi çat pat konuşsa da halsizleşince son sözü bile unutmuş, yutkunmaya çalışıyor. Su isteyecek ama su yerine “viski” diyor… Doktorun çivisi çıkıyor.

Heybetli siyah hekim yatağın üzerine iyice eğilmiş, alnındaki lamba ansızın parlıyor. Yataktakinin gözleri bir dipsiz kuyu gibi açılıyor, tâ a a ruha inen derinliklere kadar her şey ortada. Hainliğin rengi siyah! Göz dipleri kömür karası yani karanın karası. Hainlik dibe çökmüş ve doktor halsizliğin bu hale düşme nedenini hainlik tortusunda görebiliyor. Acınası bir durum…

Birden doğrulan Doktor: “Bu halsiz değil, hain biri diyor!” Ardından eldivenlerini çekip çıkarırken “Ben haini tedavi etmem, hainlik dermanı olmayan bir ruhsal durum, ruhuna işlemiş, geç kalınmış, artık kazısam da kazınmaz!” deyip çekip gidiyor.

Hemşirenin sözlerinde “Allah canını almasın!” gibi bir şey dilleniyor. Ekip dağılıyor. Herkes korkuyor. Basına haber iletin, “Balık Baştan kokar, bu iş bitmiş, Ruslara da haber verilsin, boşuna umut etmesinler!” sesleri işitiliyor.

 

Son durumun vaziyeti ve halsizliğin hali budur.

Reklamlar