Tarih: 02.06.2019
Yazan: Nevzat ÖZTÜRK
İlahiyatçı, Eğitimci Yazar
 Konu: Ka­bir­le­ri zi­ya­ret et­mek, ora­da bu­lu­nan­la­ra se­lâm ve­rip duâ ve is­tiğ­far­da bu­lun­mak, on­lar adı­na ha­yır/ha­se­nât ya­pıp Kur’ân ti­lâ­vet et­mek, mev­tâ­lar (ölüler) için bir rah­met ve­sî­le­si­dir.

Rasûlullah (s.av) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Ölümü çokça hatırlayın! Çünkü ölümü hatırlamak, (insanı) günahlardan arındırır, dünyaya karşı zâhid kılar. Eğer zenginken ölümü düşünürseniz, sizi zenginliğin âfetlerinden korur. Fakirken tefekkür ederseniz, hayatınızdan memnun olmanızı sağlar.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 47) “Ölümü ve öldükten sonra ceset ve kemiklerin çürümesini hatırlayın! Âhiret hayatını isteyen, dünya hayatının süsünü terk eder.” (Tirmizî, Kıyâmet, 24) “…Kim ölümü çokça hatırlarsa Allah onu sever.” (Heysemî, X, 325) “Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız.” (Tirmizî, Kıyâmet, 26)

Bu sebeple bir müslüman, her gün bir müddet ölümü tefekkür ederek, ruhlarına mânevî zindelik kazandırır. Zira nefis ve şeytanın asiliğe sevkinin engellenmesi ve ruh dünyamızın olgunlaşması için ölümü düşünmek(tefekkürü mevt) müstesnâ bir vesîledir. Bu tefekkürden aldığı mânevî zindelikle mü’min, yanlış ve boş işlerden sakınır, daima faydalı işler yapmaya ve bol bol sâlih ameller işlemeye gayret eder.

Rivâyete göre Hazret-i Ali (r.a.) kabirleri sıkça ziyaret ederdi. Bir gün ona: “Nedir bu hâlin ey Ali, kabirleri komşu edindin?!” dediler. O da şu cevabı verdi: “Onların sâdık komşular olduğunu gördüm! Zira hiçbir kötülük yapmıyorlar ve (hâlleriyle bizlere ibret dersi vererek dâimâ) âhireti hatırlatıyorlar!” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 102/34514)

İslam alimleri, gafletten kurtulup ömür nimetini, sâlih amellerle değerlendirebilmemiz ve her daim hamd, şükür ve rızâ hâlinde, huzurlu bir kulluk hayatı yaşayabilmemiz için, şu tavsiyelerde bulunurlar:

“Zaman zaman hastahanelere giderek hastaları ziyaret et! O muzdaripler gibi hastalıklara müptelâ olmadığını ve üzerindeki sıhhat nîmetini düşünerek hâline şükret!

Zaman zaman hapishanelere giderek oradaki mahkûmların binbir ıztırapla dolu zindan hayatlarını tefekkür et! Cinâyetlerin bir anlık öfke veya cinnet neticesinde işlendiğini, diğer taraftan mazlum olarak hapse düşüp o cefâya katlananların da bulunduğunu, onların yerinde kendinin de olabileceğini düşün! Allah Teâlâ seni bu hâle düşmekten muhâfaza ettiği için O’na şükret! Oradakilerin selâmeti için de duâ et!

Sonra kabristanlara git, oradaki mezar taşlarından hâl lisânıyla yükselen sessiz feryatları dinle! Ömür nîmetini kaybettikten sonra pişman olmanın bir fayda vermeyeceğini düşün! Vakitlerinin kıymetini bil! Mezarda yatanlar için duâ ve istiğfâr et! Ve bundan sonraki günlerini daha çok hamd, şükür ve zikir ile değerlendirmeye çalış!”

Hakîkaten, insana ölümü ve âhireti düşündüren en güzel vesîle, kabir ziyaretidir.

Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Ben size kabir ziyaretini yasaklamıştım… Artık ziyaret edebilirsiniz. Çünkü kabir ziyareti size âhireti hatırlatır.” (Tirmizî, Cenâiz, 60; Bkz. Müslim, Cenâiz, 106)

Peygamber Efendimiz nübüvvetinin (Peygamberliğin) başlangıcında, kabir ziyaretini, tekrar şirke dönülmesi tehlikesinden dolayı yasaklamıştı. Zira câhiliye za­ma­nın­da in­san­lar, ec­dat­la­rı­na âit ruh­la­rın kud­si­yet ka­zan­dı­ğı­nı dü­şü­nür ve ölülerinin çokluğunu öne sürüp kavimlerinin büyüklüğüyle övünmek için ka­bir zi­ya­re­tin­de bu­lu­nur­lar­dı. Efendimiz (s.a.v.), bu câ­hi­li­ye âde­tin­den bir eser kal­ma­ma­sı için, ilk za­man­lar ka­bir zi­ya­re­ti­ni yasaklamıştı. Fakat İslâm kuvvet bulup îman ve tevhid kalplere iyice yerleştikten sonra, artık mezarlara tapınma, onlardan bir medet umma ve onlara kudsiyet atfetme endişesine mahal kalmadığı için, Efendimiz kabir ziyaretlerine izin vermiş ve hattâ bunu teşvik etmiştir.

Allah Rasûlü, Bakî Kabristanı’ndaki ashâbını ve Uhud şehidlerini sık sık ziyaret ederdi. Hazret-i Âişe vâlidemizin ifâdesine göre, Efendimiz kendisinin yanında kaldığı her gecenin son kısmında Bakî Kabristanı’na gider, oradakilere selâm verip duâ ederdi ( Müslim, Cenâiz, 102.).

Hattâ bir gece Cebrâil (r.a.) Peygamber Efendimiz’e gelip: “Rabbin Bakî ehline gidip onlar için istiğfâr etmeni emrediyor!” buyurmuştur. Efendimiz de hemen bu emre icâbet edip Cennetü’l-Bakî’yi ziyaret etmiştir. (Müslim, Cenâiz, 103)

Yine Hazret-i Peygamber r ashâb-ı kirâma, kabristana gittikleri zaman şöyle demelerini öğretirdi: “Selâm size, ey bu diyârın mü’min ve müslim halkı! İnşâallah yakında biz de aranıza katılacağız. Allâh’ın bizi de sizi de bağışlamasını dilerim.” (Müslim, Cenâiz, 104)

Bir müʼmin de kabristana gittiğinde, önce kabir halkına selâm vermeli, onlar için duâ etmeli, mümkün olduğunca Kurʼân okumalı ve bir gün kendisinin de onlar gibi olacağını tefekkür etmelidir.

Kabir üzerine Kur’ân-ı Kerîm okumanın meşrûiyyeti hususunda bütün ulemâ kesin bir kanaate varmıştır. Kabir ziyaretlerinde Kur’ân okumak, 1400 senedir tatbik edilen bir icmâdır (İcma: İslâm âlimlerinin bir konuda ittifak etmeleridir). Kur’ân ti­lâ­ve­tiyle hâsıl olan ilâ­hî rah­met­ten mevtâların da is­ti­fâ­de­si için bil­has­sa Yâ­sîn-i Şe­rîf okumak, her­ke­sin bil­di­ği bir usûl­dür.

Kabir ziyareti, İslâmî edep esaslarına riâyet ederek  icrâ edildiğinde pek çok hayra vesîledir. Zira ölümü tefekkür neticesinde nefislerin ihtirasının(hırsının) kırılacağı, insanın daha çok Allah’a hakiki manada kul olmaya  yönelip daha yumuşak/merhametli kalbe sahip olacağı ve dünyada ebedi(kalıcı) edâsıyla dolaşma gafletinden sakınacağı muhakkaktır. Kabristanlar, her insanın kendi istikbâlini gösteren bir ayna gibidir. İnsan bu aynaya sık sık ve ibret nazarıyla bakabilirse, hayatını boş hevesler peşinde ziyan etmekten de uzak durur. Dolayısıyla kabir ziyaretleri, ölüme ve âhirete hazırlanma gayretinin en güzel vesîlesidir.

Bunun içindir ki ecdadımız, kabristanları bilhassa câmi önlerine ve şehir içlerine yapmışlardır. Bu sâyede, oradan gelip geçen insanların, hem ölülere Fatiha okuyup rahmete vesilesi olmalarını, hem de kendi istikballerini seyredip ölümü daha çok tefekkür etmelerini temin etmişlerdir.

Diğer taraftan, ka­bir zi­ya­retinde bâ­zı yan­lış tavırlardan da titizlikle sakınmak gerekir: Meselâ ka­bir­le­rin ba­şın­da mum yak­mak, ça­put bağ­la­mak ve doğ­ru­dan doğ­ru­ya o ka­bir­de ya­tan zattan medet ummak gi­bi… Aslâ unutmamak gerekir ki, kabirde yatan kimse ne kadar büyük bir zât olursa olsun, onun şahsından bir şey istenmemelidir. Onun Hak katındaki kıymet ve hatırı vesilesiyle, yine Allahʼtan istenmelidir.

Çünkü kendisinden bir şey istenecek olan yegâne merci, fâil-i mutlak(dilediğini, dilediği zaman yapabilen, güç ve kudret sahibi) olan Cenâb-ı Hakʼtır. O dilemedikçe hiçbir kul, hiçbir hayrı meydana getiremez, hiçbir şerri de defedemez. Bu yüzden, Allah dostlarının/salih zatların gıyabında veya kabirlerini ziyaret esnasında; “Ey filân zât! Bana şifâ ver! Benim şu ihtiyacımı gider!” gibi cahilce sözlerle, doğrudan doğruya onlardan talepte bulunmak, şirke kapı aralayabilecek derecede büyük bir yanlıştır. Son derece  hassas olan tevhid inancını zedeleyebilecek bu ve benzeri sözlerden titizlikle sakınmak gerekir.

Maddî/mânevî sıkıntıların  halledilmesinde, kâinâtın sevk ve idaresinde, Allah’tan başkasının mutlak tasarrufunun bulunabileceği izlenimini veren her türlü ifadeden şiddetle kaçınılmalıdır. Gaflet veya cehâletleri sebebiyle ucu şirke varan davranışlarda bulunanları ikaz etmek, her müʼminin vazifesidir. Fakat bu husustaki aşı­rı­lık­la­ra karşı çıkmak adına, İslâmî edebe riayete ederek yapılan ka­bir zi­ya­re­tleri­ni de “şirk” sa­ya­cak ka­dar ile­ri gi­den­ler, bu hatanın bir benzerini ter­sin­den or­ta­ya koy­muş olmak­ta­dırlar.

İs­lâm, her me­se­le­de ol­du­ğu gi­bi ka­bir zi­ya­re­ti hu­su­sun­da da îti­dâli esas al­mıştır. Pey­gam­ber Efendimiz  ve as­hâbının söz ve fiilleri, bu hu­sus­ta if­rat ve tef­ri­te kaçmadan na­sıl dav­ra­n­mak ge­rekti­ği­nin en güzel örneğidir.

Kabir  ziyareti, kabirdeki insana Kur’an okumak veya dua yapmanın ötesinde daha büyük bir şeydir. İnsan mezarlığa gidince toprağın altındaki ile fiziken yaklaşıyor, duygu dünyasında hemhâl oluyor, hatıralarına dalıyor; yaşadığı bayram iklimine mezardaki annesini, babasını, dedesini, halasını manen dâhil ediyor. Böylece fiziki âlemdeki bayram buluşmasındaki eksikler duygu dünyasının gayretiyle tamamlanmış oluyor. Kimi hayatta kimi mezarda olsa da aile bayramın o neşe ikliminde bir araya geliyor.

İlk gençlik yıllarımda, arefeden başlayarak Ramazan ve Kurban Bayramı günlerinde insanların mezarlıklara koşturarak yıllar önce defnettikleri akrabalarının kabirlerini ziyarete gitmelerini tuhaf bulurdum. Açıktan seslendirmesem de “Hayatta olanlarla doğru dürüst bayramlaşmıyorsunuz, koşarak buralara geliyorsunuz.” şeklinde söylendiğim olurdu. Bana göre insanlar, bayramlaşmanın gereğini yapmıyorlar, komşu ve akrabalarıyla gerektiği şekilde bayramlaşmıyorlar ama mezarda cansız yatanlarla bayramlaşmaya gidiyorlardı. Bu bir tezat değil miydi?  Böyle düşünürdüm.

Yaşım ilerledikçe bayram günlerinde insanların mezarlıklara koşarak gitmesini tuhaf karşılayışıma dair düşüncenin beni terk ettiğini anladım. O ziyaretler makul, gerekli, doğru gelmeye başlamıştı. Ben de herkes gibi her bayramda kendimi mezarlıkta bulmaya, çocuklarımı da mezarlığa götürmeye başlamıştım.  Yaşım kırkı geçip annemi kaybettikten sonraki bayramlarda, insanların yoğun şekilde mezarlıklara koşturmasının anlamı ben de iyiden iyiye değişti. İnsanlar doğru bir şey yapıyorlardı.

Hasılı değerli dostlar, Arefe günü, Bayram günleri gelin kabirleri ziyaret edelim. Kur’an okuyalım, dualar yapalım. Bunu yaparken “ölmeden önce ölebilmeyi” deneyelim. Kabir ziyaretini sadece kabirdekiler açısından değil, her an “kabire girmeye aday” nefsimiz açısından değerlendirelim ve tefekkür edelim. Kabir ziyaretlerine giderken çocuklarımızı da götürerek onlara bu dünyanın faniliğini anlatalım. Anlatalım ki, dünyevi hırsları ile dünyayı bize zindan etmesinler.

Tüm geçmişlerimize, ahirete irtihal eden ölülerimize rahmet diliyorum. Rabbim merhameti ile muamele eylesin.

Allah’a emanet olun…   Saygı ve selamlarımla.

Dostlarınızla paylaşmayı unutmayınız

Reklamlar