BULTÜRK Gazetesi
Editör yazısı Haziran 2020

Sıradan ve sıra dışı olan sorunlarımızın bazılarını anlatmak istiyorum.
Bulgar çoğunluğu ve değişik etnik azınlıklar.
Bu kavram, bizi değişiklerin içinde kaybolmaya götüren en kısa yoldur. Böyle ifade edildiğinde, dili, dini, yazısı, edebiyatı, ahlakı ve kültürü olanın biz Bulgaristan Türkleri olduğumuz karışıp gidiyor. Bu karışıklık, Bulgaristan Türklerinin sıra dışı, çok önemli olduğunu, Bulgaristan toplumu için olmazsa olmaz olduğumuzu ön plana çıkarmıyor. Üstelik bir türlü olgunlaşamayan Bulgar ulusuna kıyasla, bize etnik azınlık deseler de, bizim milli kimlik olarak daha olgun, deneyimli, pişkin ve birikimli olduğumuz da, ortaya çıkmıyor. Gölgede kalıyor. Devamı ‘6’da
Üstelik ben olumlu birikimin değerli olduğu görüşünde değilim. Bu iş, matematikteki artı (+) gibidir. Artı çarpı artı, artı eder. Değişen nitelik olmaz. Artıyı artıyla ne kadar çarparsan çarp, elde ettiğin hep niceliktir ve bir işe yaramaz. Mayasız ve tuzsuz ekmek gibi bir şeydir.

Biz, BGTürklerinin birikimi toptan olumsuzdur. Artı ile çarpılan eksilerden hep eksi (-) elde edilir. Artı anında kaybolur ve tüm oyundan, dengeden, hesaptan çıkar. Bulgar siyaseti, sözüm ona “Bulgar etnik bunalımına” – daha 1990’da “sıradan” yani büyük (belirleyici) olmayan “etnik bunalım” dedi. Ne var ki, 30 yıl geçti ve bu “sıradan bunalımı” bir türlü çözemedi, gerginlik artıyor. 35 yıl önce kötülüklere ekran bizdik.
Bugün Romanlar oldu. O zaman bize karşı olan anti-Türk dalganın şimdi anti-Roman dalga olarak yükseldiğini görüyoruz. Toplumun kaotik çaresizliğinden kaynaklanan hareketlenmeyi polis ve jandarma gemleyemiyor, şeytanı güç kapsülünü zorluyor. Bu durumda kendi Bulgarlar kötü hareket ve niyetlerini Romen ekranına yansıtıyorlar. Günümüzde bu dalgalanmanın nedeni ikinci dalgası yükselen “Covid-19”, kısıtlamalar, yasaklar, farklı gerekçelerle kabulleniştir.
Şimdiki bizim bunalımımızdan çok farklı bir kriz.
Neden mi? Çünkü Türk krizi, farklı nedenlerden, Bulgaristan tarihindeki en büyük “soykırım demesinden” ve hemen ardından “Büyük Göçten” doğmuştu ki, köklerinin psikolojik derinliği gizli kaldı. Üstelik birkaç yılda toslayan bu politik denemenin, hem zaman içindeki gerilim hem de trajedi fışkırtan kaynakları gizemli kaldı. Doruğunda, erkekler tutuklu olduğundan dolayı, başkaldıranlardan çoğunun kadın olduğu bir ayaklanmaydı ve adına “normal kritik durum” denmişti. Resmi çevrelere göre, hemen ameliyat edilse ve yinelemesin diye özü çıkarılsa iyi olurdu, fakat bu iş için “lider” yapılan ve hatta “Doktor” unvanı verilen Ahmet Doğan bile, olaya bir tanım bile getiremedi. Kesin olan bir şey varsa o da, tümörün “olumsuz” oluşuydu. Demek oluyor ki, dolayında, altında, üstünde, yanında ne varsa hepsini kasıp kavuran ve kendine benzeten türdendi. Türk tümörü ötekilerinden farklı bir belaydı. İlaçtan etkilenmiyor, “hukuk üstünlüğü”, “yargı bağımsızlığı”, “yeni yargı değerleri”, “dürüst çalışan yargı sistemi” ve “adalet” istiyordu. Bulgar bilim çevreleri, bu konuda yaptıkları danışma toplantılarında, “bizim yargı kararları hakiki olmaya bilir, çünkü karşılaştırabileceğimiz emsal yok” demişlerdi. Türklerin başına örülen çorap hakikatten emsalsizdi. “Tümör” – Türkler hemen yanıtlamıştı: “Devletler hukukunun emsal uygulamasını yasalaştırın!”

Bizdeki karışıklığın bir başka kaynağı daha vardı.
Özelleşmiş psikoloji ile sosyolojik ve politik eserlerimizde etnik topluluk kavramına 200, millet (ulus) kavramına da 150 tanım vardı. Hiç kimse hak arama yolunu bulamasın diye her şey Arapsaçı edilmişti. Tanımlardan her biri “doğru olan benim” iddiasında inat ediyordu. Bu iki kavramla Patagonya’daki kör ve sakatların ulus olmasa bile, etnik topluluk olduklarına ikna edebilirdik, fakat her ikisinde de Bulgaristan Türklerine ne ulus ne de topluluk olarak yer yoktu.
Yine bizde “hukuk” ile “hukukun üstünlüğünün” kız kardeşi “politik rejimdi.” Onun kocası tarafından akrabası ise “Anayasamızdı” ve içinde kalın harflerle “….. etnik ve dini esaslara göre parti kurulamaz” yazıyor.

Bulgar ulusu dışında politik etkinliğe çarşı kapalıdır.

Herkes okurken düşünemez, fakat biz bu defa kafa kafaya verip şöyle derin bir düşünsek. Bulgar ulusunun da, ulusal türlü güveç içinde, diğerlerinden farksız olduğunu hemen sezeriz. Öyleyse ulusallaşamamış Bulgarların da, bir etnik olduklarından, siyasal parti kurmaya yasal hakkı olmamalıdır. Hem de 200 tanımın birkaçında nüfus içindeki oranı her yıl azalan bir unsur kendi başına “ulus olamaz” ve diğerlerine “öncülük edemez, “enerjisini yitirmişse yerini başkalarına bırakmalıdır,” denmiştir. 30 yılda toplam 405 parti kurmuşuz. Meclisteki sandalyelerimiz 240, bir gün parti başkanları toplantısı yapsak, yarısı zemin kattaki köftecide kalacak. Siyasetimiz biraz yemeye içmeye, rüşvete, dalavere ve yalana dolana bağlı olduğundan, köftecidekiler “ön sıradaydım” deseler, herkes inanır. Zaten sözüne inanılmayan adamdan siyasetçi olmaz…
Bir tanımda, bir ulusun ulus olabilmesi için “kendi devleti olması” gerekir denmiş. Bu, pek inandırıcı değil. Çünkü bazı halkların ulus olmazdan önce de devletleri, hatta imparatorlukları vardı.

Türkler 16 devlet kurdu. Bulgarlar tarihte 2 devlet kaybetmişler, üçüncüye Türklerin koynunda uyanmışlar. Devlet kurmak zor iş. Halen komşuma ipi kopuklar, izi belli olmayanlar dolmasın diye sınır bekçiliğini Türk askeri yapıyor. Türkün hayrı, hoşgörülü ve yardımsever tavırları bitmez.

1878’den sonra hükumet başı koltuğuna oturan 56 başbakan dan biri olan Prof. Al. Tsankov “Anılarım” kitabında “Balkanlarda yalnız Türklerin ve Bulgarların devlet kurma yeteneği vardır.” yazmış. İyi demiş de Bulgar’ın kurduğu devlet toprakta suyu bulamaz, halk fakirler çeker, komşuluklar bozulur, huzur bozulur, asker azınlıklardan vatandaşın üstüne sürüldüğünde işler bozulur, dememiş.
Şu devlet dediğimizi herkes bir başka görür.
Bizim için o, bir uzu güvenlik, öteki ucu özgürlük olan bir sopadır. Devletin elinde olan bu sopa, özgürlük isteyenlere baskı güçleriyle, güvenlik isteyenlere özgürlük erdemleriyle ders verir. Zayıf devletler güvenlikçi, zenginler özgürlükçüdür. Birçok şey gördüm, fakat fakir bir devletin zenginleştiğini göremedim.
Dini olan insanların partisi olmamalı!
Bu tümcesinden, Bulgaristan vatandaşlarından Bulgarlar, Ulahlar ve Makedonlar Hristiyan olduklarından dolayı, parti kuramazlar anlaşılmalıdır. Çünkü Bulgarlar gerçekten Hristiyan olduklarından hayat yolu Kilisede başlarlar, ilk adımı kilise avlusunda atarlar, nikâhlarını Papaz kılar ve ölenleri Papaz gömer. Dolayısıyla deist ya da ateist olsalar bile yine 2 sözlerinden biri “Gospodi!” yani “Allah’ım”dır. Yasal büyüteçle bakıldığında bu vatandaşlar, Anayasa maddeleri değiştirilmeden parti tescil ettiremezler. Öyle ama bizdeki yargıçlar anlaşılan anayasa okumuyor ve yasalar da anayasayı yansıtmıyor ki, kıdemli polis subayı ve eski Baş Müftü Prof. Dr.Nedim Gencev bile bir sıra politik parti tescil ettirdi ve seçime girdi. Eski sözlerden biri, “aynı yemle çok piliç beslersen, hiç biri büyümez!” der. Meclise ne kadar çok parti dolarsa (bir ara 49 parti, birlik, cephe, bağımlı ve bağımsız girmişti) devlet o kadar zayıf, bileşim de söz düellosu ve yumruk kavgası yeri olur, hem de her zaman herkes haklıdır. Milletvekillerinden hiç biri elindeki kâğıdı okuyamasa da, hiç biri cahil değildir, çünkü o kâğıttakini başkası yazmıştır. L. Mestan, “Bulgarcayı en iyi konuşan milletvekili yalanını hepimize yutturmuştu. Taşın altından yılan çıktı.
Etnik toplulukların ana ödevi nedir?
Bu soru da sıra dışı bir sorudur. Cevabı ise şudur: Kendi kendini üretmek. Çünkü kendini dil, din, kültür, etnik öz bilinç, etnik şuur ve etnonim yani bir etnik varlık olarak yeniden üretemezse o yok olur. Bir etnikten olmanın ana ilkeleri bunlardır ve bu nitelikler sayesinde etnik kimliğini yeniden üretebilir.

Biz Bulgaristan Türklerinin Etnik Türk Kimliği sürekli devlet saldırısına uğradığı için, yara aldı. Soykırım terörü yıllarında içimize kapanmıştık. Yeniden üreyerek dirilirken parçalandık. Yarımız Türkiye’de ve Batı ülkelerindedir ve güç kaybettik. Kimlik sürekli enerji yenilemek zorundadır. Maneviyatını beslemek zorundadır. Kimlik niteliklerimizi genç kuşağa aktarmak zorundayız. Bu da yalnız örnek davranışlarla değil bir de zengin dille olur ki, bu olanaklarımız son yıllarda çok daraldı. Şunu da belirtmek istiyorum. Etnik kimlik etnik şahsiyetlerde (kişiliklerde, bireylerde) yaşar ve onlarla yeniden ürer. Eğer kimliklerde bu yeniden üreme (kendini gençleştirme) gerçekleşemiyorsa, etnik kimlik bunalıma girer ki, asıl tehlikeli olan yani asıl sıra dışı olan, işte budur.

Kimlik krizi, kişiliğin yeniden üreme krizine girmesiyle başlar.
Bulgarlar, “biz bir milletiz” veya “Bulgaristan Türkleri Bulgar millerinden bir parçadır” dediklerinde Türkleri etkileyemediler. ya da “Bizim etnik kimliğimiz güçlüdür” gibi saçmalıklar da havada kaldı. Nüfus olarak yıldan yıla azalmaları, köylülükten kurtulamamaları, bunalım gölünün dibine yapıştıklarına kanıt oldu ve onlara bu kısır döngüden kurtuluş yoktur. Bulgar örneğinde, kolektif kişiliğin kimlik olarak yeniden üreyememe çamuruna saplandığına şahit oluyoruz. Bu, İvan doğdu, Bulgar kimliğiyle yetişti ve Bulgar kimliği ile öldü anlamında bir saptama değildir. Kolektif kimlik mezarlığı yoktur. Kolektif kimlik ayrı ayrı kişilerde doğar ve yaşar, sembol olur, kaybedildiğinde de bir daha bulunamaz, üretilemez.

Vurgulamaya anlatmaya çalıştığım 1984-1989 yılları arasında derinleştikçe derinleşen “soya dönüş süreci” adıyla yayılan ama aslında bir soykırımı denemesi olan baskın süreçte, Türk kimliğimizin yeniden üretilmesinden öte, Türk kimliğimizin ayrı ayrı öğlelerini yeniden üretebilme olanaklarımız elimizden alınınca, biz krize düştük. Bu sıkı yasaklar dönemi başladığında, isimlerimiz değiştirildiğinde ve Türklüğümüz ateşe verildiğinde yaşandı.

1989 Mayıs Ayaklanmamızda buluşmamız, kolektif kimliğimizi arayışımız, ortak kimliğimizi duyumsamayı, kendi gözlerimizle görebilmeyi arayışımızın nedeni, etnik kimliğimizi yeniden üretebilme olanaklarımıza edilen züllümdü. Terördü. Soykırımın derinleşmesiydi.
Söz konusu olan, nüfus olarak ürememiz değildir. (Bu da çok önemli tabii.)

Biz 1984-1989 yılları arasında da Bulgarlardan 2 defa daha fazla ürüyorduk. Türk kimliği (identiçnost-identity) olarak kendimizi yenilememizdi önemli olan. Bu ihtiyacı karşılamamız zorlaşmıştı. Aile ortamında, anadilde gördüğüm eğitim ve öğrenimle, dinsel, ahlaksal, geleneksel, kültürel vs etkileşimle kimliğimizi yenileyebilmemizin yolu kesilmişti. İsimlerimizin iadesi bu mücadelenin önemli bir parçasıydı, çünkü ismi olmayan insanın kimliği olmaz!
Başımızdaki çok büyük bir felaketti.

Öz isimlerimiz, Türk isimlerimiz olmadan, bir Türk şahsiyet, Türk kişilikli Türk kimliğimizi yaşatabilmemiz ve yeniden üretebilmemizin yolu tıkanmıştı. Gerçek budur. Ailemizden, geleneklerimizden, anamızdan, babamızdan, aile yaşlılarından koparılmıştık. Dalından koparılmış bir yaprak gibiydik. Bu konuya dönmemin somut sebepleri var. Kırmızı pasaport için Kimliğiniz satan Kosovalı Arnavutlara rastladım. Bir söz Bulgarca bilmeden, Bulgaristan’a girmeden kırmızı pasaport alıp AB ülkelerinde dolaşıyorlardı. İnsan kimliğini satamaz. Kimlik baskı, zulüm hedefi olamaz. Tarihte bu savaşlara neden olmuştur. Bulgaristan Türkleri barış değil, haklarını istemişlerdir, alamadıkları için, hak ve özgürlük mücadelemiz bugün de devam etmektedir. Başarısızlığımızın nedeni, hareketimiz içinden çıkan hainlerin davamızı kişisel çıkarları için satmaya çalışmasıdır.

Stratejik hedefimiz
Yukarıda işaret ettiğim üzere, her etnik topluluğun yaşamasının ana, stratejik amacı kimliğini yeniden üreterek gelişme ve mutlu olmaktır. Bu gelişme sürecinin Bulgar Anayasasında ve yasalarında adı geçmez. Daha açık konuşursak, 1991 Anayasası, tarihsel zulmü içinde gizlemek için hazırlanmış ve dayatılmıştır. Tehlikeyi sezen ve gören, doğru değerlendiren 23 milletvekilimizden hiç biri altına imza atmamıştır.

Biz, 1984’ten sonra şehitler verdik. Halk iradesinden oluşan selin içinde tek kişinin önemini gördük. Ne ki akan halk iradesinden doğan kudretti ve tanklarını demirini, kurşunların yönünü değiştirdik. Bulgar daha önce böyle bir şey görmemişlerdi. Bu topraklarda etnik azınlığın devlete ve kendine ana unsur süsü veren millete karşı ayaklandığı görülmemişti. Azınlığın çoğunluğu yenebildiği Darvin’in “evrim teorinde” vardı ama Bulgaristan’da uygulanmamıştı. Olan doğal bir gelişmeydi. Türk kadınların tankların üzerine çıkacağını düşünememişti. Halkımızın adalet isteğinden doğan kudret buydu. Ayaklanan Bulgaristan Türkleri “kiralık asker”, falan filan değil, dağlardan, yamaçlardan doğan ve kuvvetini Allahtan alan ve ancak adalet hak eden topluluklara bahşedilen bir kudretti.

Bu ayaklanma tesadüfi bir nefret patlaması değildi.
Türkler öfke tutan, öfke yükü altında ezilen bir millet değildir. Üstelik yüzyıllarca beraber yaşarken kimseden bir şey beklememiş, Bulgar’a el açmamış, eski haklarının iade edilmesiyle de yetineceğini defalarca açıklamış, belirtmiş, duyurmuştu. Türk kimliğinin yeniden yeşerip serpilip açması için 1946’da devletleştirilen, 1958’de Bulgar okullarıyla birleştirilen Türk okullarını geri istemiştik Basın ve yayın, radyo, TV, sahne oyunları, tiyatrolarını (kültürel haklarını) geri istemiştik. Etnik öz bilincini üreterek geliştirip zenginleştirerek yeniden üretmeye engel olunmamasını, (gelenekleriyle yaşamayı) talep etmiştik. Etnik bilinciyle, toplum içinde Türk kişiliğiyle Türk halkından bir parça olarak yaşamak, çalışmak, çekinmeden, cezalandırılacağından korkmadan anadilinde konuşma özgürlüğü istemiştik. İsimlerini, din haklarını, Türk olarak uygarlaşma haklarını istemiştik.

Bu haklar Türklerin Bulgaristan’da Müslüman Türk olarak yaşamasına ve diğer Müslüman azınlıklara (Pomaklara, Millete-Çingenelere, Tatarlara, Çeçenlere, Çerkezlere, Gagavuzlara vs öncülük edebilmesi için yeterliydi. Türk kimliğinin yalnız yarım ağızla geri verilmesini değil, meşrulaştırılmasını, yasalara göre normal şartlarda, kayıtsız koşulsuz geri istemiştik ve istiyoruz. Burada saklı kapaklı bir şey yoktu. Ve öyle bir devrimci durum ve ruh hali oluşmuştu ki, 500 kardeşimiz birden can verse, hepsi kutsalımızdır. Ve ayaklanmış olmamıza, göç etmemize rağmen Türk kimliğimiz hala yasallaşmamışsa, tanınmak istenmiyorsa bunun hesabı sorulacaktır.

Sorun etnik topluluğumuzun tarihte yaşayabilmesi için seçeceği yol meseleydi.
Kimliğimizi nasıl korumalıdık: Barışçı, diyalog, müzakereler yoluyla mı? Yoksa çapa kürekle kanlı mücadeleye devam ederek mi?
Hapishaneler, toplama kampları, sürgündekiler ve ömründe eline çocuğundan, oklavadan ve tütün iğnesinden başka alet almamış kadınlarımız, analarımız ve ninelerimiz isyan eri olmuşlardı. Ve bu selin yol göstereni, yön vereni, öncüleri ve lideri halkımızın kendi önsezisi ve bilinciydi. Bir kişinin bin kişiyle başettiği zamandı. Bulgarlar dize gelmiş. Türkler zafer çığlıkları atıyordu. Sıra dışı durum! Sıra dışı günlerdi. Bu öyle bir kopuştu ki, daha önce yaşanmamıştı. Razgrat ilinde Türkler bankalardan 153 milyon, Kırca Ali’de 360 milyon, Sliven köylerinde 100 milyon leva çekmişlerdi. Sıcak parası biten T. Jivkov hükümeti Moskova’dan acele 1 milyar 250 milyon leva istemişti. Türklerin hepsi bir olmuş Bulgaristan’ı terk etmek, Türkiye Cumhuriyetine göç etmek istemişlerdi.

Sıra dışı bir başka sorun daha vardı.
Ulusu olgunlaşamadığından ulusallık duygusu olmayan Bulgar milletinin olaylara yaklaşımı… Ömründe hiçbir zaman millet olamamış olan Bulgarlar, millet olmayı bir yapboz gibi görüyordu. “İstersem yaparım istersem bozarım” havalarına girmişti. Bir ulusun oluşum, erginlik ve olgunluk aşamalarının ne olduğundan haberi olmayan Bulgar yönetimil, belki de tüm bu olup bitenlerden bir şeyler umuyor ya da bekliyordu. Bulgar köylülerin bilinci uyanmış, dere taşarsa odun getirir ve birkaç odun yakalarız heyecanına kapılmışlardı.
Halk kendi kendine “bu işler neden böyle oluyor?” sorusunu sormazken, “Türklerin isimleriyle ne işimiz olur?” gibi soruları soranlar, yolun kapalı ve karanlık olduğunu görmeye başlamıştı. Karanlık çok katlıydı da Bulgar halkın görebildiğinden fazlasını görmek ve bilmek de istemiyordu. O ancak bir şeylere inanmak istiyordu. Öte yandan Gayrı Safi Milli Hasılatın yarısını üreten Türklerden kurtulmanın çöküş olacağını görmek bilmek isteyen de yoktu. Çünkü Türklerin fazla sömürülmesinden halkın cebine bir şey girmedi. Bilincine varılamayan ve izahı olmayan çöküş Bulgaristan’ı şu günlere getirdi.

Parti, devlet, radyo ve TV ne derse desin, gazete ve dergiler ne yazarsa yazsın, Bulgar kamuoyu ve aydın kesim “Bulgar milleti” veya “bütünsel Bulgar halkı” dendiğinde, Türkleri ve Çingeneleri bu kavramın kapsadığı topluluktan anında otomatik olarak dışlıyordu. Üstelik politik elit ile kamu bilinci de Türkler ile Çingenelere Bulgar milleti arasında yer gösterme gerekçesine asla inanmamıştı. Çünkü sıradan vatandaş da milli bilinç ile politik bilinç arasında fark yaparken, bu 2 azınlığın birinden olan ve politik şuuru yükselen bir vatandaşların kendiliğinden Bulgarlaşmayı kabul ettiğini hiçbir zaman düşünmemiş, bunu iddia edenlere inanmamış ve söyleneni kabul etmemişti.

Milli mensubiyet olarak Türklerin ve Çingenelerin hangi kıstaslara göre Bulgar kabul edileceğini de anlamak bile istemiyorlardı. Türkler ve Çingeneler vatandaş niteliklerine göre mi, yoksa etnik niteliklerine göre mi Bulgar oluyorlardı? Ve bu iş neden silah gücüyle oluyordu. Radyo ve TV, basın ve tüm diğer yayınlar sussa da, bu zorbalıkta ölen, yaralanan ve deliren Bulgar askerler vardı ve sayıları asla açıklanmadı. Bulgar Pomak zulmüne giriştiği her defasında şehitler vermişti. Onların isimlerini ve sayısını da gizledi ve bazı Pomak köylerindeki toplu mezarları açtırmadı… Bu şiddet olayları hafızası yaralı, ürkek ve korkak insan tipleri yaratmış, etnikleri Bulgar ulustan ve devletten tiksindirmişti.
O yıllarda şu da vardı. Bulgaristan Türk politik kamuoyu öncülerinden bir kısmı Bulgar milletine “Bulgar” olarak değil, bir “Bulgaristan vatandaşı” olarak katılmayı kabul ediyor gibiydi. Bu Türk kimliğinde çaresizlikten beliren bir çatlamaydı. Bugüne bugün “Bulgar Milletinden” söz ederken “soya dönüş süreci” nin başka bir şekilde de olsa devam ettiğini kabul etmemiz gerekir. Şu da var. Bulgar olmayı kabul edenlere de, ülkede sorunsuz yaşama hakkı henüz tanınmamıştır.
Milli Türk Azınlığı İşte bu olağanüstü karışık meseleden bir de “milli azınlık” kavramı doğdu. Bulgaristan koşullarında milli azınlık denince yalnız “Türk Milli Azınlığı” anlaşıldığından dolayı hep farklı yorumlar çıktı.

Bulgarlar hala komşu T.C. devletinin Bulgaristan “azınlığı” yorumunu gecikmeden yapıştırıverirken, yalnız kişiler ve topluluklar arasında değil, politik düzeyde de, ciddi bir tartışma sürüp gitmektedir. Bu konuda, Türklüğümüzün üstüne sünger çekmek isteyen başka bir güç ise, “Bulgar milli azınlıkları” kavramını kullanarak, hiçbir etnik azınlığa nefes alma hakkı tanımıyor. Ve biz de bu kavramın içinde eritiliyoruz. Bu anlayıştan “Bulgar Etnik Modeli” doğdu ve söndü. “Bulgar Etnik Modeli” dendiğinde hep Türkler anlaşıldı ve gettolarda olağanüstü sefil koşullarda yaşamak zorunda olan bu etnik topluluğun sayısı ise, şişirdikçe şişirilerek Avrupa Birliğinde para istendi ve bu paralar Çingenelerin durumunu değiştirmezken, zenginleri milyoner etti.
Bulgaristan, Avrupa Birliğinden Milli Türk Azınlığı içim parasal destek istemiyor. Çünkü Türklere “İslamlaştırılmış Bulgarlar” dediği günden beri tükürdüğünü yaşamıyor ve Türklere çektirmeye devam ediyor. Oysa herkes kendi derdine çare arasa Türkler şimdiye kadar sorunlarını mutlaka çözerdi, o zaman ise “Bulgar kavminin” yok oluyoruz korkusu büyüdükçe büyürdü. Bulgar gibi yaşamanın güvencesi, Türklerin zayıf olmasıdır. Türkler güçlendiğinde …

Bulgaristan koşullarında sıra dışı baskı yaratan bir sorun da korkudur.
Azınlıklarda, Bulgarların ağızından düşmeyen “soya dönüş süreci” fıkra ve efsanelerinden başka korku ocağını besleyen Bulgar milleti ve devletin tavrıdır. Derin tarihsel kökenleri olan olayın zulüm olarak geri döneceğinden Bulgarlar kadar, Türkler ve Çingeneler de korkuyor. Resmi tarih bu korkuyu kendinde ve kendisi yaşatıyor. Bu arada Avrupa Konseyinin 15 Mart 2010 tarihli bir Azınlıklarla İlgili Çerçeve Anlaşması olduğunu hatırlatmak isterim. Bu sözleşmede azlık hakları güvence altına alınmıştır. Hiçbir uluslararası anlaşmanın azınlık hakları bölümünü uygulamayan Bulgaristan hükumetleri Çerçeve Anlaşmasını da rafa kaldırmıştır. 2019’da Avrupa Konseyi Bulgaristan Dönem Başkanıydı. Politikacılar ve diplomatlar 6 ay Bulgaristan’da yediler içtiler, ama bir Türk köyünü ve bir Çingene gettosunu gidip görmediler. Bu da sıra dışı bir olaydı ve zavallı etnik durumumuzu dolaylı ve dolaysız etkiledi. Fakat Bulgar milleti dış dünya ile imzalanan anlaşmaların hepsinden sanki korkuyor ve hiç birini uygulamıyor. Bunun temelinde aslında ötekinden korku var ki, bu korku bugün de hem Bulgarları hem de Türkleri ve diğer azınlıkları rahatsız ediyor. Ne de olsa, korku kalkmadan huzur sağlanamıyor ve gerilim devam ediyor. Ve bu artık çözümü bulunamayan ve uzadıkça uzayan bir sorun olduğundan dolayı bütün ulusu ilgilendiriyor ve “Covid-19” yasakları da bu çok karşı huzursuzluğun tepesine püskül oluyor.

Kim ne derse desin, Bir Kimliğin Türk kimliği olduğunu belirleyen her zaman anadilimiz Türkçemizdir.
Pazar gün Sofya’da “Banya Başı Camii” ardındaki parkta Kuran Kursu öğrencilerinin Hatim Töreni vardı. Türk diplomatlar töreni izlediler. İyi geçti. Fakat bu çocukların hiç biri Türkçe bir söz öğrenmemişler. Türkçe öğrenmeden, Arapçayı baştanbaşa ezberleseler Türk Kimlikli olamazlar!
Sorunlarımız olağanüstü ciddileşmiştir.
Sıra dışı sorunlarımızı yorumlayarak sunmaya devam edeceğiz.
Ne mutlu Türküm diyene!

Reklamlar