Filiz Soyturk2

Filiz SOYTÜRK

Konu: Bugünün şiiri yarın yazılmaz.

Yaşanan günün hakkını veriyor muyuz?

Şair aklından geçen duygu ve düşüncelerin her gün kaleme alması gerekir.

Daha net anlaşılması için, bunu herhangi bir şeyle karşılaştırmamız gerektiğinde, en uygun olan, bamyadır. Çiçeği ne kadar büyük ve vaadedici olursa olsun, meyvesi ilk günün sabahında koparılır. Bekletileni makbul değildir.

Şair de yaşadıklarını her gün kaleme alır, düşündüklerini, karşılaştığı şeyleri dumanı üstünde yazıp anlatırsa, doğru davranıyor demektir; ama arada bir bunu yapamazsa, fazla bir şey kaybetmiş sayılmaz.

Tolstoy “Savaş ve Barışı” o savaştan 45 yıl sonra yazmıştı.

Bir yaratıcının yeteneği birden bire, ilk eserlerinde bütün gücüyle parlayamayabilir. Ne var ki, insan kendini, işine adadığını hissediyorsa ve çaba harcıyorsa yürüyeceği yolu bulur.

Bizim Bulgaristan Türkleri yaratıcılığında son çeyrek yüzyılda duraksama gözleniyor. Son yılların ne seçme hikâyeleri, ne seçme şiirleri ne de seçme fıkralarımız çıktı. Ahmet Şerif, Halit Dağlı, İsmail Cambaz, Sabri Alagöz gibi yaratıcılarımızın eserleri yaratıcılık dünyamıza ilham veremedi. Aydınlarda birikim patlaması olmadan, dip dalgası hareketlenmez!

Yirmi birinci yüzyılda Bulgaristan Türkleri edebiyatını yaratma çabalarımız sanki yerinde sayıyor. Çekinerek yazsam da, ilerleme olanaksız hale geldi. Elektronik medya çağında, olaylar ve karakterler bilinir, şair ve yazara sadece olan biteni yazı diliyle canlandırmak kalır. Tek şey, kendi hazinesini de kullanarak, kaleme almak ve paylaşmaktır.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında yaratan şair ve yazarlarımızın büyük kısmının Türkiye’ye göçtüklerinde, orada duygularını devamlı besleyen ilham ortamı bulamadıkları artık biliniyor.

Oysa onlar beraberlerinde çok uzun süren bir zulüm devri izlerini, hapishane yaralarını, “Büyük Göç” acısını, hemen öyle kısa sürede solması beklenmeyen bu gerçeklikten motifler, ifade edilmesi gereken konular asıl özdü. Bunları güzel yapıtlar olarak ortaya koymak ise, şair ve yazarlarımıza düşerdi. “Belene” şarkısı, ata toprağından sökülmemizin ağıtı, Büyük Göçün destansal, poetik, sanatsal yansıması vs beklendi. Bunu, Bulgar hükumetinde görevli, maaşlı yaratıcılardan beklemedik, çeki deryasında ezilenlerin ruh sesinden umut etmiştik.

Düşünüldüğünde, insan birçok şeyi yazabilir, ama yaşanmayanı, yeterince derin araştırmadan yazamaz. “Belene” kampında kaldınız ise, balıkları ve balıkçıları anlatabilirsiniz belki ama kutup ayılarını ve avcıları değil. 1990 birçoklarımız için bir kırılma dönemi oldu. Yazmadan edemeyen aydınlarımızın kalemleri yazmaz oldu…

Yıllarca süren eziyetten sonra, düşüncelerini bir çınar gölgesinde gökten dökülürcesine akıtmak için giden yazar ve şairimizden biri olan yazar Ömer Osman’ın son eserine “Sevgi Kırıntıları Arıyorum Yollarda” adını koyması manidar oldu.

Doğal yeteneği olanlar bile, kıvamlı huzura kavuşamadan, güneşe ve yıldızlara sorup anlatmak istediklerini dökemeden sustular. Mehmet Türker gibi Rodoplu, Sabri Tata gibi Deliormanlı yaratıcılarımız kitap ardına kitap yazsa da, etnik topluluğumuzun çocukluk hallerini bilmediklerinden olacak, kalemin ucunu efsanelerimize dayandırıp başımıza gelenleri doyurucu ve doğru yansıtamadılar. Her devrin, her ortamın ve her neslin kıvamını tutturmak çok zor olsa gerek.

Türkçe de yazan tükenmezlerini ceplerinde taşıyanlarımızın Koşukavak, Mestanlı ve Kırcali buluşmaları külleri karıştırdı karıştırmasına da, hemen alevlenen köz bulunamadı. Üzerlerinden yarım yüzyıl geçen “Soğuk Pınar” tartışmalarını zaman soldurmuştu.

Eğri Dere’de geleneksel edebiyat buluşmaları, yerli yazar ve şairlerimizle periyodik görüşmeler tohumlarını ekmeye devam ediyor. Edebiyatımızın canlanması için yeni bir Nazım Hikmet rüzgarı bekleyemeyiz. Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Yaşar Kemal ilhamı da soldu. Yol göstericilere ihtiyaç var. Yetenek sahibi yeni nesilden daha çok şey beklense de, kıdemli kalemler sanki gonca kelemlere aşı yapamıyor. Edebiyatımız düşecek olan son kalemiz olmalıdır. Dayanmak zorundayız.

 

Reklamlar