Osman BÜLBÜL

Tarih: 03 12 2017

Konu:    Biz “Belene” toplama kampından geçenleriz.

Büyük Rus yazar, ömrünün sonunda Müslüman olan Lev Tolstoy’un yazdıklarının arasında şöyle bir cümle de var: “Hükümetin gücü halkın cahilliğinden güç alır. Hükümetler bunu bildiklerinden dolayı, her zaman halkın aydınlanmasına karşı mücadele yürütür.

Aydınlanmayı durdurma yönlerinden biri de tarihi unutturmaktır. Halkın başından geçenleri hatırlayarak yeni kuşaklara devretmesini engellemek ve böylece azınlıklar başta olmak üzere halkın tarihini, kavgalarını ve kimliğini unutturmak ve köreltmek gire devreye.

Bizim “Belene” adasında toplanmamızın nedeni de buydu. Türk kimliğimizi belleğimizden silmekti. Köy ve kasabalarımızda değiştiremedikleri isimlerimizi orada zorla değiştirmek ve bizi “Belene” adasından hamamdan çıkmış Bulgar gibi eve göndermekti. Fakat olmadı. Yapamadılar.

Bulgaristan Türk aydınların, öğretmenlerin,  okul müdürlerinin, mühendislerin, tarım uzmanlarının, baytarların, doktor ve sağlık personelinin “Belene” Kampında gördüğü baskılar bu yöndeydi. Bizi ve dolayısıyla Türkleri ve Türklüğü güçsüz, ışıksız, öngörüsüz, karanlıkta çamura saplamaktı. Aydınlarımız halkımızın başıydı ve önce bizim başımızı yılan bataklığına saplamak istediler.

Biz “Belene” gecelerinde “ölüm” ve “tövbe etme” gibi konuları açmadık. Bulgaristan Türklerinin milli şuurunun artık uyandığını biliyorduk. Köy ve kasabaların kaynadığını, halkın direniş ruhunun oluştuğunu, gecelerin uykusuz geçtiğini duyumsuyorduk. Kimlik bilincini bilemek zaman alıyordu. Kavganın dalgası yükseldikçe halk içten içe köpürüyor. Zafer sıradan insanların içine doğuyordu. Hepimiz yüksen bir halk dalgasıydık. Halkımızın kavgasıydık.

Fakat bu kavgada “söyledim” duydu anlamına gelmiyordu. Bir de ne anladığını kendisinden dinlemek vardı. Çünkü “duydu” doğru anladı anlamına gelmiyordu. “Anladı” da hak verdi ve davaya baş koyacak anlamına gelmiyordu. Bu konuda defalarca “görüşmek” ve “sınamak,” birlikte adımlar atmak gerekiyordu. Söylediklerime “hak verdi” de davaya inandı anlamına gelmiyordu. Davaya “inanmak” kendini ateşe atmak, kurşunlara göğüs germek, tankların önüne yatmak, üstüne çıkmak, dava bayrağını dalgalandırmak ve gerektiğinde şehit düşmek anlamını taşıyordu.

Davaya inanmak” kavramında “davaya ihanet etmek” yoktu. Olayı bu açıdan ele aldığımızda “Belene” ölüm kampına tıkılan bizlerin isimlerimizi kapalı bir odada, “cop başımızın üstünde” değiştirmemiz bir Türk kimliği davamıza  “büyük ihanet” olarak nitelenmemelidir.  Çünkü öz davada “geri adım atmak” da bir taktik adımdır. Mazlum kitleyle yeniden kaynaşmaya açılan bir kapıdır. Ardıl dalgaya katılma olanağı verendir.

Bulgaristan koşullarında İkinci Dünya Savaşı öncesi ve esnasında Yahudilerin bir halk topluluğu olarak yok olması taktik uygulamalarla, zaman kazanılarak, kurtuluş ufkun kadar dayanmıştır. İşte böyle sağduyulu bir yaklaşımla biz içeri alınıp ismi zorla değiştirilen arkadaşlarımızın hiç birine “Bulgar” adın nedir sorusunu sormadık. Onları aramıza aynı sıcaklıkla kabul ederek, yeniden kaynaştık ve Türk kimliğine ateş verdik.

Bu gerçeği nasıl anlatırsam anlatayım, isim değiştirme esnasında arkadaşlarımın tepkili tavrı, direnişi, söyledikleri sözler onları (Bulgar polisinin) tasarrufunda (dosyalarında) kaldı ve bugün de bize karşı bir silah olarak kullanılıyor. “Ajan dosyalarının” bir kısmının açılması, Bulgaristan Türkleriyle alay etmek anlamına gelir. “Sofya”, “Pazarcık”, “Stara Zagora” hapishanelerindeki tutanaklarla Ahmet Doğan dosyasının açılmasını istiyoruz! “Sofya” hapishanesinde işlenmiş Kasım Dal Dosyasını okumak istiyoruz. Şahsen ben, “Pazarcık” hapishanesinde nakışlanmış Necmettin Hak dosyasını okumak istiyorum. Gerçekleri bilmediğimiz, göremediğimiz, öğrenemediğimiz için Ahmet Doğan hainine karşı mücadelede başarılı olamadık. Zaman geldi aramızda kendisine minnet duyabileceğimiz kimse kalmadı.

***

Mehmet öğretmen vardı. Kaldığım koğuştaydı. Nazım Hikmet’i ezberinden söylerdi.“Yaşamaya Dair” şiirinin üçüncü bölümünde ayak kalkar, elleriyle konuşurdu:

Bu dünya soğuyacak,

Yıldızların arasında bir yıldız,

            Hem de en ufacıklarından,

Mavi kadifede bir yıldız gecesi yani,

            Yani bu koskocaman dünyamız.

Bu satırlarda sesi yükselir ve sertleşirdi. Tüm gardiyanlara, bizden ne farkınız var? Aynı kaderin kurbanlarıyız! Diye haykırırdı. Nazım demiş bunu! Dedikten sonra, bir ara verir ve şöyle devam ederdi:

Bu söz etkileyiciydi. Nazım’ı aramızda hissediyorduk. O bizimle beraberdi:

Bu dünya soğuyacak günün birinde,

Hatta bir buz yığını

Yahut ölü bir bulut gibi de değil,

Boş bir ceviz yuvarlanacak

 Zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız…

 

Şimdiden çekilecek acısı bunun,

Duyulacak mazlumluğu şimdiden.

Böylesine sevilecek bu dünya

                        “Yaşadım” diyebilmen için

 

Şiirden sonra, Mehmet’imiz uzun konferansa geçerdi. Konusu hep ynıydı.

Bulgar ateşle oynuyor.”

Söylediklerine öyle inanıyordu ki, ateşli bakışlarından biz de yürekleniyorduk. Hürriyet sevdalısı biriydi. Özgürlük ateşi yakma ustasıydı. Sesindeki metalin etkileme gücü çok güçlüydü. Hale ses tellerine Nazım’ı yükleyince gönüller dolardı. Birbirine bıçak çeken, silah yönelten Bulgarların ruhen çöktüğünü görüyor. Hürriyet azimli motor olarak ancak ve yalnız Türkleri görüyordu. Bizim burada tuzumuzu çıkarıp itlere yalatmak isteyenler, “ekmek yapmayı bizde öğrenmişler”, onlardan bir şeyler beklememiz tamamen yanlış olur sözlerine her zaman vurgu yapıyordu. Türklerin Bulgaristan’a medeniyet getirdiklerini, dinlerini vatan toprağına kendi dilleriyle taşıdıklarını özellikle belirtiyordu.

Onun, medeniyet (uygarlık) ile ilgili yorumlarını asla unutamam. “Kültür ile medeniyet yaratmak arasında çok büyük fark vardır” diyordu. Çinlerin kibrit, barut, kâğıt, ipek doku yaratmakla kültür yarattılar, fakat eleştiri kabul etmeyen, icadını kıskanan, paylaşmayı bilmeyen bir millet olduklarından dolayı, medeniyet yaratamadıklarını uzun uzun anlatıyordu. Çin basım makinesi yaptı 7 kitap bastı, Batı Avrupa aynı makineyi kurdu ve 7 milyon kitap bastı. Kültür yaratan Çin’dir, uygarlık yaratansa Batı’dır, diyordu.

Biz Türklerin ise, aramızda “ben kimseye minnet etmem” deyenler vardı. Hoşgörülü, derin minnet duygulu, alçak gönüllü, iyi komşu ve yardımlaşmayı seven bir millet olduğumuzdan olacak, 500 yıl boyunca hiçbir Bulgar hakkında ihbarda bulunmamış, onurlu Türk kimliğimizi lekelememişiz. Bulgaristan topraklarına medeniyet taşıdığımızı, daha önce ev kurmak bilmeyenlere, temel atmayı, kuşak çekmeyi, köşe tutmayı, çatı çatmayı, döşeme ve tavan döşemeyi, ayakyolunu öğrettiğimizi – koğuşta olduğumuzu unutturan – bir köy evi çardağına kurulmuş bir sofra sohbeti havası gibi yaşatmayı başarıyordu. O, sohbet açıp, sohbet bağlama ustası biriydi. Sonunda hep, kurduğumuz yüzlerce çeşmeden “yalnız Türkler su içer,” açtığımız yüzlerce ayazma ve pınarda “yalnız Türkler hayvan sular” , “işlettiğimiz binlerce dükkânda yalnız Türkler alış veriş eder” veya kurduğumuz köprülerden yalnız “Türkler geçer” demiş olsaydık, bize “medeniyetle ilişkisi olmayan halk” diyebilirlerdi. Ama deyemediler, çünkü ağızlarını tatlandıran baklava ve börekleri de bizden öğrendiler demezden önce, medeni olduğumuzu kanıtlayan kırk dereden kanıt getirirdi. İzmir’de hayatta gözlerini yumduğunu işittiğimde, dualar okudum.

***

Koğuşlarda özgürlük ve Türklük ateşiyle yanıp kavrulan bizler, kimliğimizle alay edenler, bize hakaret ederken “Değişik adlar taşıyan menşei belirsiz bir grup insan” demeye başladılar. Bu bir “Belene” icadıydı. Türk isimlerimizle Tutuklandık. İsimlerimiz içeride (Belene kampında) değiştirildi. Kapalı tutulduğumuz odalarda birbirimize Türkçe adlarımızla hitap ediyor, anadilimizde dertleşiyorduk. Fısıltılı gece sohbetlerimiz Türkçeydi.  Kimse kimseye Bulgar adıyla hitap etmedi. Bazen gardiyan kapıya dayanır “Emil”, “Peter”, “Krasi” gibi isimler haykırıyor, bizse yerimizden kımıldamıyorduk. Kalkmıyorduk. Bu bizim başımıza sarılan belaya protestomuzdu.

***

“Belene” kampında arkadaşlarımdan “Herkes ne hali varsa görsün” sözünü işitmedim. Her konuda dayanışma içindeydik. Görüşme günlerinde birimize evden bir pide, gözleme, çörek, kaynatılmış yumurta, kuru yemiş gelse, hepimiz sofraya otururduk. Bu dayanışma ve paylaşmayı izleyen gardiyanların günlük notlarına “Türklerden kurtulmak mümkün değil, onlar paylaşma ve arkadaşlık biliyor, kanlarında birlikte olmak var” sözlerini yazıp yazmadıklarını merak ediyorum.

Bizim aramızda kötü adam yoktu. Kötü adamlar günahlarıyla yüzleşmek istemezler. Her birimiz mazimizi anlatıyorduk. Hata ile yalan arasındaki farkı aramaya, görebilmeye çok zaman ayırıyorduk. Şunu şöyle yapmasam, bunlar olmazdı şeklinde konu açanların pişmanlık duyduğu ortadaydı ama hiç birinin ödeyecek bedeli yoktu. Her şeyden suçlu olan Bulgar devletiydi. Kendi kendine kudurmuş, hırsını yenemeyen bir ejderha haline gelmiş, kaderine yenik düşmüştü. Yaşanan genel gerginliğin ana nedeni bir saftil bulunma, aldatılmış olma, fazla inanıp bel bağlamışlık olsa da, bu acıyı yaşayanlar, bırakın beni, kafamı dinleyeceğim, deyip kenara çekilmiyor, aynı havayı solumaktan, öfkeli akan Tuna nehrinin alçalıp yükselmesini seyrederken sabır akülerini şarj ediyorlardı.

Hiçbir suçumuz yoktu. Vicdan azabı çekmiyorduk. Biz aklanmak istemiyorduk. Aklanmamız gereken hiçbir suçumuz yoktu. Bugün artık doksanına basmış biri olarak, doğduğum andan ve Şekerciler hocasının kulağıma “adın Osman” dediği andan sonra hayatımın baştan sona yalan ve kendimi yaşadığım ortama uyarlama ve kimliğimi arama kavgası olarak geçtiğini söyleyebilirim. O adada, söyleyeceğimiz hiçbir söz bizi mazluk kılamaz, aklayamazdı. Bunun içinde suçsuz bir kişinin beraat beklemesi de baştanbaşa saçmalıktı. Bizi bu adaya kapan devletin bizden kurtulma yolu aradığını, siyah “Volga” arabalarla sık sık Sofya’da gelenlerin sinirli bakışlarından okumak zor değildi. Biz ailelerinden, yakınlarından koparılmış, vatan sevgisi söndürülüp köreltilmek istenen Türklerdik. Vatansızlığı kabul ettiğimizde, yeni bir “gönüllü göç” hazırlıklarına artık başlandığına henüz akıl erdiremiyorduk. Bu işlerin iplerini çekenler dersini iyi biliyor, uzak menzilli çalışıyordu.

Birkaç yıl sonra Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldığımızda bize “Bulgarlar” denmesi çok incitici olmuştu.

Ezelden soylu Türkleriz biz

Dokunmayız kimsenin ismine, cismine, yaşama hakkına

Sözleri akla ve milliyet açısından Bulgaristan Türkleri Türkiye Türklerinin ayrılmaz bir parçasıdır gerçeği şöyle gerçekleşti:

Hor görülmüş baba, dede soyları

Geçmişleri belli, belli boyları

Bizim gibi düğün, bayram torları

Bulgar’dan kaçmışa Bulgar demeyin.

 

Belene” arkadaşlarımdan birçoğu geçen yıllar içinde “soya dönüş iğrençliğini” başımıza saranlar hakkında “hain canavarlar”, “kalpsiz köstebek” , “insan kasabı” gibi nitelemeler kullandılar. Büyük gerçeği şu dizelerle dile getiriyorum:

 

Ne kadın, ne ihtiyar, ne minicik çocuklar

İnsansızca yıktığın o güzel yuvacıklar

Mezarlardan ruhları, seni boğacaklar

Yirminci yüzyılın yüzkarası palyaçoları.

 

Duvardan bakan arkadaşlarımın hepsinin bu görüşte olması beni gururlandırıyor.

Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Devam edecek.

Reklamlar