Tarih: 22 Ocak 2020
Yazan: Şakir Arslantaş
Konu:  7 yıl önce düştü ve bir daha belini doğrultamadı.

TRT-in çevirmeye başladığı ve ilgimi çeken “Tutunamayanlar” dizisi benim de ilgimi çekti. Bulgaristan ve Türkiye gerçekliği çok farklı. Memlekette, parti komitesi, savcılık veya milis müdürlüğü gibi bir yerden telefon gelmeden hiç bir kimsenin bir işe alınmadığı yıllarda yetiştim. İş arayan gençse gençlik teşkilatı “komsomoldan”, aktif bir bayansa Bulgar Kadınlar Birliği’nden, yaşlıca biriyse Vatan Cephesi İl Komitesinden telefon gelir ve iş kendiliğinde düzelirdi. Telefon açan merkezlerin ardında ise, gizli servisten bir görevlinin olduğunu biliyordum.

Bulgaristan’da adet haline gelmiş başka bir durum da vardı.  Sanki İslami düzen bozulmuş ve düşeni kaldıran olmaz. Düşen vebalı gibi ortada kalır. “Nasılsın? Bir ihtiyacın var mı?” deyip el uzatanı bulmak zorlaşmıştır. Dayanışma ilhamı sönmüştür. Ekmek parası kurdun ağızında. Sinsi planlar peşinde olan Bulgarlar ailelerimize giremeseler de, dostluklarımızı kundaklamışlardır. Biz Türklerin geleneklerinde dibi görünmeyen kuyudan su çekmemek ve içmemek varsa da, dostluklarımız menfaat odaklı olmuştur.

Eski anlayışımızda insanın önce kendisine dost olması vardı. Kendisi ile bağdaşmayan bir insan başkalarıyla nasıl anlaşabilir ve dostluklar kurabilir? Kendi içinde öfke, kırıklar olan biri nasıl olur da, başkasına dostluk vaat edebilirdi? Bu arada şunu da belirtmemiz yerinde olur, dostluğa dahil edeceğimiz bir başka nitelik de, af edici, bağışlayıcı olmaktır. Dostluk vasıfları, bizim kültürümüzde “ben iyiyim, sen kötüsün” yoktur. Hepimiz bir soy, boy ve topluluk olarak, Bulgaristan Türkleri, Bulgaristan Müslümanları olarak pozitif, olumlu, iyi insanlar olarak namusumuzu ve şerefimizi korumaya çalışırız.

Bundan 7 önce Sofya’da Milli Kültür Sarayı’nın 9 nolu salonunda Hak ve Özgürlük Partisi’nin kurultayı yapılıyordu. Yıllardan 2013. Aylardan Ocak, günlerden ayın üçüncü Cumartesi. Delegeler, yerli ve yabancı konuklar, kürsüden Bulgarca konuşan parti başkanı Ahmet Doğan’ı dinliyordu. O yıllarda Doğan’ın danışmanlarının kim olduğunu söylemekte biraz zorlanıyorum. Çok danışman değiştirdi. Bildiğim kadarıyla Prof. Doktor Lübomir Georgiev etrafında dolaşıyordu. O, önce “soy, kök yok, etnik sellik” var dedi. Bu fikir A. Doğan’ın kafasına yatmıştı. Çünkü dede soyu Kırım, baba soyu Hindistan’da Gang nehri olsa da, 3 bin kilometre uzun olan bu nehrinde tam neresi olduğu belli değildi. Profesörün ana konusu ise, Türklere olan Bulgar düşmanlığının bir “cevher” olduğunu ve sönmesinin bu asırda da mümkün olmayacağına vurgu yapıyor, kafa kazıyordu. Akciğer ve karaciğeri arıtma ilaçları bulunmuş ne ki Milli Kimliği eritme ve dipsiz bir kuyuya atma formülü bulunamamıştı.

Uluslararası deneyimli istihbaratçı, hem CİA hem de KGB çeşmesinden su içmiş yazar Petır Yapov da, 200 yıldan beri Batı’dan ve Doğu’da kükreyen Osmanlı-Türk düşmanlığının bütün kudretiyle kökü kurutulup bitirilemeyen bir güç olan Bulgaristan Türklüğüne hayranlığını ballandıra ballandıra anlatırken ağızı sulanıyordu.

Olayları yakından takip edenler, kurultay raporunu her zaman başka birine yazdıran, ama yazılan 5-6 rapordan birini seçip okuyan A. Doğan’ın bu defa ana konusunun “H20” yani su olacağını bilmiyordu. Doğan okuduğu yazıda “H2” (hidrojen) ile “0” (oksijen) birbirinden hayalen ayırıyor ve hidrojenden elde edilecek enerjiyle bedavadan ucuz motor çalıştırıyor, uçak uçuruyor, gemi sürüyor, şehirleri aydınlatıyordu. Güneş enerjisini çoban torbası gibi duvara asmış, dünyayı hidrojen enerjisiyle idare ediyordu. Dinleyenler, imkan bulan olsa “konuya gir”, diyecek de fırsat bulamıyorlardı.

Kertenkele gibi taşın altına gizlenmek için satırlar arasında sürünen hayal kuyruğunu tam taşın altına toplayacağı bir anda, dayanamayıp sahneye çıkan Burgaz madenci köyünden, Sofya’da yüksek mimar öğrencisi, genç delege Oktay Yeni Mehmet emin adımlarla kürsüye yürüdü. Delegeler, kürsüden tonla yalan döken Doğan’ın boğazı kurudu, suyu bitti, su götürüyordur şeklinde düşünerek, sakince izlemeye devam ederken, olacağı varmış, anlamında bir olay yaşandı.

Genç Oktay ceketinin cebinden çekip çıkardığı (sonradan kurusıkı olduğu anlaşılan) tabancayı Ahmet Doğan’ın kafasına dayadı ve “hadi yeter bu kadar hayal ve yalan, başka zamanda başkalarına anlatırsın!” diyerek, parti başkanını kürsüden aldı ve saman çuvalı gibi kaldırıp kenara savurdu.

Salon karıştı.
Salon dışındaki büfe raflarından dişe gelecen ne varsa her şeyi masaya indiren koruma polisleri, sakin ve huzurlu bir aranın sütlü kahve tadını çıkarırken ansızın fırladılar. Vahşilerin henüz parçaladığı bir ceylan başına akbabaların Afrika doğal belgesellerinde üşüştüğü gibi olay yerine kondular. Soykırım denemesinin (1984-1989) kanı ellerinden henüz silinmemiş polisler ellerini yeniden kana bulaşmaktan çekingen bir tavırla yere serilen genç Oktay’ı tekmeleyenlere karıştılar. Oktay’ın kaburga kemiklerinin delege Mustafa Karadayı’nın 44 numaralı “Salamander” marka sağ ayakkabısının darbeleriyle kırıldığı tespit edildi.

Bu olaydan sonra 3 gelişme yaşandı.

1) Ahmet Doğan düştü. HÖH Genel başkanlığına dönmemek bir daha nasip olmadı. Tek yumrukla yerle bir edildi. “Fahri” başkanlık kabuğuna sıkıştırıldı. Halktan koparıldı. Bir dostuyla bir kahvehanede bir bardak çay içme hakkından bile mahrum, korumalı, kapalı, hayattan kopmuş bir “lüks sürgün” yaşantısına mahkûm edildi. Kimse “nedir bu durum?” diye sormadı. Geçmiş olsun’a giden olmadı. Bir daha gündüz gözüyle insan arasına çıkamadı. Halktan tamamen koptu. İnsanlarımızda, faşizm ve totalitarizmin yeniden dirilmesinin boş boş vaatlerle durdurulamayacağı inancı arttı. Zihniyet değişikliği yaşanıyor.

2) Doğan’ı koruyan “önemli bekçiler” bu olaydan sonra çobanlıktan kurtuldu, kariyer yaptı. Bostan korkuluğundan komiserliğe terfi ettiler. “Suikast” denen olayı pas geçip kargaşayı bastırmaları mükafatlandırıldı. Doğan’ı Genel Başkanlıktan koparıp çöpe atan Oktay’ın kahraman olacağını düşünenler birden bire korktu. Hemen birleştiler, “kahraman” demeye dilleri dönmeyen ama kimsenin yapamadığını yapan genç için 20 sene hapis cezası istediler. Oktay, 3 yıl yattı ve çıktı. Doğan aynı yıllarda “Baraj Mühendisi” görevini üslendi ve 1 250 000 (bir milyon iki yüz elli bin) Avro komisyon kaptı.

3) Ne Ahmet Doğan ne de Osman Yeni Mehmedov’un düştükleri yerden kalkıp yeniden hayal ettikleri mevkilere gelmesi için telefon açacak birileri bulunamadı. “Adın çıkacağına canın çıksın” değer yargısı geçerlik kazandı. Hatta telefonlar kesildi ve olanaklarla umutlar söndü. Ne bir parti başkanı, ne bir savcı ne de bir polis şefi ya da kulislerden biri kılını kıpırdatmadı. Düşenin dostu olmaz atasözü yeniden kanıtlandı.

Kürsüden atıldığı gün Ahmet Doğan’ın yıldızı söndü.

Gerçeği kabul etmek istemeyenler belirdi. Bu arada taktik değişti. Doğan’ı aratmak için en beceriksiz olanlarımızdan biri – Mustafa Karadayı, Parti başkanlığına atandığı gün, hepimize  “aman ne oluyoruz”, dedirtti. Karadayı parti işini koyunlara kaval çalarak dert yanmak gibi bir şey sanıyordu. “Koyun tepkisi” kavramının ne olduğunu bilmiyordu. Nihayet şu son günlerde, Bulgaristan’da su krizinin alabildiğine derinleşmesiyle ansızın iç huzura kavuştu. Hatta geçen gece “8 saat” uyuduğunu mecliste paylaştı. Sebebi basit. Yağmur ve kar yağmaz, dereler, çaylar kurur, gölet ve barajların suyu çekilirse koyunları sudan geçirme problemi yaşamayacaktı. Kendisi de biliyordu ki, Bulgaristan Türklerini yeni bir sudan geçirmek olağanüstü zor olabilirdi. Eski çobanların zamanının dolduğunu herkes görebilmişti.

Başbakan Boyko Borisov “Davos Zirvesi”  görüşmelerine gitmezden önce Karadayı ile göz göze geldiğinde, “gensoru konusunda talebim yok”, fakat şu “Su ve Kanal İşleri Kurumuna” oylarınızı istiyorum, dedi. Son günlerde Bulgaristan’da olmayacak işlerle uğraşanlar 10 yılda Borisov hükümeti lehinde bir “altın yumurta” yumurtladılar. Bir defa “Studena” barajı duvarını onarmak bahanesiyle Dünya Bankasından yüz milyonlar alıp, 21 milyon metre küp içme suyunu hidro enerji türbinlerine akıtarak elektrik üretip sattılar, sakal sıvazlıyorlar. Boşalan barajın yarattığı problemden de yakın olanda 2020 bütçesinden 1 milyar leva, yine yakın ve orta vadeli programda 10-15 milyar levalık bir fatura kesilmesine ışık yakan ulusal su krizi sorunu yaratabildiler. Su krizinden daha karlı bir iş olamazdı. Krizi bütçeye başlamayı da başardılar.

Olaya politik açıdan bakıldığında, totalitarizmden demokrasiye dönüşü “bakalit” (çatlak-patlak, sızıp akan) su borularını 5-10 sene ömrü olan plastikleriyle değiştirme şeklinde değerlendiren Başbakan Borisov diktatörlüğe tırmanan yönetimini bolca sulamaya gerekli 10-15 milyar leva parayı buldu sayılır. Hem de bol iç kaynaktan. Devlet Bütçesinden.

“Fahri başkan” Doğan’ın her konuda çıt etmeden susması ve şoparlığını bile unutması için kendisine “çöp toplama parası olarak” 300 000 000 (üç yüz milyon” leva tahsis edildi. Bu paranın kaynağı da 2020 bütçesidir. Sütten kesilmiş bebeler açından ölüyormuş kimin umurunda!?

Tabi Karadayı da unutulmadı. Patates tarlaları kenarına dikilen ancak domuz eti seven konukları ağırlanan konaklar için peşin verilen ve ardı aranmayan ayrıca hatırı sayılır bir meblağ olan 10 000 000 (on milyon leva) ona 2 gün önce yeniden hatırlatıldı. Bu paraları yutup susalı ne Doğan’ın ne de Karadayı’nın dostu ve merhabalaşacak kimsesi kalmadı. Sanki kapılarını saran düşman var. Kale kuşatılmış ve canlarını istiyorlar ve korku dağları koruyor.

Su krizi yaratıp, millet kir pas içinde, nefesler kokmuş, çocuk bezlerini yıkayacak su bulunamazken, sefa sürmek “ayıp oldu” diyenler her geçen günle artıyor.

Bizim adabımızda “komşu aç iken uyunmaz” gibi değer var. Ayakta kalmak, “başarılı” yönetimi sürdürmek amacıyla yoksul halka susuzluk tuzakları kurmak, açlık kundaklamak suç değil mi? Gün gelir hesap sorulur, hesap görülür. Hesap günü yakındır.

Bulgar’da bir iki kişiyi tavlama ve diğerlerine baktırma olayı yenidir. Çar Ferdinand ve III. Boris yıllarına dönüyoruz gibi. O zaman da bizden olmayan birilerinden bizimle ilgili akıl alınarak hükmedilmiştir.  Karadayı’nın Karslı bir paşa, şoparın da Hindistan Sing-Hu Sahip sülalesinden geldiği yeni anlaşıldı. Totalitarizm devrinde 3 016 ajan yemlendiğini dosyalardan öğrendik. Ne ki şimdi,  bizim hiçleşmemiz bir yana “şeflikten” geçinenlerin de ağızlarına tomar tomar para sıkılarak susturulmaları hiç de iyi olmadı, hatta ayıp oldu.

Bir partiyi yönetmek emanettir. Yaşanan olaylar ise emanete ihanettir. Hainler arasında kaldık ve hedefte birbirimizin kuyusunu kazdırmak var. Korkunç olan budur. İhanetten kin doğar. Kimle yaşayanlar dünyanın çamurundan çıkamaz.

Bizi okuyun ve okutunuz.

Bilgili olmak zenginliktir.

Teiekkürler.

Reklamlar