Tarih: 04 Haziran 2019
Yazan: Şakir Arslantaş
Konu: AP milletvekilleri entelekt sınavından geçirilseydi.

Bazı kavramlar Türkçemize giriyor da, halkımızın bağrından gelmediğinden dolayı, derin kök salmadan süs çiçeği gibi yaşıyorlar. Bunlardan biri entelektüel olabilir diye düşünüyorum. Anlamında, kendi aydınlanmış olduğu için çevresini de aydınlatabilecek nitelikte olan kimse yer alır. Önceleri bu kişilere mektepli diyorlardı. 1924’te Şumnu (Şumen) şehrinde Medresetü’n NÜVVAP açıldıktan sonra, ilk mezunlarına nüvvaplı dediler. Razgrad, Stara Zagora (Eski Zara), Kırca Ali, Şumen ve Sofya’da Türk pedagoji okullarını bitirenlerle aydınlar geldi. Azerbaycan’dan gelen okutman profesörlerle aydınlık lambamızın fitili uzadı. İlk Yüksek Öğrenimlilerimiz – entelektüellerimiz – gururla halka karıştı. Onlar bizim halk aydınlarımızdı.
Bugün ülkemizde bu kavramlar kullanılmaz oldu. Çünkü yasaklı ortamda yetişmiş bir kuşağız. Özellikle ana-fili yasak bir ortamda yetişenler saldırgan, kırıcı, sevgisiz ve kıyıcı olduğunu görebiliyoruz. Bu yılın iftar sofralarındaki suskunluk bunu ispatlarken, tamamen farklı bir sosyal ortama girdiğimiz dikkat çekti.
Nüvvab’ı bitirip hoca ve öğretmen olarak köy ve kasabalarımıza dağılan ve irfan meşalemizi yükselten gençler sarıklı da olsalar öğrenim görmüş, halk dilimizde mürekkep yalamış ya da rahlede potur eskitmiş oldukları hepsinin davranışlarından, konuşmalarından, yürüyüşlerinden belli oluyordu. Bizim Kozluca (Suvorovo) İmamı İdris Hoca da onlardın biriydi.
Bu kişilerde okumuş olmanın, Türkçe, Arapça ve Bulgarca bilmenin ötesinde, ileri ve açık düşünceli oluşları ahaliyi etkiliyordu. Halkı aydınlatabilmek, insanların beyinlerindeki kapalı hücreleri açıp içine en büyük zenginlik olan bilgiden damlatmak ve onları aynı şekilde düşünmeye öğretmek başarıların başarısıydı. 20. Yüzyılda bir millet olarak yeniden doğarken tarihte yaşadığımız sorunların çok daha zorlarını yeniden yaşayacağımız bilincindeydik.
İşitmişinizdir, Arapça yatay bir dildir. Şiirseldir, kulağa hoş gelir. Ne var ki, Arapça öğrenmiş bir gencin anlattıklarını, kuran okusa bile insanımız kendiliğinden etkilenmez, imana gelmez, beyini açılmaz, hatta devamlı tekrardan kapanabilir. Türk hoca, öğretmen, aydını olmanın en büyük özelliği düşünceleri, değerleri, ölçütleri ve düşünme yöntemlerini halk diliyle halka indirmek ve halkın zekâ bahçesini yeniden ekmektir. Bizim halk kimliğimizi, formatımızı, gök kubbemizi çizen, halk bilgeliğimizi aşılayanlar onlar oldu. Hepsi Türk’tü. Onlar, insan sever ve kitle yolunu açanlardı.
Aydın ocaklarımızın ilki Deliorman’da kuruldu. Şumnu’da yetişen aydınlarımızın, daha öncesine kıyasla, farklı diyerek tarif etmek istediğim, yeni bir enerjiyle yüklü zengin birikimle köy ve kentlerimize yayılarak ahaliye inmeleri, Bulgaristan Türküne aydınlatma çağı açtı ve yaşattı. Halk kaleme kitaba sarıldı.
Bu devir, Türkiye Cumhuriyeti’nde büyük önder Mustafa Kemal Atatürk yönetiminde gerçekleşen dil ve yazın reformu, halkın bağrından Yeni Türkçenin doğuşu ve yerleşmesi, yeni düşünme tarzı ve çağdaş Türk Kültürünün yeşerdiği yıllara rastladı. Bizdeki uyanış paralel gelişti. Latin harfleri bizim okullarımıza da girdi. Müftülüklerimize, camilerimize çöreklenmiş yobazlık, gericilik, Türklüğün Yeni Çağına kelepçe olan eski harflerle okuyup yazmayı zorla yaşatma ve Bulgaristan’daki Türkleri Türkiye öncülüğünden koparma zorbalığıyla mücadele verildi.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra topluma gelen güçle önünde giden kendi aydınlarımızdı. Onlara herkes umut taşıyan, güzel insanlar olarak bakıyordu.
Halkımızın kullandığı Türkçeden ilham alarak edebiyatımızı yaratan onlar oldu. Halk onlara, denetim altına girmeyen, bağımsız ruhlu, özgür kişiler olarak baktı. Aslında şair ve yazarlar politik kişilerdir. Has yazar ve şairin eleştiri kalemi keskindir. Eskiyi yıkıp yeniyi yaratmak onların öz ödeviydi. Türk kimliği oluşurken usta ve üstatlarımız onlardı. Ümmetten Türk olarak çıkarken bizi başka dil ve dinle tozlaştırmadan dimdik yetiştirdiler, toplumsal ruhumuzu oluşturdular ve Bulgar devletini toplumsal sözleşmeye davet ettiler. Birinci maddesinde, Türk olduğumuzu, insan haklarımızı ve kendi dili, dini ve yaşam biçimi olan bir topluluk olduğumuzun kabul edilmesi gereken bu toplum sözleşmesi 2019’da hala imzalanmamıştır.
Daha ilk zamanlar, Bulgar devleti bize kullandığımız lehçelerimizden filizlenen zengin yeni edebiyat Türkçemizi çok gördü. Arapça ağdalı Osmanlıca heveslilerinin saldırıları da sertti. Alfabemizin değişmesini çok engelledi. Bu baskılardan dolayı olacak Bulgaristan Türk Edebiyatını – şiir ve düzyazı olarak – halk dilimize bağlı bir şekilde yeşertse de, 250 yetenekten oluşan yazar ve şair ordusu oluşturabilsek de, bir iki adım daha atıp klasiklerimizi henüz yaratamadık. Külliyemizi ahalimiz sevdi. Barına bastı. Türküleştirdi. Fakat Bulgarlarla birlikte, aynı ortamı paylaştığımız diğer etnikler ufkumuzu beklendiği gibi kucaklamadı. Dış ülkelere sıçrayamadık. Oysa o yıllarda, dünyada esen yeni rüzgârlar edebiyat ve sanat kanatlarımıza doluyordu. İnsan hakları, azınlık hakları, barış, ortak değerlerle birlikte yaşama fikirleri çok etnikli Bulgaristan kapısını çalmıştı.
Dikey yapılı bir edebiyat ve sanatla manevi dünyada orta direk ve öncü rolünü ancak ve yalnız Bulgaristan Türkleri üstlenebilirdi. Geleneklerimiz ve kimliğimiz buna işaret ediyordu. Bu amaca ulaşabilmek için klasikleşip dünyaca tanınmamız için ucu daha sivri kalemlere ihtiyacımız vardı. Bulgar toplumunun kıskançlığını, Bulgar tek yanlılığını ve gitgide palazlanan milliyetçilik zulmünü şişleyen ve taşlayan daha yürekli daha cesur ustalara ihtiyacımız vardı. Bulgar sanal ortamı 1878’de birlikte esarete düştüğümüzü kabul etmek istemedi. Yeni toplumsal ortamı, etnik azınlıklarla sözleşmesiz tek başına, onlara ramen kuracaüını düşledi ama yapamadı. Bugünkü durum geçmişten süzülen başarısızlıklardan süzülen “bataklıktır.”
Eleştirel yaratıcılık, ucunda hep sürgün, hapis veya göç olan çok zor bir işti. Kendisi de, kırılan, yıkımlar geçiren ve sürekli yara alan Bulgar toplumu toplumsal sözleşmeye hamdı, çıbanbaşı gibi sivrilmiş, en yumuşak yapıcı eleştiriye bile tahammülü yoktu. Sivri ve keskin taşlarla milliyetçilik ve ötekileştirme kalesi kurmaya koyuldu. Milliyetçilik, şovenizm ve öteki düşmanlığının kale temelleri böyle dolduruldu ki, Türk aydınlarımızın ilerici toplumculuğuna, hoşgörülü yaklaşımına hep ters bakıldı. Bize bir asır tepkili kaldılar. Tam bu noktada beliren kendilerinden olmayana tahammuzsuzluk Bulgar toplumunu çatlattı. Çok etnikli oluşumuz inkar edilen bir toplumda eşit haklılık, çok kültürlülük isteyenler hep kovalandı, tutuklandı, kalemleri kırıldı, göçe zorlandılar, toplum yapısında derinleşen çatlak kapatılmak istense de asla kapanmadı. Bulgaristanlı Türk entelektüellerinin elit kesimi 20 yüzyıl boyunca sınıflar, kastlar, katmanlar arasında değil, Bulgaristan halkına dahil etnik topluluklar ve devlet arasında çok kültürlü toplum sözleşmesi talep ettiler, ne ki bu hedefe bugüne kadar ulaşamadık… 1989 İsyanımızdan sonra, totaliter diktatörlüğün yıkılmasından sonra, 1990’da Büyük Millet Meclisi’ne katılınca, Yeni Anayasa’ya terimizi tuzumuzu katarken etnik kültürel azınlık haklarımızı koparıp alamamamız 21. Yüzyıl gerileme sürecimizi başlattı.
Ramazan bayramına 2 gün kala, Başbakan B. Borisov, Sliven ili Kotel (Kazan) Türk köylerini ziyareti esnasındaki görüşmelerinde, yerlilerle temaslarında “hoşgörü olmadan geleceğimiz karanlık,” dedi. 140 yıllık Bulgaristan tarihinde bu sözler ilk samimi itiraftır. 1989 zorkıyımına katılan, “okullarda Türkçe okunsun” dedikçe kuduran şimdiki başbakanın, 26 Mayıs 2019 seçimlerinden sonra birden bire tüm bayrakları indirip bu sözleri söylemesine diyeceğimiz yok doğrusu. Makam aracında yolculuk ederken Nova Zagora (Yeni Zara) şehrinden sonra ova köylerinin de tamamen boşalmış olduğunu ve ilk kalabalığa Gerlovo Tepelerinde Türk köylerinde rastlaması kendisini güçlü etkilemiş olabilir.
Türkler, bu ülkede hak ve özgürlük uğruna bilinçli ve birlikte hareket ederek, tankların altına yatarak, kurşunlara göpüs gererek diktatörlük devirdi. Birkaç hükümeti istifaya zorladı. Son seçimde “tarafız” kalınca, ayaklarına gidip uzlaşma noktası “hoşgörü” denmesi dört yanda dikkat çekti.
Aslında bizim her hakkımız sürekli budandı. Hoşgörü edebiyatımızdaki ruhla klasikleşmemiz Bulgar toplumunu birleştirebilirdi. Kukarıda sözünü ettiğim Bulgar kamuoyu, iktidarı, Çarlar, parti ve devlet başkanı komünistler ve bugünkü sözde demokrat uzantıları, ülke nüfusunun çoğunluğu olmaya uzanan 8 etnik azınlıktan oluşan topluluğun aydın temsilcileriyle ortak nokta bulmadan, diyalog kurmadan, kaynaşmadan birlik çizgisinde el ele verebilmemizin mümkün olamayacağı algısına bir asır varamadılar. Bugün ise bu konuyu sömürüyorlar.
Şunu vurgulamak isterim. Daha 1878’de ve özellikle de İki Büyük Savaş arasında ve komünist dönemde Bulgar kendisi de Ruslar, Almanlar ve yine Ruslar tarafından budanıp ezildi, amansız sömürüldü. Kendi devletinden bıktı. Bulgar yazarlar ülkede yaşayanların, hepimizin önünü açacak fikirler geliştirmedikleri gibi, azınlık aydınlarınca uzatılan eli de tutmadılar. Okul kapatma, dil yasaklama, tarih unutturma, isim değiştirme ve asimile etme zorbalık ve zülüm dönemleri Bulgar toplumunu kırka parçaladı, halk devletten koptu. Birlikte yaşama umudu canlı gömüldü.
Bulgar toplumu kendisinin dış baskı altında ezildiğini görmek istemedi. Monarşi-faşist diktatörlüğün baskıları Müslümanları çok ezdi. 45 yol komünist terör maskelendi. Hiçbir Bulgar yazar bir Türk, Pomak, Ulah, Tatar köyüne girmedi. Azınlık nüfusun çilesi fotoğraflanmadı. Hiçbir Bulgar yazar bir Getto’ya girip pipo tüttürüp fal bakan yaşlı Çingenelerin hayalini okumadı, yazılarına konu etmedi. Yetenekli Çingene yazar Georgi Paruşev “HAYALLERİN HAMALLARI” romanını kaleme aldı, ama basamadı. Getto halkına okuyamadı. Barajları, elektrik santrallerini yazdılar da, duvarda altın yıldız gibi şakıyan Türk alın terini görmezden geldiler. Şöyle diyeyim, çok Bulgar yazar, yazarım diye ortaya çıktı. Ortak değerler bulamadığından dolayı, yazılan her satır yakın çevresi tarafından kabul edilip, asla dünyalarca yankılanmadı. Çıkmaya çabalasa da nefes alamadı. Sebebine gelince totaliter devlet güdümlü edebiyatçı isterken, özgür yazarların ve şairlerin komünistçe uygarlaşmak ve barbarlaşmak hatta vahşileşmek arasındaki ince çizgiyi görebilmesine engel oldu. Görenler de, şair Nuri Adalı gibi 24 yıl koğuşta veya sürgünde kaldı. İçeri düşmekten korkanlar mülteci oldu. Kaçmayı başaranlar arasında kalemi en sivri olanlar Bulgar yazar Georgi Markov gibi Londra’da zehirli saçmayla öldürüldü vs. Ve bugün Bulgar yazarlar kendi aralarında İvan Vazov, Yordan Yovkov, Elin Pelin ve başkalarına “klasiklerimiz” deseler de, eserlerinin kilosu 5 kuruştan kâğıt hurdacılarına yığıldığını görenler gerçeği hemen idrak ediyor. Bu güdümlü ortamda Türklerin klasikleşmesi olanaksızlaştı. Şu satırlar ve daha önce yazdıklarım 50 yıldan beri “hoşgörü”, “dostluk”, “insan sevgisi – hümanizm”, “sosyalist özgürlük” ve “azınlık hakları”, “Bulgarların İslamlaştırılması”, “Türklerin Bulgar olduğu” ve benzer konuları işleyen, bilim adamından, tarihçi ve feylesofluktan geçinenlerin karaladıkları tüm eserler için de istisnasız geçerlidir. Derelerde tuzlu su olmaz.
İşte böyle bir ortamda bizim sürekli budanmamız devam etti. Bulgar fikir babaları, kalemşorlarında ne 1950’de 150 binimiz, ne 1970’li yıllarda 110 binimiz veya 1989’da 350 binimiz birden göçe zorlanırken, Bulgaristan manevi hazinesinde değer olan yazarlarımız, şairlerimiz, aydınlarımız da yurt dışına çıkarılırken “çıt” demediler. Yazdıkları eserlerde olduğu gibi, yoldan geçen insan sürülerine kör ve sağır baktılar. Onların “yaratıcı” babaları bizden önce Yahudiler ve Çingeneler hayvan vagonlarına doldurulup “toplama kamplarında yakılmaya gönderilirken” de kör ve sağır kalmışlardı. Vurguluyorum. Dünyaya eleştirel bakmayan yazar kördür. Kendi kalemini kendisi kırmalıdır. Fakat Bulgar toplumu öyle bir toplum ki, yazarın yanlı olmasına “taraf tutmasına”, eleştirel olmasına tahammül edemedi, “adımı alınca karanlıkta kaldım” diye haykıran Sabahattin Bayramı bile yurttan kovdu. Şair Naci Ferhat, ne yaparsan yap ama “ata köklerini asla kesme” demişti ve cebine beş kuruş girmeden ömrü geldi geçti.
Ne var ki bizim aramızda hep başkaları da vardı.
Nisan ayı başında, TRT -1 televizyonunda anılarını anlatırken kendini Kırca Ali’ye bağlı, Belediyesi’nin Halac Dere köylüsü olarak tanıtan Dr. İsmail Cambazov, ben de Halaçlı’dan olduğumdan dolayı dikkatimi çekti ve izledim. Bulgaristan’da aynı adlı birkaç köy varmış. Benim köyüm Varna’ya bağlı Kozluca Belediyesinde, Cambazov ise Cebel-Eğiri Dere bölgesinden. O da Medresetü’n NÜVVAP bitirdiğini, totalitarizm döneminde komünist ülküye inandığını, İslam dini eğitimli olsa da, dinsizlik (ateizm) konusunda doktora tezi yazdığını, Hak ve Özgürlük davasına katılmadığını, Bulgaristan Diyaneti Baş Müftülük Tarihini kaleme aldığını, Yarı Yüksek İslam Enstitüsü kurduğunu, Müdürü olduğunu vs anlattı.
Google Dayı’ya başvurdum, Dr. İsmail Cambazov’un son kitabı “Bulgarların İslam’ın Yayılmasına Katkıları”nı anlatan bir eser ile İstanbul Merkezli Siyaset Vakfı’nın davetlisi olarak, İstanbul’da verdiği “Yeryüzü Cehennemi Yaşadık Konferansı” ilgimi çekti.
Bizi, Müslüman olduğumuz için vatanımızdan söküp atan, ata mirasımız olan 2 356 camiden 1500’ünü yıkan, yakan, kilise veya ahır yapan, diğerlerinden pek çoğunun minaresini kaydıran ve müze halinde kullanan, geçen yüzyılın yarısında ayakta kalan cami ve mescitlerimizin kapısına çelik anahtar takan Bulgar din düşmanlarının İslam’a “katkıları” olduğunu bilmiyordum. Kendisinde ona bu kitabı kimin ısmarladığını ve kaç para aldığını soracaktım, tel bağlantısı kuramadım.
İstanbul Merkezli Vakfın tarafından yakın geçmişte düzenlenen “Yeryüzü Cehennemi Yaşadık Konferansı” konuşmacısı olan Dr. İsmail Cambazov’un Totaliter Bulgar devletinden 5 adet yüksek hizmet madalyası aldığı ve İslam dinine ve dolayısıyla Bulgaristan’da cehennem ateşinde yanan, kardeşlerimizin asimile edilmesine hizmetlerinden dolayı el üstünde tutulduğu özel sayfalarda resimlerle beslenerek anlatılmıştır.
Türkiye-Bulgaristan Parlamentolar Arası Dostluk Grubu Başkanı AK parti İstanbul milletvekili Aziz Babuşçu’nun da katılıp konuştuğu bu konferansta, dinleyicilerden birinin yerinden kalkarak “Cambazov, ben Sofya Mahkemesi’nde bir şiirimden ötürü yargılanırken, 15 sene istediler, sen Savcı tanığı olarak geldin ve 15 sene nedir, bu suça 25 sene verilsin, dedin, unuttun mu, ne yüzle geldin, ne işin var burada!” demesine tepki gösterip açıklık getirmemesi ilgi çekmiştir.
Yine Google Dayı’da, Dr. Cambazov gibi Medresetü’n NÜVVAB okuyan ve daha sonra aynı okulda öğretmen olan ve Bulgar makamlarınca tutuklanarak sahte şahitlerin ifadeleriyle ömürlük içeri düşen ve yıllar sonra İstanbul’da yakalanan bir Bulgar casusu ile değiş tokuş edilen Sayın Osman Kılıç Ağabeyimiz hakkında “Osman Kılıç Mahkemesi’nin Perde Arkası” adlı kitabı yazdığını da öğrendim. Haberin ayrıntısı çok ilginçtir. Ankara’da yaşayan Osman Kılıç’ın eşi, Bulgaristan Müslümanları Başmüftülüğü ilk Başmüftüsü Hocazade Mehmed Muhiddin Efendi’nin kızıdır. Kayın peder, Şumnu köylerinden bir Bulgar ailesinden olup İstanbul’a okumaya gönderildiğinde İslam dinini kabul eden Hocazade Mehmed Muhiddin Efendi’dir. Bundan 2 yıl önce, şimdiki Başmüftülük ve Bulgaristan Müslümanları Yüksek Şurası, Dr. Cambazov’un önerisiyle ortak bir karar alarak Hocazade Mehmed Muhiddin Efendi Ömül Geceleri düzenlemeye başladılar. Bu gecelerde, İslam’a katkılarından dolayı 5 seçkin ödüllendiriliyor. Tören açılışında ve her ödüllendirmeden önce yapılan sunum konuşmalarında İlk Baş Müftünün bir Bulgar olduğu, İlamı kabul etmiş bir dönme olduğu belirtildikten sonra onun Bulgar kökenleri, Bulgar ailesi yüksek mevkilerden din adamlarımızca övülüyor ve neredeyse “siz de şu Bulgar kökenli olduğunuzu kabul ediniz de, olay birsin ve Bulgar devleti rahatlasın” demedikleri kalıyor. Bu olay Bulgaristan Türklerini, Tüm Müslümanları olağanüstü üzüyor, incitiyor, sürekli endişelendiriyor ve kahrediyor.
Google Dayı’da Dr. İsmail Cambazov’un 2019 yılında Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisinin de hazır bulunduğu kalabalık bir törende ödüllendirilmesine, ödülü aldıktan sonraki konuşmasında “90 yıllık hayatımın en mutlu gününü yaşıyorum, ömrümde aldığım en yüksek ödül budur” heyecanına geniş yer ayırmış. Lütfen siz yorumlayınız….
Benim için değerli olan “Her dönemin adamı değil, her dönem adam olacaksın!”
Türkçe ve Türklük kavgamızda entelektüel geçinen, bize yüz göstermeyen devlet ve partinin özel kadroların belireceğini, Türk halkının ayağına takılacağını ve başına çok belalar açacağını, Türk dilimizin atası Ahmet Yesevi asırlar önce sezmiş ve hepimizi özel olarak uyarmıştır. İşte sözleri:
“Ey gönül günahlar işlersin, asla pişman olmazsın
Dervişim der gezersin ama isteğin Allah değil.
Yazık, hayatın gider bir an bile ağlamazsın
Dışın dervişe benzer, içinde Müslümanlık yok.
Hoca Ahmet Yesevi’nin bu sözlerini her zaman hatırlamakta yarar var.
Entelektüellerimiz – 2 geliyor.
Bayramınız bir daha kutlu olsun.
Eleştirel yazarlar gerçek ağabeylerimizdir.
Eleştirimize dayanamayan, itiraf etmek zorundayız.
Soytarı oyunlarına son verme ve gerçek önzü ve liderlerimiz etrafında buluşma zamanımız geldi.
Teşekkür ederim. Paylaşınız.

Reklamlar