Kırcaali’nin Eğridere (Ardino) kasabasına bağlı Dedeler (Dâdovsti) köyünde doğdu. Lisenin son sınıfına kadar Eğridere’de öğrenim gördü. Sofya Üniversitesinin Türkoloji Anabilim Dalından mezun oldu. “Yeni Hayat” dergisinde kadroya alındı. Birkaç yıl Rodoplar’da öğretmenlik yaptı.

Naci Ferhadov, daha 15 yaşlarındayken ilk şiiri basıldı. 1963 yılında “Halk Gençliği” gazetesinin bir edebiyat yarışmasına “Ayşe Kız” şiiriyle katıldı. Bundan sonra da yazdığı şiirleriyle edebiyat çevrelerinin dikkatini üzerine topladı. İnsanlarımızın hayatı, çileleri ve mutluluğu, şairin işlediği esas konulardı. 1965’te “Dağlı ve Deniz” başlıklı şiir kitabı basıldı. Burada toplanmış şiirlerinde insanların güncel hayatı dile getirilmektedir. Türkçe yazma yasaklanınca, Bulgarca şiirler yazdı. Naci Ferhadov hakkında Mehmet Çavuş’tan şu satırları okuyoruz:
“İnsanların hayatı, kaderi ve mutluluğu meselelerini parti anlayışıyla şiirleştirmeye çalışmış ve bu hususta Hasan Karahüseyinov’la beraber başarılı olmuştur.

Şiiri büyük olduğu kadar oyunlan ve virajları
da büyüktür. Bulgarlaştırma olayını önce tepkiyle
karşılamış, neden sonra ırkçı sosyalist rejimin,
Hasan Karahüseyinov’la beraber savunucusu
olmuş, sanatı ve insanlığı ayakaltı ederek bencilliğin sihirli kabuğuna sığınmıştır.”

(Mehmet Çavuş, Antoloji, 1988, sf. 306-307) Bulgar Komünist Partisinin Bulgarların isteği doğrultusunda şiirler yazmakla istidadını harcadı. Ancak, artık dünya da değişti; bu hususta Naci Ferhadov da gecikmedi.

“Bu acayip mezarlıkta bir şeyler arıyordum,
Benliğimi çiğneyerek yıllarca adım adım. Geniş
geniş açılan kapıların ardından Bana uzanan eller
Tırnakmış, geç anladım “
diyen şair, yürüdüğü yolun bilançosunu yaparak devam ediyor:
“Elde sıfır, akılda bir. Hırpalanmış ve yorgun
Geldim kapınıza, yürüdüm adım adım…
Yapacağım bir tek iş, bildiğim gerçekleri
Sağırların kulağına Haykırmakmış, anladım”
“Hak ve Özgürlük” gazetesinde basılan en yeni şiirlerinde gerçek sanat yoluna döneceğine söz veriyor ve okurlarını umutlandırıyor.

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, şunu diyen bir yazı 'Naci Ferhadov (D.10 Mart 1940- 2013) Benim sizden gizlendiğim yerlerde sesi olana türkü söylemek yasak. Yaprak dökümleri ayak altında kuşlar dilini gölgeleri yıkmışlar. Yaralara çiçek getirmiş kara Güneş dersen mutlu yarından uzak. Aka ak diyenlerin boğazını sıkmışlar. Yaşanır mi öyle yerde, hadi dön gel, demeyin; Yaşanıyor, kadınlar kızlar çarpılıyorsun hangisine vurulsan. Kiskanmak yok,ne güzel kim kıskanacak acıyı yinele gençliğini durmadan. Oysa biliyorsun çoktan aynanın karşısına kurulsan Göremezsin kendini gözlerini yummadan. Naci Ferhadov Mayis 2007'

ŞİİRLER
AYŞE KIZ (İbrahim Tutarlı, Antoloji, 1964, sf: 349-352)

Telli pullu horozları var ama,
Ayşe kızın türküsüyle açılır köyümün sabahları.
En erken uyanır Ayşe kızın türküsü
Dolaşır kapı kapı arşınlar sokakları…
Bir güneş doğar Vardar üstünden
Yamaçlardan sıyrılır tepelerin gölgesi.
Süt kamyonu dayandı mı fermaya
Korkaklara meydan okur Ayşenin sesi:
– Üç kilo plan üstü. Yaşa Alabaş! Yeni
rekor vereceğiz inanın buna!… Ve ateşli
bir buse yapıştırır
Yarma yiyen ineğin tozlu burnuna…
* * *
Ayşe kızın doğduğu gün vurdular babasını.
Babası kurban gitti bir sınıf dalgasında.
Bir de annesi bilir nasıl doğurduğunu
Nasıl tuttu sancılar içersinde kocasının yasını
Nasıl yuttu zehirli bir hap gibi
Evin direğinin yakılışmı,
Sadece bir defa ışıldadı gözleri.
Ve Ayşe kızı ilân etti sahneye çıkışını.
Bu sevinç son sevinçti
Bundan böyle annesi hiçbir defa gülmedi.
Ölüm tekrar atladı kapının eşiğini
Ayşe kız dalından kopmuş bir yaprak gibi
Düştü “merhametli” Hacı’nm kapısına
Ekmek derdi salladı beşiğini…
Ayşe kızın yaşı otuz otuzbir
Karık çekmiş alnına sarsıntılı bir devir
Çocukluğu berbattı Ayşe kızın
Solan ümitlerinin beyazlığı saçında.
Bir cenk oldu dört duvar arasında
Onbeşinde kaybetti kızlığını
Ve bir bıçak yarası kanadı sol kaşında.
Yara geçti, izi kaldı Ayşe kız
Canevinde bir top ateş
Bıçaklanan hülyaların sızısı.
Gelinlik, ah gelinlik – alnının karayazısı…
Nice çarpıntılarla bekliyordun o günü
Kaç defalar gizlice kına yakmıştın eline
İlk çevreni yeller aldı Ayşe kız
Kederin de gömüldü kaderinin seline
Arık topraklarda, tozlu yollarda
Yırtık çarıklarını sürüdü yıllar,.
Bilekçe taktılar koluna adaletin
Astılar, kestiler, kurşun sıktılar,
Kanlı izler bırakarak yürüdü yıllar…
Poyraz yeller esti dağ başlarında
Ömür ağacından yaprak yaprak döküldü yıllar
Sonra, adaletin namlısına düştü
Zalimlerin ördüğü kirli çorap
İlmek ilmek söküldü gizlenen kanlı sırlar…
Şefkatli bir anne doğurdu sana yıllar
Gözlerinde filiz gibi yeşerdi emellerin.
Çengel… nokta… tekerlek… doldurdun defterini
Ömründe ilk defa kalem tuttu ellerin.
Ellerin barış yazdı sayfaların başına
Eklendi birer birer
Ter kokulu yıllar hürriyetin yaşma.
Gençlik bayrak salladı nice iskelelerde
Canını verdin sen de bol gelir savaşına
Lâkin unutamadın bir türlü geçmişini
Utandın, kaçtın bizten. Ama olmaz ki, nerde?
Gençlik bu kızkardeş, kafeste kuş değil ki
Türküsüz, eğlencesiz durur mu? Bırakır mı?
Gelirsin, gelmezsin… derken bir akşam
Götürdük ye seni kültür evine.
Ahmet de bir vurdu mu sazın ince teline
Artık dayanamadın. Bir türkü söyledin.
Pes! dedi sesine tüm dağların kuşları.
Hani siper arar yavru kuşlar yağmurda
Islak kanatçıklarını çırparak hani
Hazindir uçuşları…
Öylece sığındık türkünün kanatlarına
Uçtuk, seneleri sayfa sayfa açarak
Bravo! Bravo! Ayşe kız!
Bak nasıl yükseldi sesin
Aramızdaki buz duvarı bir hamlede aşarak
Ve çekildi doludizgin yarını…
Sonra Ahmet tutturdu yanık yanık:
“Gönlümü gönlüne bağladın Ayşem,
Aşkınla kalbimi dağladın Ayşem”,
Dur hele, dur hele! Ne o Ayşe kız?
Ah ne hoş bir kıvılcım parladı gözlerinde

Yanakların tutuştu, tutuştu dudakların.
Neden yutkunuyorsun? Susuz musun, yandın mı?.,
Ahmet ne zamandır vurgundur sana
Sen de mi vuruldun? Sevdin mi, inandın mı?..
* **
Âşıkların kalbinteki alevle
Işıklı bir yıldız gibi yan köyüm!
Yüksel gençliğimizin çelik kanatlariyle
Kızıl bir bayrak gibi dalgalan köyüm!
Asfalt yolların da var, üç katlı evlerin de
Telli pullu horozların da var ya,
Ayşe kızın türküsüyle açılır sabahların.
En erken uyanır Ayşe kızın türküsü
Dolaşır kapı kapı, arşınlar sokakları.
Bu türküde derin bir uyanış var
Sevmek, aşka inanmak
Yarınların ateşiyle yanmak var bu türküde
Söyle kızkardeşim, söyle Ayşe kız
Sesin çiğ damlası gibi düşsün dallara
Tütün tarlaları bizi bekliyor. Uyanın komşular!
Sandık, sepet – dolu demek
Düşün yollara…
Kumral saçlı, şahin gözlü Çolak Nikola.
“Ocağımı gömdün darağacı Yaprakların
kurusun” demiş annesi Lanet okumuş
köküne, filizine. Kabahatsiz olduğunu
bilmezlermiş ki İyi insanlar düşman
bellemiş seni. Matem tutar anneler, yetim
çocuklar Dökmüş durmuş üstüne
yüreğinden gelen! Ağzın yok ki, dilin yok
ki cevap verecek Ben de kederliyim,
mecalsizim diyecek. Susmuşsun taş gibi
Beklemişsin o gelecek yarını. Yağan
yağmur yıkamış, Esen rüzgâr sarmış
yaralarını…
Neler bilirsin sen, neler bilirsin Ama ağzın
dilin yok, söyliyemezsin. Mevsim mevsim
değişip öylece dikilirsin Yılların bıraktığı
canlı bir heykel gibi. Ve birşeyler
fısıldarsın estikçe rüzgâr “Kurşun
sıkılmasın yapraklarıma Dallarımda kuşlar
ötsün!” der gibi…

ULU MEŞE
(ibrahim Tatarh, Antoloji, 1964, sf: 348-349)

Neler bilirsin sen, neler bilirsin… Her
yaprağın yazılmamış bir destan Her
dudağın bir anıttır yaprak içinde. Ağzın
yok, dilin yok, konuşmazsın Mevsim
mevsim değişip öylece dikilirsin Yılların
bıraktığı canlı bir heykel gibi
Köklerin damar damar toprak içinde…
* * *
Bilirsin, bir Fatmesi varmış bu köyün Hang
sonraları Bayrak Fatme demişler. Kandil
ışığında işlemiş inkılâp bayrağını Geceleri
uykusundan çalarak, Anasından
babasından gizlice. Sonra en yüksek yerine
asmışlar senin Köy gençleri bu bayrağı bir
gece. Tüfek seslerinden uyanmışsın ertesi
sabah Kurşun sıkmışlar daim budağına
Delik deşik olmuş tüm yaprakların
Yeşilimsi bir su sızmış kabuğunun altından
Dul kalan gelinlerin gözyaşlarmdan acı. En
alçak dalında ipe çekilmiş.

GEÇ ANLADIM
(Hak ve Özgürlük, Sayı: 16,1991)

Gözlerimi açtıkça perdeye varıyorum.
Kapadıkça, bugünüme yerleştim adım adım. Ne
zamansa yoluma çıkacak olan kadın sokmuş bir
çıkmaza beni bırakmış, geç anladım.
Bu acayip mezarlıkta bir şeyler arıyordum,
benliğimi çiğneyerek yıllarca adım adım.
Geniş geniş açılan kapıların ardından bana
uzanan eller tırnakmış, geç anladım.
Düşüncemi dondurdular, yırtık sesimle sordum.
Yanıtlayan dudaklar sırıttı adım adım.
Çizdikleri yolların en “yapıcı” niyeti hırçın
ayaklarımı kırmakmış, geç anladım.
Elde sıfır, akılda bir. Hırpalanmış ve yorgun
geldim kapınıza, yürüdüm adım adım…
Yapacağım bir tek iş, bildiğim gerçekleri
sağırların kulağına haykırmakmış, anladım

 

 

Reklamlar