Ahmet TÜFEKÇİ
Tarih 26 Şubat 2021

4 Nisanda yapılacak seçimlerin propagandası başlamadan bitti. Şarkıcılar sahneye indi çıktı, propaganda 5 Martta başlayacaktı, fakat söyleyecek bir şey olmadığından olacak, son 2 haftada bazı şeyler gevelendi ve kandırma ateşi söndü. Halk yerinde. Seçmen kitlesine artık “halk iradesinin taşıyıcısı”, “geleceğimizin umudu” demiyorlar. Bulgar dilinde “bio-masa” demeye başladılar. “Bio-masa” sözü ottan çöpten elektrik enerjisi üretirken kullanılan hammadde, Türkçemizdeki o bildiğimiz “tezek”, yani kurumuş hayvan dışkısı…

Demek oluyor ki, biz yani halk alayları artık devinim enerjisini taşıyan, yarının motoru, doğru yolu gösteren ışık ya da vektör değiliz. “Tezek” olduk.

Son olarak Sofya’daki “Doğu Batı” yayın evi Kolin Krouç’un “Uzlaşmacı Tarih Süreci” kitabını bastı. Yazar bunalımlardan. Çöküşlerden, brekzit ve Covit-19’dan sonra “post-demokrasi” demiş ve bu da “demokrasi ötesi” anlamına geliyor. Bu eser önce İngiltere’nin Morning Star” (Sabah Yıldızı) sol gazetesinde yayınlandığına göre, “post – demokrasi” bir sol değim ya da fikir olması gerek.

Ne mi olacakmış?

Kitaplaştırıldığına ve dünya dilleriyle birlikte Bulgarcaya da tercüme edilip basıldığına göre, yazarın düşüncesine göre, “demokratik yan yana yaşama” başlayacak. Bu yan yana yaşama “iyi komşuluk” anlamına gelebilir mi? Dış politikayı mı kapsayacak, yoksa iç politikayı da kucaklar mı diye fikir yürüttüm. Bizim toplumda “iyi komşuluk” 14. Yüzyılda Osmanlının gelip yerleşmesiyle gelip başlamış ve “komşu kapısı” aşamasına kadar gelişmiş. Son aşamasında evleri yan yana olan ve avlularını bir duvar ayıran Müslümanlar ve Hıristiyanlar duvarın bir ucunda bir komşuluk kapısı açmışlar. Mangalı olmayan, menteşesi de lastik, şimdiki “kelebek” tipi bir kapıymış bu.
Bizde 1990’da mayalanmaya çalışan demokrasi tutmadığından dolayı “post-demokrasi” hakkında pek diyebileceğim bir şeyler yok. Osmanlı’dan öncesinde Bulgar topraklarında seçim nedir bilinmediğinden, Osmanlı yönetim biçimi de malı mülkü, bilgisi, görgüsü, namusu ve şerefi olmayan insanların sözüne inanılamayacağı, kendilerine sorumluluk yüklenemeyeceği görüşüne ve inancına dayandığından ulu ortam konuşan yalnız boyuna postuna ve ağızından çıkan şarkı sözlerine bakarak kimseye görev verilmemesini ilke bilmiş ve şaşmamış. Bizde insanın işine bakarlar, iş insanın aynasıdır.

1990’dan önce Bulgaristan’da seçilenlerin sözüne bakılarak da pek iş yapılamamış. Birinci seçilenler 1979’da Kurucu Meclis ve Birinci Anayasa’yı hazırlarken azınlıkların haklarını dikkate almadığından ve ikinci olarak da, genç ülkeyi yönetmeye gelen PRENS ALEKSANDIR BATENBERG’in başını “anayasal demokrasi” taşının altında bulduğundan olay çıkmış. Hemen ilk günden anayasa yontulmaya ve maddeleri değiştirilmeye başlamış, poturlu milletvekilleri ile dolu meclis işlerin nereye gittiğini anlayamayınca Birinci Anayasa 1881-82’de rafa kaldırılmış. Anayasa’nın hasıraltı edilmesi siyasi partilerin siyasetten çekilmesi, meclisin dağılması, bağımsız bir kişiden başbakan atanması ve yine “bağımsız” bakanlardan bir hükümet kurulması anlamına gelir.
O zaman Prens Al. Batenberg 7 yıl anayasasız yönetim istemiş, savunma bakanını başbakan yapmıştı. Bu olay, Bulgaristan tarihinde ilk askeri darbedir. Amacı liberallere politikayı koklama hakkı tanımamak ve Bulgaristan’ı konservatörlerle idare etmekti. O zaman yine ilk kez ülkemizde Bulgarlar ve Rus yönetimi temsilcileri arasında çok ciddi çelişkiler çıkınca, Rusya Çarı Bulgaristan’a Rus ordusundan bir subay olan Gen. Leonid Sobolev’i başbakan göndermişti. O zamandan bugüne Moskova’a Bulgaristan’a 6 başbakan gönderse de, birincisi gibi tok, ötekiler Rusya vatandaşı Bulgar asılı çifte vatandaştılar.

Tabii bu yeni hükümetle (1881) görülecek işlerin teminatı, başarı garantisi, halka güvence vermek gerekirdi. Olmayınca ve 1983’te yapılan seçimleri liberaller kazanınca, yeni hükümet anayasal düzene döner ve yine ilk kez Bulgaristan’da Rusya’nın otoritesi, güvencesi ve bir şeyler olabilir umutları çökmeye koyulur ve derinleşir. 1885’te Bulgar Prenslik’ in Doğu Rumeli’yi ilhak etmesi ve Pres AL. Batenberg’in beyaz at üzerinde Plovdiv (Filibe’ye) girip kendini “hem eski hem de yeni Bulgaristan yöneticisi” ilan etmesi de kendi durumunu daha da kötüleştirir. Rusya Çarı III. Aleksandır onu “Büyük Bulgaristan” Prensi olarak tanımaz ve ülkeyi ter edip kaçmak zorunda kalır. Buna rağmen bugün Sofya’da onun anıt kabri vardır.

Aynı gelişmeler 1934’ten sonra da yaşanmıştı.

O yıl artık 3. Askeri darbe yapılmış. Yine partiler yasaklanmış, giderek meclis dağılmış, yasa çıkarma hakkı Bakanlar Kuruluna verilmiş ve memleket kanun kuvvetinde emirnameler ve kararlarla idare edilmişti. Bulgaristan bu kanun kuvvetindeki kararlarla 1942’de Ege Trakya’sını ve Vardar nehri boylarını, Üsküp’ü işgal eder. Komşudaki yönetimi ele alır. İşgal ettiği toprakları Yahudi ve Çingenlerden arıtır. Diktatörlük kurar. Okullar Bulgarca tedrisata geçer. Bulgar Çarı III. Boris “Tanrı” gibi övülür. Ülkemizi Alman Mihverine katar. “Legion”, “Ratnik” vb. faşist ve Nazi örgütleri kurulur. Yahudiler toplama kamplarında taş kırar. Türkler Yol – Tünel – Köprü yapar. Halk bedava çalıştırılır. Alman Nazileri Bulgar hükümetinin sofrasında beslenir. Seçim yapılmaz. Kapanan meclis kokuşur tehlikesiyle çar seçtiğini milletvekili atar. Gelişen milliyetçiliği, ırkçılığı ve Nazı hortlamalarını kimse durduramaz. Büyük kıyım yaşanır.

Sosyalist demokrasi “halk demokrasisi” değil, diktatörlüktür.

1971 Anayasası Bulgaristan’da bir partinin (Bulgaristan Komünist Partisi – BKP) tek partili “halk demokrasisi rejimini dayattır. Demokrasi bir defa halk iradesidir, aynı zamanda çok partili bir düzendir. Bir yandan anayasada “işçi sınıfı egemenliği” yazarken, işçi sınıfı ülke nüfusunun % 38’dur. Nüfus köylerde yaşar. Köylü şehirliye efendi olamaz. Kendi işinde emekçidir. İşçi sınıfının egemen sınıf olabilmesi için mülkiyetin sahibi olması gerekir. Oysa mülkiyet devletindir, fabrikalar, barajlar, limanlar, demiryolları ve bankalar, tüm taşınmazlar devletin elindedir, hükmündedir, kontrolündedir ve hizmetindedir.
Sosyalizmde köylülerin de toprak mülkiyeti ve ormanlar, göletler, sulama kanalları ve taşıt araçları üzerinde hukuksal mülkiyeti yoktur. Mülkiyet adaletin temeli olduğundan dolayı ne köyde ne de kentte adalet, çok partisi demokratik sistem ve hukukun üstünlüğü ve adil bir rejim biçimi yoktur, dolayısıyla daha 1971’de anayasayı ve tüm yasaları rafa kaldıran BKP diktatörlük kurmuştur ve tüm işleri yasa dışı ve keyfine göre yürütmüştür. Bedava çalıştırılan insanların adı hiçbir tutanakta geçmez, tutuklanıp toplama kamplarına atılanların isimleri kayıtlarda yoktur, kurşuna dizilenlerin ölüm kâğıdı yoktur, mezar taşı da yoktur. Demek oluyor ki, hukuka dayanmayan bir düzenle yönetilen ülkede demokrasiden söz edilemez. Sosyalizm yıllarında halkın önerdiği milletvekillerinden hiç biri listeye alınmamış, tüm aday listeleri BKP MK’de hazırlanmış ve Vatan Cephesi aracılıyla halka dayatılmıştır. Halk oy vermeye ve ardını getirmemeye alışmıştır. “Ne olursa olsun, bana ne!” değimi halkın sorumsuz davranmayı benimsemiş olduğuna kanıttır.

Devletin işlediği zulmün kayıt dışı tutulması,1990’dan sonra adalet sayfasının açılmasını engellemiştir. Mahkemeler büyük sayıda davayı evrak eksikliğinden kabul etmemiştir. Katliamlar ve soy kırım denemesi suç olarak gösterip Savcılık davaları başlatmamıştır. Katiller tutuklanmamış ve sözde “uzlaşma” yolu açılmış ve halk siyasi partilerden hiç birinin Başkanını kendisi seçmediği için totaliter adaletsizlik, zulüm, parçalanmışlık, zorba değişik biçimlerde devam ederken, yeni nesil kör cahil ve yoksulluğa itilmiştir. Demek oluyor ki, sosyalizm bir sosyal düzen olarak çarpıtılmış, Bulgar Nazi biçimi devlet düzeni yerine halk egemenliği kurulacağına, devlet tekeli ve komünist partinin politik ve ekonomik düzen tekeli oturmuştur.
Bu alt ekonomik ve sosyal alt yapıdan ve politik üst yapıdan da totalitarizm biçimlenmiş, hiçbir zaman olmayan yasaların üstünlüğü ve sözde anayasal düzen tamamen boğulmuştur.

İşte böyle bir durumda biz Bulgaristan’da 1878 Berlin Konferansından sonra Doğu (Rusya) ve Batı (Almanya ve diğer Batı devletleri) arasına sıkıştırılmıştık. Bulgar halkının milli oluşu, bağımsızlık ve egemenlik ararken bu iki dev güç arasında gidip geldiğini, daha güçlü olabilmek için yüzölçümü olarak genişlemeye çalışırken nüfusu da asimile edip Bulgarlaştırma çabalarında tarihsel oyunu kaybettiğini ve çöktüğünü izliyoruz. Aynı zamanda halkın ve devletin bu kadar sımsıkı bağlanmış, ipleri son damlaya kadar sıkılmış, nefes alamayacak duruma getirilmiş olduğunu daha önce görmemiştik. Son 30 yılda Rusya’dan tamamen kopma çabaları kesin sonuç vermediği gibi seçilen “dengeli bağımlılıklar” da halkın gönlünü açacak, yüz güldürecek ve demokrasinin yerleşmesine alan açan bir atılımı henüz başlatamamıştır. Halen sınırlarımızı Batı’ya açtık, Brüksel’e bağlandık, milli paramız olan levayı yakmaya ve Avruya geçmeye hazırlıklar içindeyiz. Bu gelişmeler içinde demokrasi genişletip güçleneceğine otokrasimden totalitarizme doğru tırmanış ve milliyetçiliğin sertleştiğini izliyoruz.

Durumda çok büyük benzerlik var.

2021 seçimlerine giderken – bu yıl Bulgaristan’da hem olağan meclis hem de Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacak – durum sanki aynıdır. Cumhurbaşkanı Radev Başbakan Borisov hükümetini tanımıyor, ilişkiler kopmuş, devlet kurumları çalışmıyor. 1881’de memleket nüfusunun % 50’den fazlası Müslümandı. Şimdi 6 milyon nüfusun 3 milyonu gurbetçi. Yurtdışındaki vatandaşın seçime katılma hak ve özgürlüğü, seçme ve seçilme çabaları yasalarla kısıtlanmış, 1881’de liberallerin iktidarda olmasının istenmediği gibi, yurtdışındaki seçmenin meclise milletvekili göndermesi yolları kesilmiş ve yurdumuz her zamankinden daha fazla parçalanmıştır.
Kuşkusuz 2021 yılı koşullarında NATO üyesi (2004’ten beri) ve Avrupa Birliği üyesi (2007’den beri) olan, 4 Amerikan askeri üssü kurulmasına izin veren Bulgaristan’da anayasanın rafa kaldırılarak Moskova’dan bir başbakan gönderilmesinden söz edilemez.

Ne var ki şimdiki başbakan Borisov’un her hareketi ülkemizin ve devletimizin Moskova’dan tamamen kopamadığına, Bulgaristan’ın Moskova’nın bir yemliği olduğuna her geçen gün yeni yeni deliller sunuyor. 2020 yılında 3 milyar 200 milyon leva ödenerek 8 adet US “F-16” uçağı satın alınması ve yine Bulgar bütçesinden 3 milyar 200 milyon leva ödenerek Rus doğal gazını Avrupa’ya taşıyacak “Balkan Akım” boru hattının ödenmesi bu “uyumlu ve dengeli” siyasete örnek ve kanıttır. 2021’de de NATO güçlerinin gerektiğinde ülkemizde daha güvenilir hareket edebilmesi ve yine gerektiğinde ÜÇ DENİZ PROGRAMI kapsamında güneyden kuzeye ve Kuzeyden Güneye askeri araç trafiğinin güvenli sağlanması için “Araba Konak” Koca Balkan Geçini genişletiyoruz. Aynı amaçla “Şipka” tünel geçidini açmamız da öngörülüyor. Demek oluyor ki, gelişmeler saç ayağı gibi, 3 bacaklı.

Bu gelişmelerin demokrasi ya da post demokrasi ile ne alakası var?

Bu işlerin halkımıza da bir yararı olduğu görüşünde değiliz, “al parayı yap bize bu, bu ve şu işleri” formülü uygulanıyor Bulgaristan’da ve Başbakan Borisov sanki bir hükümet başkanı değil de bir yürütme müdürü (CİO) olarak koşturup duruyor. Emeklilerin 50 leva ile avutulması utan vericidir.

Bulgar halkının büyük kısmı bizdeki sözde demokrasinin bir “gölge” olduğuna artık inanmış bulunuyor. Halk yönetimden memnun değil, aynı zamanda kendisine bir oy kitlesi (havzası) olarak bakıldığını da fark etmiş durumda, yeni olan şu “bio -masa” yani “tezek” tanımına küskün duruyor. 2020 yılının yaz ve güz aylarında enerjisini Sofya “Bağımsızlık” meydanına dökenler, değişiklik istiyor. Bu enerji bitmedi de, kaynakları tükenmiş gibi ve şekil değiştirerek bir “tezek” yığını gibi seçimlere şartlandırılmaya çalışılıyor.
Seçim sonuçlarından beklenen – eğer GERRB ve BSP partilerinin potansiyeli seçim sonucu olarak eşitlenirse, yine “başkaları adına konuşan” DPS partisinin dediği olacak ve “Milli Uzlaşma Hükümeti” formülü uygulanacak. Bu formül Bulgaristan’da birkaç defa uygulandı. 1992-94 döneminde kurulan Lüben Berov hükümeti; 2001-2005 dönemindeki II. Simeon hükümeti; 2005 – 2009 yılları arasında görev yapan Sergey Stanişev hükümeti ve 2013-2014 yıllarında görev üstlenen Plamen Oreşarski hükümetleri hep bu formülle iktidar olmuştur. Bu temelden hareketle biz “Demokrasiye Geçiş Döneminde” Bulgaristan hükümetlerinin yarısı Türklerin oylarıyla kurulmuştur” tezini savunuyoruz. İşte bu nedenle, Bulgaristan Türkler siz olamaz, dirilemez, ayaküstü duramaz, çöker ve dağılır dediğimizde haklıydık ve haklıyız.

Bu konuda Bulgar halkı büyük sabır gösteriyor.
Rusların bir atasözü vardır: “Aksakal baba ya Çardır, ya da Kızıl Meydan’da satır oynar!” Fakat bu halk bilgeliği Bulgar ruhuna işlememiştir. 2004’te Berov’un devleti alabildiğine soyma zihniyeti, Jan Videnov hükümetinin sosyalist devlet mülkiyetini bütünüyle eski komünistlere devretme yeltenişi, ardından İvan Kostof’un demokratik güçler dediğimiz eski Nazi-faşist kalıtına devretme çabaları seçmde aktiflikle durduruldu. Daha sonra gelen bir umut olarak gelen II. Simeon’un dedemin (Ferdinand) ve babamın (III. Boris) mirasını bütünüyle isterim baskısı ve benzer zorbalıkları seçmen yine sandık gücüyle durdurdu. Yönlendirdi, ne ki aradığı doğru ve adaletli yolu bulamadı. Günümüzde ülkede güvensizlik var. Aşılarla bile bir sabah “şu aşı güvenli değil diyorlar, ertesi sabah aynı aşı için yalnız bu aşı kullanılacak” diyorlar. Seçim öncesi büyük bir tedirginlik belirdi. Sahada kendisine güvenilecek siyasi güç de yok. BSP iç yapılanmada zorlanırken, anketlerin 3. Parti olma ihtimaline işaret ettiği “Var Böyle Bir Halk!” partisi birkaç konserle muhalif oyları toplamaya hazırlanıyor. Diğer partilerin hepsi hükümet ortaklığına “hayır!” diyor. Sanki ipleri çeken başkası ki, hepsi aynı ağızdan konuşuyor, aynı şeyi söylüyorlar.

Milliyetçilerin boynuzları uzuyor.
Biz 1992’de SSCB dağıldığında ve SBKP kapatıldığında ve Bulgaristan’da komünistler sosyalist olunca milliyetçilik bir daha canlanamaz, hırçınlaşamaz ve kuduramaz diye düşünmüştük. Paranın kokmadığı, sermayenin milleti, ırkı olmadığı gibi fikirler tartışmalarımızda katık olmuştu. Kimimiz küresel sermayeye kolera, milli sermayeye de veba demiştik. Bu bataklığın içinden çıkan büyük ejderhalar olduğuna da tanık oluyoruz. Brüksel Bulgaristan’a 2021’de 2 büyük yaptırım uyguladı. Birisi, Bulgar Polisine 150 adet yeni “Volkswagen – Pasad” araç alınması için gönderilen parayla daha düşük sınıf ve küçük araçlar alınmış olduğu içindir. İkincisi ise, “Güney Akım” gaz boru hattının kurulması için Rusya’nın gönderdiği ve Bulgar “BTK” bankasına düşen, ama banka çökertilerek bu paralara el atan HÖH milletvekili D. Peevski’nin ödemesi gerekirken, 3 milyar levanın devlet bütçesinden ödenmiş olduğu içindir. Burada Bulgar milli burjuvazisinin GERB ve HÖH-DPS oligarşisi bünyesinde kaynaştığını, soyguncu milliyetçilik oluşturduğunu ve halka yüklendiğini görüyoruz.
Bu modern burjuva milliyetçiliğidir, soyguncu ve çökertici niteliktedir, amasız ve gaddardır, bir de NFSB-faşist ırkçılığı şefi Valeri Simyonov’un “Türkiye’deki Bulgaristan Türkleri koyun sürüsüdür, çobanları da T. Erdoğan’dır” tezinden çok farklı boyutta bir yeni olgudur. Biz bu milliyetçiliği her iki türünün de karşısındayız.
Geleneksel Bulgar milliyetçiliği şu atasözünde ifade bulmuştur:
“Ben iyi olmak istemiyorum, komşum Vute’nin kötü olması bana yeter.”
Günümüzde ne milli ne de küresel milliyetçilik biriken sosyıo-ekonomik, etnik sorunları çözebilecek durumda değildir, çünkü kapıtalist sistem kendisi hasta olduğundan çözüm üretemiyor. Bundan dolayı “post-demokrasi”, geriye dönelim diyorlar. Rusya’da 1990’lara geri dönülmesi ve demokratikleşmeye yeni baştan başlamak istenirken, Doğu Avrupa eski sosyalist ülkeleri 2008 öncesine dönmeye razı, yani AB fonlarından yardım paralarının yeniden akmaya başlamasını ve bulanık suda balık avına yeniden başlanmasını özlüyorlar. Bu olmazsa, Bulgaristan gibi ülkelerde polis hükümeti ya da post modern totaliter rejim kurulabilir ve faşist-komünist baskıların altında ezilmeye devam ederiz.
Avrupa Birliği milli devletlerin birliği mi olsun yoksa bir Federasyon şeklini mi alsın tartışmaları sürüyor. Fransa ve Hollanda seçmeni AB’nin ortak Anayasasını kabul etmiyor. Savaştan 77 yıl geçmesine rağmen, Fransa ve Almanya okullarında tarih aynı kitaplardan ve aynı yargı değerleriyle okutulamıyor. Macaristan, Polonya, Slovakya, Çek Cumhuriyeti gibi ülkeler, milli çıkarlarına uymadığından dolayı, AB bürokrasisinin birçok kararını onaylamıyor. D. Trump da iki ay öncesine kadar “ABD milli çıkarları, önde gelir” diyordu. J. Biden “farklı olacağız, dese bile, ABD milli çıkarlarından vaz geçmiyor.
Yeni yüzyılda, 20. Asırdan farklı yeni bir küresellik var. Büyük devletler, küçük devletlerle işbirliğinde yarar gören yeni bir medeniyetten söz ediyorlar. Küresellik içinde milli devleti ve milli toplumu yaşatmada fayda görüyorlar. Bu anlayışın mii olan sınırları içinde etnik olana yakın olmayı görmesi zamanı gelmiştir. Azınlıkların kaderi sürekli ezilmek ve boyun eğmek olamaz, olmamalıdır. Fakat pratikte bu bugün de böyle olmuyor. Örneğin Bulgaristan parasını ödediği Covid-19 aşılarını alamıyor.

İşte böyle bir ortamda seçime gidiyoruz.
Bu bakıma 21. asrın 20. asırdan pek farkı yok.
Küçükler ezilmeye devam ederken, büyükler de palazlanıyor.
Fakat olmayan demokraside yapamadığımızı post – demokraside nasıl yapalım derken, kötünün kötüsüne yenik düşmemek için, uyanıp birleşmemiz ve enerjimizle öz menfaatleri savunmamız hepimiz için geçerli bir ödev olmuştur. Sandıkta güreşeceksek sandığa gideceğiz ve bildiğimizi, sevdiğimizi ve güvendiğimizi seçeceğiz. “Tezek” değilsek, insanız, insansak birlik olmak zorundayız! Biz birlik olmadan bu ülkede bir şey yapılamaz.
Okuyanlara teşekkürler.

Reklamlar