Rafet ULUTÜRK
Tarih: 22 Mart 2021

Bak içime gör beni
Tut elimden yak beni
İstemezsen bu aşkı
Otur baştan yaz beni

“Bak içime gör beni, otur baştan yaz beni” diyor ya hani bir şarkımız! O bak içime dediği yer, bak belleğime, gör beni anlamındadır. Belleği boşsa insan da boştur. Toplumsak bellek ortak geçmişimizse ve boşsa, geleceğimiz tamamen hayaldir. Çünkü başka birilerinin anılarıyla yaşanmaz. Biz, hafızamızın içinde ancak kendi anılarımızla var olur ve yaşayabiliriz.

Kolektif kimlik ortak acı ve umutların ürünüdür.

İnsanoğlu için en büyük felaketlerden biri ortak bellek oluşturamama ya da oluşan ortak belleğin çatlayıp parçalanmasıyla birbirine düşen parçaların yok olmasıdır.

Bulgaristan Türklerinin ortak belleği Bulgar kültürel alanında oluşurken gözleri hep Doğuya baktı. Osmanlı bağrında oluşan Bulgar kolektif kimliğinin gözleri ise Batı’ya açıldı. Bu gerçek, genel Bulgaristan toplumsal kimliğinin daha ilk günden farklı hedef izleyeceğini, faklı kültürel ve ideolojik emsaller arayacağını ortaya koydu. Bizim kültürel alanımızda da, bireysel kimlikler ortak kimlikten önce oluştu. Bulgaristan kültürel alanında yalnız Bulgar ortak kimliği oluşmasına yol verilmiş, azınlık kimlikleri kolektif kimliğe uzandıklarında, her defasında ancak ulusal Bulgar kimliği içinde, öncülüğünde ve yönetiminde yol verilebileceği şartı getirilmiştir. Bulgaristan Türklerinin kolektif kimliği 1951-1957 yılları arasında Türk okullarında, Türk liseleri, pedagoji okulları ve Sofya Üniversitesinin Türkçe eğitim veren fakültelerinde yetişen kadrolarla, Türkçe gazete, dergi, radyo ve tiyatrolarla özendirici sanat gruplarının etkinlikleriyle yeşeren Türk kültürel kimliği budanmasına hemen başlanmıştı.

Öncü kadrolar göçlerle Türkiye’ye göçe zorlandı ve bunların yerleri doldurulamadı. Baskılar artınca, kolektif Türk kimliğinde kırılmalar yaşandı.

Son 142 yılda Bulgaristan nüfusu aynı tarihi ama farklı acılar yaşadı.

Çok etnikli nüfusun tümünü kucaklayan bir Bulgar kolektif kimliği oluşmadı. Bulgar siyasi iradesi, çok kültürlü, farklı kimlikli bir toplumsal bütünlük kabul etmezken, devlet kurma ve yönetme hakkı yalnız Bulgarların olacak savında direndi ve etnik azınlıkları devletten ötekileştirerek uzaklaştırmayı seçti. Bulgaristan’ı Avrupa Birliği’nin en yoksul ve çaresiz ülkesi durumuna getirmenin suçunu ise kimse üslenmedi.

Bulgar kolektif kimliğinin oluşmasında dış faktörlerin etkisi.

Bulgaristan’da bireysel ve kolektif kimlik oluşturma süreci her zaman dış faktörlerin etkisinde bulunmuştur. 19. yüzyılda din adamları ve komitacılar Rusya tarafından eğitilmiş, Bulgar halkını Türklere karşı kışkırtanların tamamı maaşa bağlanmış ve silahlandırılmışlardır.

1944’e kadar Kolektif Nazi Gençlik Kimliği ve hemen ardından Bulgar Komunist Kimliği oluşturmuştur.

1944’e kadar Bulgar gençleri Nazi Almanya’sında eğitilmiş ve faşist örgütler Kolektif Nazi Gençlik Kimliği oluşturmuştur. Ardından Sosyalizm yıllarında Moskova’nın baskılarıyla Bulgar gençlerinin Komsomolcu Kolektif Kimliği, Bulgar Komünist Kimliği oluşturulmuştur ki, enternasyonalizm bayrağı altındaki bu süreçlerden uç Bulgar milliyetçiliği, ırkçılık, asimilasyon ve Bulgarlaştırma türeyeceğini hiç kimse önceden kestirememişti. Bunun bir öfkeden düşmanlığı ve soy kırım denemesi uygulamasına ve Kolektif Türk kimliğinin parçalanmasına kadar şiddetleneceğini de öngörememiştik.

Günümüzde, Birleşik Amerika gibi dev bir gücün etkisi altındayız.

Avrupa Birliği, Rusya ve Türkiye de Bulgaristan’daki kimliklerin kültürel sınırlarını belirlemede önemli bölgesel güçlerdir. Türkiye’nin güçlenmesi ve Türk Dünyasının bir küresel güç olmasıyla Bulgaristan Türkleri Kolektif Kimliğinin politik haklarını ve Bulgar devletinde yerini alacağına inancımız ve ümidimiz de her geçen gün artıyor.

Yeni Avrupa Birliğinin Kimlik çizgileri.

Son yıllardaki gelişmeler memleketimizde yeni tip bir Avrupa kimliği oluşturulmaya çalışıldığını gösteriyor. 2007’de Brüksel bizi bir Bulgar milli kapsülü olarak kabul etti ve kapsülü açmadı. Belgelerin altında Bulgaristan Müslümanları adına hain-Ahmet Doğan imzası vardı. Doğan Demokratik Güçler Birliği sözde devrimcileri ile Bulgaristan sosyalistleri gibi devrim karşıtları arasında denge sağlamakla meşhur oldu. Bulgaristan Kolektif Türk kimliğini Hak ve Özgürlük Partisine sıkıştırarak Bulgar Kimliği kuyusuna attı. Türk partisi dışında Müslüman kolektif Kimliği isteyenleri işsiz bıraktı, partiden attı ve vatandan kovdu. Kendini Bulgaristan Türk Kimliği üzerinde tek söz sahibi olarak kabul ettirerek hain ilan edildi. Bulgar Baş Savcılığının özel koruması altında politik yaşamına devam ediyor.

Taraflı belgelere inanan Brüksel Bulgaristan’da etnik kimlikler sorunu olmadığını kabul etti. Bulgaristan Türklerinin kolektif kimliğini yasallaştırma davaları hep hasıraltı edildi. 2020’de Bulgaristan Makedon azınlığının tanınması istekleri Avrupa Birliği yönetim organlarına taşındı, ne var ki henüz kesin bir sonuç alınamadı. Bulgaristan’da Hak ve Özgürlük Hareketi çadırı dışında Kolektif Türk Kimliği oluşturulması davasında, başarılı olduğu halde, Makedon Kolektif kimliği emsal alınabilir.

Avrupa Birliği’nin kendi içinde etnik kolektif kimlikleri eritme siyaseti var. Hele 2011 İstanbul Anlaşmasıyla geleneksel aileyi de yadsıyan yeni kültürel ve medeniyet çizgileri dayatıldığına tanık oluyoruz. Cinsiyetsiz, ana dilsiz, etnik kültürsüz yeni kimlik oluşturmada başı çeken Birleşik Amerika senatosu ilgili yasaları artık onayladı. Avrupa Birliği makamları üzerinden baskıların Bulgaristan’a da çullanması bekleniyor.

Yeni süreçler 2011 “Arap Baharı” ve 2016 Türkiye’de başarısız darbe denemesi sonrasında ideolojik olarak Avrupa’yı kuşatan İslam’ın kırılması, göç yollarının kesilmesi dalgası geldi. 2020 Türkiye Cumhuriyeti’nin bölgesel başarılarıyla Avrupa’da başlayan gerilemeyi izliyoruz. Bulgaristan’da camiler açık olsa da Müslümanlar üzerinden baskılar kalkmamıştır. Türk okulları kapalıdır. Türk kimliğinin oluşturucu öğeleri olan anadil, anadilde eğitim ve öğretim, kültürel geleneklerin canlanması önündeki setler kalkmamıştır. Standart formlu uygulamalar şeklinde gelmesi beklenen baskı seline tepki gösterenler yeni sel dalgası başlatabilir.

Bulgar toplumsal kimliğinin kökleri ve yapılanması.

2021’de çıkan Bulgar kitaplarında Bulgar toplumsal bellek ve kimliğinin 200 yıl önce yani 1820’lerde başlayarak oluştuğu kaydedilirken, yapılaşma aşamalarına işaret ediliyor.

Osmanlı devleti, etniklerin kültürel kimlik oluşturma kabuğunu 1836 Reform Fermanıyla çatlattı. Bulgarlar gibi ümmet ipini koparanlar hızla yol aldı. İlk Bulgar okulları 1920’lerde açıldı. Çakan kıvılcımlar alevlendi. Ateşlerin kendi kendini söndüremediği bilinir.

Ortak bellek birlikte yaşananlarla oluşur ve hafızada yaşar. Nedeni yaşanan acı veya sevinci de olabilir. Örneğin baş komitacı Vasil Levski Bulgar’da ortak bellek oluşturma içinde acı yaşatmayı değil, umut aşılamayı seçmiştir. Silah parası toplarken makbuz kesip rozet takmış. Ortak umut insanları aynı ufka yöneltir. Kader ortaklığı böyle oluşturulmuştur. Bu, Osmanlı’da mayalanan Bulgar toplumsal kimliğinde öz olmuştur. Bulgar toplumsal belleğinde kültürel yaşam alanı ve öz güç kaynağı da böyle doğmuştur. Buna rağmen Bulgar kolektif kimliği her zaman dış güçlerin etkisi altında kalmış, hiçbir zaman özne olamamış, her zaman nesne kalmıştır.

Bulgar toplumsal kimliğindeki özgürlükler.

Hayatımız bize Bulgar kültürel alanında özgünlükler olduğunu defalarca gösterdi ve kanıtladı. Bunlardan en büyü, jeopolitik bir coğrafya alanı olarak memleketimizin Roma imparatorlukları toprakları üzerinde asırlarca egemenlik kuran Osmanlı İslam kültüründen sonra, Hıristiyan ve İslam kültürlerinin boğuşma alanı olarak kalmasında ve bu üstünlük kavgasının günümüzde de devam etmesinde ifadesini bulmuştur. Bulgar kavminin Osmanlıdan kopmasından sonraki 142 yılda Bulgar milli üst kimliği biçimlenemedi. Defalarca kırıldı şekil değiştirdi. Ülkedeki etnik nüfusun bireysel ve toplumsal kimliğini tanımadı. Azınlık kimlikleri de Bulgar milli kimliğini kabul etmeyince, ortak kültürel alan oluşmadı ve çelişkiler kaynadı. Bulgaristan topraklarında çarpışan İslam ve Hıristiyan kültürel dini alanlar konumlarından ödün vermiyor. Memlekette kiliseden fazla cami, Hıristiyan’dan fazla Müslüman ve bir o kadar da dinsiz var.

Bulgar kültür alanına dönüştürme çabalarının yüzyılıdır.

20.yüzyıl Bulgar coğrafyası bölgesini Bulgar kültür alanına dönüştürme çabalarının yüzyılıdır. Toplam 2 700 Türk okulunun, medreselerin, kuran kurslarının, Türk kültür derneklerinin, sportif ve özenci sanat kolektiflerinin, Turan derneklerinin, öğretmen birliklerinin ve diğer kuruluşların yok edilmesi yalnız bu amaca hizmet etmiştir. Dere tepe, köy ve kentlerin, Türklerin, Pomakların, Çerkezlerin ve Gagavuzların Türk isimlerinin zorla değiştirilmesi, iş savaş ve soykırım denemesi, binlerce kişinin sürülmesi, tutuklanması, “Belene” Ölüm kampı zulmü, hapishanelere tıkılanların kaderi, yargısız idamlar hep şu Bulgar Kültür alanı oluşturma işlerinden halkalardı.

Son hedefte Bulgarlaştırma zulüm yılları devlet politikasında düğümlendi. Monarşi hem de sosyalizm yıllarında aynı hedefler, aynı zorbalıklar aynı yöntemlerle devlet siyaseti olarak izlendi.

Sonuçta Bulgaristan Müslümanları topraklarından sökülemedi. Türklerin kişisel ve toplu belleği boşaltılamadı. Bulgar ve Türk belleği, Hıristiyan ve İslam toplumsal kimliği kaynaşmadı.

Bulgar Ortak Belleğini ve Toplumsal Kimliğini Oluşturan Simalar.
Bulgar ortak belleğini ve toplumsal kimliğini tarihçiler yaratmadı.

200 yıllık Bulgar tarihinden bellek ve kimlik özü yaratan şair ve yazarlardır. Düşünür ve tarihçilerin yapamadığını İvan Vazov, Zahari Sroyanov, Simeon Radev ve Georgi Markov yarattı. Bulgar belleği, Bulgar toplumsal kimliği, milliyetçiliği, Bulgar doktrini, milli menfaatlerin sınırları, faşizm ve sosyalizmi yadsıyarak çağdaş liberalizmi hayata çağırmak bu 4 kişinin yaratıcıdır. Özünde koyu milliyetçilik olan bu olgu, eğer bu 4 yaratıcı tarafından değil de, Yordan Yovkov, Çudomir, Elin Pelin gibi yazarların simalarıyla bina edilseydi, Bulgaristan’da çok kültürlü, farklı kimlikli bir kültürel alan mı oluşurdu sorusu aktüeldir.

Ne yazık ki, Bulgar değerlerini yaratanların başında şair ve yazar İvan Vazov gelir. 12 lirik şiirden oluşan “Unutulanların Destanı” Bulgar milli kimliğinde kilit taşı eserdir. 1762’de Bulgar İslav Tarihini kaleme alan Paisiy Hilendaskı’den, Vasil, Levski, Hristo Botes, Geogi Benkovski, 1876 Ayaklanması ile 1878 Şipka’ya Övgü şiirleri Osmanlıya ve Türklere karşı, Bulgar ve Rus kan ve ruhunu yükseltmek amacıyla kaleme almıştır. 70 yıldan beri Türkçe okutulmayan Bulgar okullarında Müslüman öğrencilerde Bulgar belleği oluşturma programında bu destan ezberletilir. Bu destan temelinde ve toplumsal kimliğindeki olmazsa olmazdır. Bulgarların ve Rusların “yenilmezliğine” ve “üstünlüğüne” övgü destanıdır. Bulgaristan Türk çocuklarında Bulgar kimliği oluşturma Şıpka’da dedelerimize kıyanlara hayranlık duyarak “kurtarıcılarımız” olduklarını hafızalarına işlemekle başlar. Bu işte Vazov, Bulgar edebiyatında tek klasiktir.

Osmanlı devrinde ve daha sonra Bulgar milli kimliğinin ve kültürel alanının oluşmasını bir yasal süreç olarak anlatan ise, 1876 Ayaklanmaya katılan ve komitacı başlarından biri ve daha sonra da Sofya meclisi başkanı olan Zahari Stoyanov’tur. Bulgar milli duygusunun kabarmasını ve kışkırtmalara kapılarak patlayan 1876 Nisan Ayaklanmasını anlatmıştır. Olayın derinlerine inildiğinde Bulgar milli oluşumunun Osmanlı’dan ayrılma veya ayrılmama, Ruslarla olma veya olmama ikileminde kanayan bir yara etrafında mayalandığını görürüz.

Bu bakıma, bir dönüşüm tarihi olan 1878’de, doğrunun doğrusu Bulgar kalbi bir boş sayfadır.

142 yıldan beri diriltilen ölü düşlerin vatana hizmetleri anlatılarak anıtları dikilmiştir. Bu işin en kötü tarafı ise, hepsinin Türklere düşmanca bakması, yaratılan ruhun devrim yasallıklarına göre değil, Rusya ve Batı’nın Osmanlıyı ve Türkleri düşman görmesine uygun hareket etmesidir. Bundan dolayı bu anlatımın tarih bilimine, felsefe ve hümanizm ilkelerine uygun bir tarafı olmadığı gibi, ilginç olan düşmanlık duygularıyla beslenen bir edebiyatta dayandırılmış olmasıdır. Özetle, Bulgar belleğine doldurulan ve ortak Bulgar kimliğini ve kültür alanını oluşturan tarihten süzülen değil, edebiyatla yaratılandır.

Osmanlı bağrındaki Bulgar ruhu önce Yunanlar ve Bulgarlar arasına kırmızıçizgi çekmiştir. Ardından Türklerle iyi komşuluk kapılarını kapatmıştır. Kendini merkez çeken, devlet kuran güç olarak tanıtırken, içte ve dışta yakın ve uzak dünyadan kopmuştur. 19. Ve 20. Yüzyılda başlattığı savaşların hepsini yitirir. Fakat genişleme, büyüme ve ele geçirdiği topraklardaki nüfusu Bulgarlaştırma çabalarından vaz geçmez.

Bulgar kişisel ve toplumsal kimliği yukarıda adı geçen 4 yazarın eserlerinde emsalsiz bir biçimde bina edilmiştir. Vurgulanması gereken nokta, Bulgar milliyetinin tüm vatandaşları kucaklayan bir kültür alanı ve bir uygarlık doğuramamış olmasıdır. Bakışlarını önce Osmanlı medeniyetinden koparırken, Rus medeniyetinin de boynuna sarılamamıştır. Batı’ya yürürken ise hep yarı yolda kalmıştır.

Bulgar Kültür alanı Balkanların dışında hiç bir zaman etkili olamamıştır. İlerleme yolunda hep durağan kalmış ve dış güçlerin kendisini bir yöne çekmesini (taşımasını) beklemiştir. Bulgar maneviyatı, tarihte özne olamamış, her zaman bir nesne kalmıştır. Yerinde sayan Bulgar kültürel kimliği, ancak bir yerlere sığındığı zaman içinde biçimlenmiştir. 1878’de Bulgar milleti kimliği şekillenememiş sakatlanmıştır. Nüfusun daha fazlası köylü ve Müslümandır, ki tarihinde gösterdiği gibi onların Bulgar kimliğinde yeri yoktur.

1878’den sonra Bulgar milleti 3 devlet içinde – Bulgar Çarlığı, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti ve Bulgaristan Cumhuriyeti – var olmuştur. Bu devletlerin arasındaki karşılaştırmalar tarihsel aşama ve ideolojik kıstaslar üzerinden yapılır. Bulgar tarihçilerinin anlatımında olay 3 aşamalı bir sarmal, devreli bir yükseliş değildir. Değişik etapların arasında karşılaştırmaların yapılması da zordur. Örneğin Çarlık devrinin son aşaması olarak III.Boris’in otokrat, monarşi faşist yöntemlerle yönetmesi ile 1944 sonrası yeni başlangıcın mukayesesi zordur. Çarlık döneminde Bulgar belleğinde 12 bin ölü, istila edilen topraklar, katledilen kitleler, toplama kampları ve Holokost varken, ikinci aşamada da 25 bin ölü, 168 toplama kampı, sürgün ve göçler belirleyici olsa da, nedenleri değişiktir. Oluşan 2 toplumsal kimlik birbirinin tam zıttıdır. Bulgar yazar S. Radev bu tipleri Bulgar nasiyonalizmi ve liberal demokrasi dünya görüşü dünya görüşünde birleştirmiştir.

Bulgar yazarların, 3 Bulgar devletinin “3 Bulgar devrimi sonucunda belirdiğine” katılmıyoruz. Çünkü bu “üç devrim” için Bulgar toplumunda iç devrim koşulları oluşmamış, dönüşümler hep dış baskıların sonucu olarak gerçekleşmiştir.

Örneğim 1878’deki dönüşüm, sıcak denizlere çıkmak isteyen Rusların Osmanlıya vahşi saldırısı gibi bir dış etken sonucudur. Bulgarlar esaret altına düştükleri yetmezmiş gibi, bir de Rus kültür alanına düşünce, uzun zaman toplumsal kimlik oluşturamamışlardır.

İkinci Dünya Savaşında Nazi Almanya’sı ordularını inlerine kovalarken 1944’te “Kızıl Ordu” Tuna’ya dayanmış ve Bulgar Çarlık rejimi silah patlamadan devrilmiştir. Burada bir devrimden söz edilemediği gibi, Bulgar kültür alanı yeniden Rusya’ya yönelmiş ve Nazi kültür alanından çıkarken Bulgar kimliği yeniden Moskova’ya yönelmiştir. Bulgar ekonomik kalkınma yükünü sırtlarında taşıyan Müslüman Türklere kendi kültür alanlarını oluşturma ve Türk kimliği ile yücelme olanakları tanınmazken, “soya dönüş” süreci başlatılarak bir iç savaş ve soykırım denemesi ve Büyük Göç yaşanmıştır. Bir hamlede 360 bin Türk Bulgar kültür alanını terk etmiş ve anavatan Türkiye’ye sığınmıştır.

1989’da ise, “Berlin Duvarı” yıkılmış, Doğu Avrupa ülkeleri dönüşmüş, Sovyetler Birliği çözülüp dağılmaya yüz tutunca Batı dünyası sosyalizmi her bakıma yenmişti. Rejim değişimi Türk Ayaklanması ve Komünist Partisi yönetiminde kozmetik değişikliklerle gerçekleşirken, Bulgar toplumsal kimliği bir silkinmeyle Moskova’nın kültür alanından koparak, 2004’ten sonra NATO, Avrupa Birliği ve Birleşik Amerikan’ın kültür alanına girmiştir ki, bu aynı zamanda Türkiye ve İslam medeniyetinin de kültür ve medeniyet alanına kayması anlamına gelir. 1990’da beliren “karma nüfuslu” bölgeler terimi, tam da Bulgar nüfusun azınlık olduğu yerleşim yerlerini ve şehirleri belirler.

Yukardaki örneklerde Bulgar toplumunun aktif sosyal süreçler yaşamadığını, devrimci birikim yapmadığını kanıtlayabiliriz. Demek oluyor ki, jeopolitik dış faktör olmadan, Bulgaristan’daki düşük seviyeli değişim isteyen hareketin devrim patlatacak güçte olmadığını her defasında görüyoruz. Bundan dolayı Bulgaristan’a 3 kez rejim ve ideolojik değişim dayatan güç, her defasında dış baskı tarafından yapılmıştır. Vurgulanması gereken, gelen değişikliklerin ancak detaylarda olması, devlet yapısı, işlevleri ve gerekçelerinin değişmeden kalmasıdır.

Bulgar Çarlığı ve Halk Cumhuriyeti jeopolitik yani dış değişiklikler sonucu hemen son verirken, büyük ölçüde olmak üzere, varoluşuna Bulgar kültürel etkinlik alanında devam etmeyi başarmıştır.

Doğru yol gibi uzayan bir gelişim çizgisi olmayan bu gidiş, değişmeyen tempolu bir dairesel gelişimdir. Her defasında dıştan taşınan Bulgar modernleşmesini halk özümsenememiştir. İdeolojik olarak kısır olduğundan beklenen sonuçlar da alınamamıştır.

Çarlık rejiminin Osmanlı medeniyetini reddetmesi, öte yandan sosyalist rejimin Çarlık monarşi rejimini kabul etmemesi toplumsal bellekte kesintiler yaratırken çelişkiler de doğurmuştur. Halk tarihsel süreçleri kesintisiz bir doğru olarak görürken, dip kitlelerdeki durgunluğu dikkate almaz, olayların belleklere depolanması işini edebiyata, yazılı belgelere, arşivlere ve okullar gibi devlet kurumlarına bırakır. Olaya toplumsal uzlaşma açısından baktığımızda, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’nin Monarşi Çarlık rejimini yok ettiği dikkate alındığında, bu iki farklı sistem arasında uzlaşmadan söz edilebilir mi? Değişik şiddette devlet zulmü hatırlandığında, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti ile Bulgaristan Cumhuriyeti arasında bir uzlaşma gündeme gelebilir mi? Toplum bu sorulara yanıt bekliyor. Totalitarizmin sökülmesini, komünistlerin ve gizli polisin devlet yapısından sökülmesini isteyenler değişiklik istiyor. Ne var ki halkın istekleri Batı güçleri ve hatta Moskova tarafından dikkate alınmıyor, yerli milli egemenlik ve bağımsızlık çıkarları ile dış güçlerin menfaatleri uyuşmuyor. Aradığımız huzuru geçmiş veremez, maziden bazı özelliklere yeniden hayat hakkı tanınmasından huzur doğacağını düşünmek boş bir hayaldir.

Tanımak zorundayız, 1878’den sonra birbirine düşen toplumlarda orta direk oluşturmada İvan Vazov “Unutulanlar Destanı” ile tarafları buluşturmayı başarmıştır. Yaklaşan 2021 seçimlerinde politik ulusun 31 bölündüğünü görüyoruz. 1984-1989 zulmünden ve Büyük Göçten sonra Biz Türklere Orta Direk olarak dayatılan Ahmet Doğan’ı görünce, onun her şeyiyle yalancı ve yabancı olduğunu anlayınca çatladık, yeniden parçalanmaya başladık, bölünmeye devam ediyoruz.

4 Nisan’da 2021’de yapılacak genel seçimlerle ilgili herkes dilini yutmuş, bir şey söylersem, yalan ortaya çıkar diye korkuyor.

Zafer sembolümüz bir tek Türkan Çeşme Anıtıdır. Geçmiş 30 yılda Hak ve Özgürlük Partisi 30 adet Türkan Çeşme mitingi yaptı fakat Bulgarlar ile Türkler, Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki kültürel, ideolojik ve uygarlık farklılıklarını anlatamadı, beraber yaşayabilmemize gerekli ortak değerleri ve farklı kültürlerin uzlaşıp yakınlaşması örnekleri sunamadı. Türklerden yerleşim yerlerinde kalmaları istenirken, kültür ve kimliklerinin sönerken tamamen kurumamız bekleniyor.

19 Mart 2021 itibarıyla, İvan Vazov’un yarattığı Şipka Tepesi Savaşı Kahraman Simgesi olan “kurtarıcı” Rus askerinin kimliği de artık değişti. Bulgaristan bir yılda 3 defa Rus casusu tutukladı. “Casus” düşman eridir. Henüz edebiyatta işlenmeyen ama tarihle birlikle kurtarıcı kimliği de değişirken Şıpka’da Süleyman Paşa’yı “yenen” artık Ruslar değil, Bulgar gönüllüler ve belleklere dolduruluyor.

Aralarından su sızmayan “ebedi kardeşler” zehir içti. Toplumsal bellek artık parçalandı. Seçim listelerinde, kürsülerinde sandıkta artık birçok başka bir toplumsal kimlik var. Rusofil, Rusufob, NATO-cu, Amerikancı, Sırp ve Makedon-cu ve başka. Bu seçimle ilgili Moskova’dan gelen Bulgar milletvekili adayları “Moskof’dan başka kurtarıcımız olamaz. İşgal edildik. Yok oluyoruz.” Diyorlar.

Üzüntü yaratan esaslar var. 1950’den sonra Bulgaristan Müslüman Türk toplumsal kimliğini pratikte yarattık, fakat edebiyatımıza işleyemedik, şanlı Bulgaristan Türkleri tarihini yazamadık. Türk kimliği marşından, gök kubbemizden sonra Toplumsal kimliğimizi, ortak belleğimizin tüm zenginliğini dile getirmemiz zamanı geldi.

Bulgar kolektif kimliğinin oluşturulmasında Nisan 1976 Silahlı Ayaklanması da yine İvan Vazov tarafından “ortak yara” olarak şiirleştirildi. Çünkü ortak yarası olmayanların, aynı acıyı çekmeyenlerin, aynı çileyi birlikte yaşamayanların, ortak, kolektif kimliği ve belleği olamaz. Plevne, Şipka, Rusya Osmanlı Savaşı, 1876 Nisan Ayaklanması, Batak olayları “acısı dinmeyen ve kapanmayan” bir sahte değerler dizisi, Bulgar gönüllülerinin “kahramanlıkları” açısından efsaneleştirilirken, ortak Bulgar kimlik ve belleği oluşturulmuştur. Yaratılan trajik Bulgar kimlik anıtı, Bulgarları Orient kimliğinden uzaklaştırırken, toplumun tüm unsurlarını Ortak geçmişi kabul edip, mazide birleşme saçmalığını hasıraltından su gibi sürekli yürütmüştür. Burada, Bulgar geçmişi tarihinden koparılırken, aynı kaderi paylaşmayanların, Türklerin, Pomakların, Makedonların, Ulahların, Çerkez ve Gagauzların – Bulgar tarihi konusunda sözde uzlaşmış oldukları dayatılıyor. “Bulgaristan Türklerinin Osmanlı devrinde zorla İslamlaştırılmış Bulgarlar olduğu!?” “Pomakların isimlerinin ve dinlerinin zorla değiştirildiği!?” “Makedonların Tarihte Bulgarlarla aynı tarihi yaşadığı!?” “Makedon dilinin Bulgar dili olduğu!?” ve daha birçok uydurmalar sanki tabulaştırılmıştır ki, sonunda 3 milyon vatandaşın memleketi terk ettiğini, her yıl 45-50 bin Bulgaristan yurttaşının dönmemek üzere ülkeden ayrıldığını, Covid salgını 360 bin gencimizi sokağa attığını, Kuzey Makedon Cumhuriyeti ile kızışan tarih, dil, kimlik kavgası ile Bulgaristan’da yaşayan Makedon azınlık, Makedon azınlığın dili ve kimliği gibi konular ülkemizi tamamen izole ediyor. Neticede bu uydurma olaylardan dolayı dış siyasette araba devriliyor. Üzgünüz. Tüm bu çarpıklıklar aslında kişisel, azınlık ve toplumsal belleklerin içinde kaynayan çelişkiler, kükreyişler ve isyan oluşuyor.

Bir de 142 yıldan beri yaratılmak istenen Bulgar belleğinin yeni Bulgar kültür alanı var ki, bu alan bir defa “93 Harbinin” yürütüldüğü savaş alanlarının bütününe yayılırken, tüm olaylarda sonuç belirleyen unsur olarak haydutlar, çeteler, gönüllüler, papazlar ve sopacılar en önemli unsur oldu. Hepsi tarihte yiğitler olmazdan önce edebiyat eserlerinde kahraman oldular. Üçe bölünmüş yeni Bulgar tarihinin her bölümü daha öncekini reddetse de, 142 yıldan beri bina edilen Bulgar devletini kuran kimlik tektir, birdir. Hayatta kırılmış, ezilmiş, katledilmiş olsa da edebiyat eserlerinde, şiirlerin ruhunda ve müzik namelerinde hep aynı kişidir.

Sonra şöyle bir şey daha var. Sanki kaynayan, değişimlere zorlanan, boyanan, maskelenen her şey Bulgar belleğinin iç dinamitleri sonucu olmuyormuş da özde olmayan ama jeopolitik dış gelişme ve değişimlerin sonucunda beliren mutasyonlardır.

Birinci Dünya Savaşından sonra yenilgilerin ortak yaraları birlikte sarıldı. İkinci Büyük Savaşa girmezden önce III. Mihvere katılma gerekçeleriyle, Vardar nehri ve Ege Bölgelerinin işgaline ilişkin Nazi Ortaklığı, Yahudileri kovma ve yok etme politikası, Nazi Baskıları haklı gösterilmeye çalışıldı. Stalin, Hruşçov ve Brejnev dönemlerinde Bulgar belleğinden silinen “temiz Bulgar ırkı” saçmalığı yerine “İslav kardeşliği” doldu. “Berlin Duvarı” devrilince de, Bulgar kültü alanı Avrupa Birliği Kültür Alanına katıldı, Rumeli’yi unuttuğumuz gibi Balkanları da beğenmez olduk ve Güney Doğu Avrupa kültür alanında başı çeken, neredeyse kendimizi yön veren büyük güç sandık. Oysa Bulgaristan’da Avrupa’yı ilgilendiren ve etkileyebilecek bir kültürel olay olmadığı gibi, istenen sadece hem Osmanlı-Türk hem de Rusya güneşinden kaçarken, serin Avrupa gölgesine giderek alışmamızdı. Bulgar belleğinin oluşum aşamalarının her birinde tekrar eden bu olayların her birinde yenilgi, dirilme ve sönme gibi etaplar var ki, her birinin ömrü giderek kısılıyor.

Birinci etap 1878 – 1944 arası, ikinci etap 1945-1989 arası ve üçüncüsü 1990 sonrasıdır.

Bulgar siyasetçiler tamamen dış faktörlerin ve dünya siyasetinin etkisi sonucu oluşan bu üç parçalanmayı sözüm ona iç “devrimlerin” sonucu olarak da anlatmaya çalışsa da Bulgaristan’da devrim dalgası kabarmamış, devrim olmamış ve devrimsel değişim ve dönüşüm yaşanmamış, olanlar dış baskılar sonucunda, milli sınırlar içinde vuku bulmuştur.

Şu da var, dayatılan dış ideolojik doktrinlerle baskı uygulanarak gerçekleştirilen ve modernleşme olarak anlatılan, Osmanlıdan, Asyalılıktan, Rusya’dan kopma süreçleri aslında hep başa dönerek, kaybedilenin yeri her defasında boş bulunarak sürmüştür. Daha iyi anlaşılması için bir örnek vermem gerekirse, 1878’den sonra Çarlık döneminde Osmanlının tüm kalıntılardan kurtulmaya çalışılırken, Sofya’da 29 Türk mahallesi, medreseler, çeşmeler, kanal, köprü, çarşı Pazar, dükkân, kahvehaneler hep yıkıldı.

1944’te Stalin’in dayatmasıyla başkent Sofya’nın merkezi de yıkılıp yeniden yapılandı, 1990’dan sonra gelenler bir ilk çağlar harabeliği üzerinde “Louvre” açıldı. Osmanlı Mezarlığı üstüne kurulan Bulgar Halk Meclisi’ni (Parlamento) Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi Binasına taşıdılar. Sosyalizm yıllarında Bulgar kültürü ve Komünist Parti gücünü gösterebilmek için görkemli Milli Kültür Sarayı kurdu. Saray kendisi kültürel alan yaratamadığından halen içi boş…

Osmanlı devri camileri gibi Beylerbeyi konağı da önce Çar’ın Sarayı ardından da müze oldu. Demek istediğim, arkeolojik kazılar, eski çağlardan defineler, Bulgar kültürel kimlik alanını genişletmiyor, onları Elen, Trakyalı, Got, İslav Bizanslı ya da başka biri yapmadığı gibi, başka etnikleri ve milletleri asimile ederek değişik kültürel kimliklere sahip çıkmalarına da olanak tanımıyor.

Ne de olsa, bugünkü Bulgar topraklarında son 142 yılda üç defa değişen elitin kendinden öncekini kenara ittiğini ve yok ettiğini gizlemiyor. Belirtilmesi gereken bir gerçek bu üç elit güç değişirken karşısında her defasında devlette eşit katılma ve milli serveti adil paylaşma talebiyle karşısında her defasında Müslüman Türk topluluğunu, iradesini ve ruhunu bulduğu ve onunla 142 yıldan beri sürekli savaştığı bir gerçektir. Bu savaşta Türkler ne kadar yorgun düşse, göç etse de, Bulgarlar da pes ettikçe aynı oranda zayıflamış ve çaresiz kalmıştır. Olumsuzlukların sorumluluğu da omuzlarına bindikçe ezilmişlerdir.

Kuşkusuz politik ve manevi dönüşümler her defasında Bulgar ekonomisini de çökertmiştir.

Osmanlıdan Koparken Bulgarlar dünyada en büyük imparatorluğun pazarlarını, Sovyetler Birliğinden koparken sosyalist dünya pazarlarını kaybetmiş, 2007’den sonra Avrupa Birliği pazarlarına henüz atlayamamıştır.

Kısacası 2020’de Sofya’da ve diğer büyük şehirlerdeki aydın kesimde gece gösterileri şeklinde bir hareketlenme izlemiştik. Ne var ki, 1878’de devrimci birikimi olmayan, 1944’te Alman baskısına tam alışmış, Makedonya’yı sömürdükçe rahatlayan ve değişlikler beklemeyen, 1989’da azınlıkları çalıştırarak iç sömürgeci hazır onculuğuna tam alışırken gelen değişiklikler Bulgar ulusunda bir sürpriz olmuştu. 4 Nisan 2021 seçimleri öncesinde de dümen kıracak bir devrimci birikim yoktur. Ülkede Covid-19 rüzgârları esiyor, herkesin korkusu canlı, dünyası kapanmış, köylüler kış uykusunda, şehirlerin varoşları da Avrupa’da ve dünyadan başa geleceklerin haberini henüz almamıştır.

Kapı çalan ideoloji yok. 30 yıldan beri Pazar Ekonomisinin üstünlüklerini anlatıyoruz, tezgâhlar boş, çarşı pazara maskesiz giriş yasak, zaten zor nefes alan yaşlılar dağarcıktaki bulgur, fasulye ve tarhana ile durumu idare ederken ara sıra da mahzendeki kavanoz yedeklerine uzanıyorlar. Dış ülkelere çıkması gerekmeyenler dışında kimse Covid aşı haberleri ile ilgilenmiyor. Akan su yolunu bulur mantıyla günü gün edenler, seçimlerin muhtemelen ertelenmesinden bile rahatsız olduklarını belli etmiyorlar.

Özetle, geçen aşır Bulgar kültürel alanına art arda olmak üzere çift sürümünde tarlalara inen karakargalar gibi 3 ideolojik doktrin gelip kondu.

Bunlardan birisi milliyetçilik, ikincisi sosyalizm ve şimdiki de liberal- demokrasidir. Bunların üçü de modernleşmemizi hedef gösterdi. Birincisi Batı modeli modernleşmeyi, ikincisi de Sovyet modeli modernleşmeyi dayattı.

Her denemeden sonra başa döndük. Şimdi dibe yapışmış durumdayız ve bir türlü kopamıyoruz. Memleketi terk edin yük hafiflesin belki dipten koparız umudu da boşa çıktı. Görüldüğü üzere iplerimizin kopmuş uçları da başkalarının elinde, belki bir rahmet bulutu geçer de bizim de gönlümüzü serinletir havalarındayız.

İç dinamitler açısından, elimizde kalan tek olanak, son hesapta dev güçlere bir şeyler yaptığımızı gösterebilmemiz için bizde de şehrin köyü yutup durgunluktan ve ideolojilerden kurtulması ve bizi yutmaya hazırlananlara biz hazırız, tüm engelleri kaldırdık deme zamanımız geldi. İşte bu açıdan kentlerin köpekleri ve kedileriyle birlikte karma bölgelerdeki etnik azınlıkların yerleşim yerlerinden oy isteyen Hak ve Özgürlükler Hareketinin yasaklanmasını, kapatılmasını istiyorlar. Çünkü köylülerimiz artık İv. Vazov, Z. Stoyanov, Simiyon Radev gibi kalemlerin yarattığı Levski, Botev ve Karaca’yı, Şipka’da ne olduğunu, Çar’ın adını, yalnızca at koşullarında sözü geçen Todor’u tamamen unutmuş, bir şeyler bekliyor ama ne beklediğini de pek hatırlayamıyor…

Bellek bu silinmesi de doğal, kimliksizleşme gibi…

İşte bundan dolayı 4 Nisan seçimleri çok önemli. Çünkü tekerleği çıkmış araba mutlaka devrilir. Yazık olur, devrilen ne de olsa memleketin devletin arabasıdır.

Devam edecek.
Bizi izleyiniz.

Okuyanlara ve paylaşanlara teşekkürler.

Reklamlar