Dostoyevski’nin Gözüyle 1877 – 1878 Rus-Türk Savaşında

Rusların Kurtarıcılık Misyonu ve Bulgar Gerçeği

Hiç olmazsa Dostoyevski kadar gerçekçi olalım…

 

Her yıl kutlanan 3 Mart milli Bayramında Şipka Tepesi’nde Süleyman Paşa ve birçok fesli Osmanlı askeri maketinin kafası kesiliyor. Osmanlı tarihe geçmiş olalı bir asır olsa da bu sahneler birlikte olacağımız geleceğimizi zehirlemeye şiddetle devam etmektedir. Bu görüntülerden inssan olarak hepimiz tiksiniyor olsak da bu güne kadar hiç bir güç buna dur deme cesareti gösteremedi. Şipka’da kafası kesilenler Osmanlılı olsa da, kastedilenler, gözdağı verilmek istenenler, hedeftekiler hep Bulgaristan’da yaşayan Müslüman-Türk halkıdır.

Rafet Ulutürk
Rafet Ulutürk

Ne yazık ki, Bulgaristan’da Müslüman-Türk düşmanlığı zaman aşımına uğramadığı gibi boyle sahnelerle bu zihniyetteki yönetim tarzı  gün geçtikçe daha da hiddetleniyor çünkü bundan birileri nemalanıyor. Sözde Bulgar milliyetçiliğinin Türkleri aşağılama temeline dayalı olmasından hakiki Bulgar milliyetçileri de farkındadır. Avrupaya çıkmış bir Bulgarın İngiliz, Alman, Fransız veya her hangi bir Avrupalı ile kurduğu bir diyalog, iletişim ve ilişkideki sergildiği özgüvende bu çok açık bir şekilde gözlenmektedir.

Rus-Türk savaşında ölen Ruslara büyük anıt yapılırken burada Müslüman-Türk askerleri de şehit olmuştur bunlara da bir anıt yapalım diyen olmadığı gibi bir dikili taş koymak da kimsenin aklına gelmedi. Hatta bunu Müslüman halkından bile söyleyebilenler çıkmadı, “bizler bulgaristanın pastasını bölenleriz” diyen sözde kahramanlardan da bu sözler çıkmadı. Hani Osmanlı “barbar” ya sizzler “medeniyetli” olanar 100 yılda şehit düşen Müslüman-Türk askerlerine bir anıt yapılmasını söyleyemediniz bile?

 

Yabancı diplomatlar, “Medeni Avrupa” Şipka’da tekrar tekrar yaşatılan bu vahşet sahnesini seyrederken hep bakışırlar, ama her defasında sessiz kalmayı tercih ederler çünkü söz konusu maduriyet Türkler ise “ADALET” böyle çalıştığına kendilerini inandırmışlardır.

Oysa, Avrupa Birliği Konseyi’nin topluluk halkları arasında düşmanlık duyguları yaşatan tarihsel olayların abartılmadan anımsanmasına ilişkin genelgesi herkesçe bilinir, fakat uygulanmaması manidardır.

3 Mart günü yine Şipka’da devlet adına konuşma da yapılır. 100 defa okunan aynı demeçte Osmanlı hep kötüdür, Bulgarlar hep ‘esir’ Ruslar ise kurtarıcıdır. Ama Rusların asıl hedefinin Bulgarları kurtarmak değil, Akdeniz gibi sıcak denizlere inebilmektir. Bulgarlar ise sadece kullanılır. Bu gerçeklerden de hiç kimseler bahsetmez. Bulgaristan’da savaşa gelen Rus askerleri kendi köylüleri sefalet içinde hayatta kalmaya çalışırken Bulgar köylüsünün zengin yaşantısının etkisiyle savaşma isteği kırılır ve kendilerine söylenen yalanlarla aldatıldığının farkına varır. Bu nedenle bizatihi Rus Çarı savaş alanına gelerek askeri teşvik eder. Bunlarda da Bulgar halkından ustaca gizlenir.

 

‘Esaret’ döneminde Bulgar ulusunun uyanış çağını parlak yaşadığından söz edilmez. Osmanlının Bulgaristan’a Bulgar nüfustan topladığı vergilerden 10 kat daha fazla yatırım yapıldığından, günümüz Bulgaristan topraklarında bulunan en büyük kilise manastır, caami, köprü, hamam v.b. hep Osmanlı zamanında ve Osmanlı parasıyla kurulduğundan hiç kimse bahsetmez bunlara kimseler değinmez.

Osmanlı ‘esareti’ yıllarında ülkede Bulgar liselerinin Bulgarın ana dilinde tedrisat gördüğü, gazete ve dergiler çıkarıldığı, kitap basıldığından, vergi alamayan bölgeler olduğundan, son 150 yılda Osmanlı’nın Bulgar nüfustan asker toplamadığından vs. vs. söz bile edilmez. Osmanlıdan sonraki Bulgar devletini yönetenlerinin (Başbakanlar, bakanlar, valiler v.s.) birçoğu İstanbul’da eğitim gördüğü çok erbabça gizlenilmiştir.

Fakat 21.y.y.bir medeni Avrupa ülkesi Bulgaristan’da Türk çocukları hala Türkçe okuyamaz, bunu da kimse görmez veya görmek istemez.

Son 1000 yılın en büyük düşünürlerinden olan Karl Marx 1853-1863 yılları arasında Londra’da Amerikan gazetelerinin Avrupa ve Yakın Doğu muhabiri olarak çalışırken, Osmanlı tarım üretimi ve köylü yaşamı üstüne yazılarını “Cennet” başlığı altında yazmış olsa da, bunlar anımsanmaz.

Yıllardan beri hepimizi ilgilendiren bu konuyu, halen Bursa’da yaşayan, 16 Mayıs 1944 Tırgovişte (Eskicuma) doğumlu büyük şair, yazar, çevirmen ve araştırmacı yazarımız Ahmet Emin Atasoy’dur. En ünlü dünya yazarları listesinin başlarında yer alan Fyodr Mihayloviç Dostoyevski‘nin tüm eserlerini (1821–1881) özel bir dikkatle okuyarak, yaratıcının gerçekçiliği açısından özel olarak ele aldı. İstanbul’da çıkan “Bahar” dergisinin 2012 /18. Sayısından. Bir Slavcı ve Türk düşmanı olarak bilinen Dostoyevski’nin genelde ezilen mazlumlara olan “şefkat ve merhameti”nden yola çıkarak. Bulgaristan topraklarında Osmanlı devletine karşı 1876 Nisan ayaklanma hareketinin kısa sürede hükümet güçleri ve başıbozuklar tarafından bastırılmasına karşı gösterilen uluslararası tepkileri esas alınır. Her Rus ve Hıristiyanı coşturmak için yeterli olan, 3.000 Bulgar ve 500 Türkün öldüğünü duyuran çok abartılı rakamların Avrupa ve dünya kamuoyunu bütünüyle yanıltmak için o zaman yeterli olduğunu ustaca açtıktan sonra konunun derinliğine büyük bir ustalıkla inmiştir.

O zaman dünya kamuoyunu yanıltma işine Batı’nın önde gelen beyinleri Victor Hugo, Giuseppe Garibaldi, Charls Darwin ve benzerleriyle birlikte yapılır. Hemşerileri Lev Tolstoy, İvan Turgenev, Nikolay Dobrolubov, Alexander Herzen, Nikolay Çernişevski vb.leri. Bunlar yanyana Batı basınında korkunç bir facia olarak tanıtılan Nisan 1876 olaylarından çok etkilenen Dostoyevski Osmanlıya yönelik müthiş suçlamada bulundu. Ayrıca Balkanlarda “mazlum Bulgar halkının yok edilmek istendiğini” yazdı.

“Bulgarların Osmanlı ‘esaretinden’ kurtarılması hevesinde Dostoyevski o denli ileri gitmişti ki, bazı yazılarında o günün ünlü yazarlarından Tolstoy ve Levin’den başkaTürklere ve İslamiyete olumlu yaklaşım sergileyen tüm seçkin Rus aydınlarını amansızca eleştirmekten ve onları Rusya’ya ve Rus halkına karşı ihanetle suçlamaktan bile çekinmemişti.”

O kadar ki, 24 Nisan 1877 tarihinde, Rus-Türk Savaşı başladığı zaman, kardeş Bulgar halkının esaret ve sefaletten kesinkes kurtarılacağına en içten inananların başında da o vardı elbette. Öyle ya, yüzyıllarca kendi kaderleriyle baş başa bırakılmış kardeşlerinin yüzleri nihayet gülecek, “yok edilmiş” kiliseler yeniden canlanacak, ilk kez yeni Bulgar okulları açılacak, kısacası yepyeni ve özgübir Bulgaristan doğacaktı Avrupa’da.

Bu büyük beklenti havasında büyük yazar, hükümet yetkililerinin tutumunu, ülke dışında sahnelenen diplomasi oyunlarını, gazetecilerin ve tüm basın mensuplarının gazete ve dergilerde yazdıklarından başka yapmış oldukları açıklamalarla birlikte 10 ay kadar süren Rus–TÜRK Savaşı’nın özellikle ilk aşamasındaki gelişmelerini çok yakından ve büyük bir heyecanla izliyor. Nitekim tuttuğu notlardan oluşturduğu oldukça coşkulu, abartılı ve taraflı (milliyetçi) yazılarını önce gazetelerde, daha sonra da Günlük adı altında (Tam olarak Bir Yazarın Günlüğü Eylül- Kasım 1977) kitaplaştırarak yayınlıyor.

“Bu Günlük‘te büyük yazar, Osmanlı Devleti’ne karşı beslediği büyük nefrete karşın, yüzyıllarca beyinlere kazınmış olan Bulgar halkının yaşadığı “esaret” hakkında çarpıcı olduğu kadar da kafa karıştırıcı bilgiler sunuyor okurlarına. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’na bizzat katılmış Rus askerleri ve subaylarının izlenimlerini aktardığı bu günlükte Dostoyevski anlatılanlar karşısındaki şaşkınlığını kesinlikle gizleyemiyor. Kurtarmaya gidenlerin “esaret altında” olduklarını düşündükleri Bulgarların kendilerinden çok daha varlıklı bir durumda olduklarını görünce, onları nefret edecek derecede kıskandıklarını vurguladığı bu günlükte, bunun nedenlerini de kendince yorumlamaya çalışıyor.”

Dostoyevski Günlük’te şöyle yazıyor: “Beyler, daha yaz aylarında, Plevne’den çok önce, Bulgaristan’a birdenbire nasıl girdiğimizi, Balkanlara ayak basınca da memnuniyetsizlikten dilimizi nasıl yuttuğumuzu anımsıyorsunuzdur herhalde”.

Önce ordu içindekilerin, sonra da Petersburg’takiler başta olmak üzere, basın temsilcilerimizin sesleri yükseldi. Bunlar, ateşli ve içtenlik dolu bir erdemliliğin isyankâr sesleriydi…

Bunun tek nedeni, tüm dünyada ve özellikle de bizde bilindiği gibi, bu seslerin sahiplerinin ayakaltındakileri, horlananları, ezilenleri ve işkence görenleri kurtarmak için yola çıkmış olmalarıydı.

Savaş ilanından daha önce bizim en ciddi gazetelerimizde savaşın akıbeti ve yapılacak masraflarla ilgili çeşitli öngörüler okuduğumu,‘Bulgaristan’a gitmekle sadece kendi ordumuzu değil, açlıktan ölmek üzere olan Bulgar halkını da beslemek zorunda kalacağız’ türünden kesin endişeler ortaya atıldığını hala anımsıyorum. Bunları kendi gözlerimle okudum ve nerede okuduğumu da gösterecek durumdayım. Öyle ki, Bulgarlar hakkında öyle bir tasavvura sahip bizler, Fin körfezinin ve tüm Rusya ırmaklarının kıyılarından esir edilmişler ve zülüm görenler için kanımızı akıtmak niyetiyle yola çıkmışken, birdenbire bahçeli, şirin Bulgar evleriyle karşılaştık. Çiçekler, meyveler, hayvanlar, harcanan emeğin kat kat karşılığını veren bakımlı topraklar ve hepsinden daha çarpıcı her camiye karşı dikilen üçer kilise- ve biz bu esir insanların dini uğruna ölmeye gitmişiz!

Bazı kurtarıcıların gücenik kalpleri “Bu nasıl olur!” diye anında öfkeyle galyana geldi, aşağılık duygusundan yüzleri kıpkızıl oldu. “Biz onları kurtarmaya geldiğimize göre onların bizi adeta dize gelerek karşılamaları gerekmez mi! Evet, ama onlar dize gelmek bir yana, bize yan yan bakıyorlar ve geldiğimizden hiç de mutlu değiller galiba. Hiç sevinmiyorlar gelişimize! Bizi ekmek ve tuzla karşıladıkları doğru, ama yüzlerindeki o ifadeler, ters ters bakıyorlar bize, ters ters!…”

Bir Yazarın Günlüğü” eserinin başka bir bölümünde ise, Osmanlı ‘esaretinde’ açlık çeken Bulgarları şöyle anlatılıyor:

Ha, bizde varlıklı insanların bile bu esir Bulgarlar gibi beslendikleri söylenemez.” Daha sonra başka birileriyle Bulgarların başına gelen felaketlerin biricik sorumlusunun Ruslar olduğunu söylüyorlardı. Onlara göre, neyin nasıl olduğunu bilmeden, esir Bulgarların hesabını, Türklerden sormaya ve ardından da bu “soyulup soğana” çevrilmiş zenginleri kurtarmaya kalkışmasaydık, Bulgarlar bugüne değin rahat yaşamını sürdürüyor olacaktı. Bunu hala iddia ediyorlar.

Yazarın günlüğünde yer alan bu paragrafların satır aralarını çok iyi okumakta da ayrıca yarar var. Bunun en azından iki boyutuna işaret eden önemli bazı ipuçlarını sezinsememek olası değildir:

  1. 1.          Osmanlı egemenliği altında yaşayan Bulgarların durumunun bazı Türk düşmanı çevreler tarafından Batı’da ve Doğu’da anlatıldığı gibi ‘feci’ olmadığı ve 1876 Nisan başkaldırı hareketlerinin ulusal bir kalkınma girişimi değil de, tıpkı Sırbistan ve Karadağ’da olduğu gibi, Rusya’nın kışkırtması sonucu yeni bir Rus-Türk Savaşı’na neden yaratmak amacıyla elebaşılığa soyunmuş işgüzar bazı komitacıların öncülüğünde başlatılmış ve beklenmedik felaketlere neden olmuş bir eylem olduğunu, gecikmeli de olsa, anlamış olması;

 

  1. 2.          Bulgarların yaşamını örnek göstermek suretiyle kendi ülkelerindeki Çarlık yönetimine ‘Tüm dünyaya barbar olarak tanıttığımız Osmanlı, kendinden olmayan gayrımüslim tebaasına karşı bu denli hoşgörülü davranabiliyor ve onların insanca yaşamalarını sağlayabiliyorsa, koskocaman Rusya kendi köylülerinin durumunu iyileştirmek için acaba ne bekliyor?’ türünden dolaylı yolla bir göndermede bulunmaya kalkışması.

 

Kim bilir, o satırları yazarken, belki de Bulgarların huzurlu yaşamını kıskanacak denli bencil, ancak insana özgü bir duygu yoğunluğu yaşayan Rus askerler ve subaylarına da ‘başkalarını kurtarmak sevdasıyla göstermiş olduğunuz yüceliği biraz da kendi halkınızın dertleriyle ilgilenmek suretiyle ortaya koysanız, fena mı olur?’ gibilerden bir mesaj vermeyi bile düşünmüş olabilir.

Durum böyleyken, 1877-1878 Rus-Türk Savaşı seyrinde kaleme alınmış günlüklerinde Dostoyevski yukarıda örneklediğimiz örnek türünden Bulgar gerçekliğine ışık tutan realistik kırıntıların bulunması bile, olsa olsa, Dostoeyevski büyüklüğünün ayrı bir kanıtı olarak algılanmalıdır.

100 yıl sonra 3 Mart’a da başka bir bakış açısından bakma zamanının geldiğine inanıyoruz. Hiç olmazsa Dostoyevski kadar gerçekçi olalım…

Reklamlar