Neriman ERALP

 

Ben bu yerde yaşamadım.

Yaşlılığıma doyamadım

Vatanıma hasret oldum.

Vatansız olamadım.

 

Hey güzel Kırım,

Hey güzeller diyarı Kırım! Hey…

 

Vataniye, babaları vatan hasretiyle yaşayan, Kırımlı kızların adıdır.

Vatana sonsuz sevgi, Vataniye bu dünyada helalleşemeyen ve belki orada halleşme umuduyla çileli bir hayatı olan Kırım Türklerinin ölmeyen ümit şarkısıdır.

 

Vatan iye’yi İstanbul Haliç Hilton Oteli’nde 2013’te yapılan 16. Dünya Türk Gençlik Festivali’nde tanıdım. Kırım Türk Gençliğini temsil ediyordu. Yüzü pamuk kadar beyaz, gözleri gökyüzü gibi mavi, tek demette toplanmış saçları, belki de o kadar olmasa da, adı Atilla’dan gelen İdil (Volga) ırmağı kadar dolgun ve uzundu. İnsanlar aralarında yaşadıkları ağaçlara benzerler diyenler yüzde yüz haklıydı, onun da boyu endamlı ve yüzü Kırım yurdunun bin bir çiçeğinden en güzellerin açmışı kadar güzeldi. Konuşmasına gerek yoktu. O konuşmadan da konuşuyordu. Güzel yurdunu anlata anlata bitiremiyordu.

 

Öz Türk adı Ceyhun olan ve Amudarya olarak Rusçalaştırılan, öz Türk adı Seyhun olan ve Sırdarya olarak Rusçalaştırılan ama eskiden olduğu gibi bugün de Türk Dünyası’nın sonsuz step güzelliklerine hayat bahşeden bu iki ırmağın sessizce uzadıkça uzadığı gibi, örgüsüne çiçek döşenmiş saçları beline iniyordu.

 

Ruh halinde sonsuz bir gurur vardı. Kaynağını sorsam, atalarım Moskova’dan haraç almıştır, diyebilirdi. Ne ki, ırmaklar kuzeyden güneye doğru aktığı gibi, büyük olaylar olduğunda insanlar da belirli kapılara yöneliyordu. Onun öz yurdu Güneyin giriş kapısıydı. Kale duvarları dayanır ama olan hep kapılara olduğundan dolayı, onun yurdu da daha geniş kapı açmak isteyenler tarafından kaç kez yakılıp yıkılmış ve olan hep onlara olmuştu. O, faciaların en büyüğünden kalmış bir ümit pırıltısıydı.

 

Sen, Türk Gençlik Dünyasının güzellikler sembolü müsün diye sorsam, bilmem ne cevap verirdi. Koskoca Asya kıtasında ne varsa Anadolu’da da olduğu gibi, Macaristan’dan Macurya’ya uzanan Türk Dünyası peteğinin öz balı sanki Kırım Türk Yurduna damlamıştı. O da adeta başka hiçbir şey yememiş içmemiş, ballanmış da ballanmıştı.

Dağlarda, Kara Kum ve Kızıl Kum çöllerinde, stepleri sulamaktan yorgun düşen Azov Gölünde, rüzgârın yalnız atlarla ve şahinlerle yarışabildiği boz kırlarda hayat bulan her şeyin bir arada olduğu Kırım Yurdu, tarih boyu iyilik ve kötülüğün, istenen ile istenmeyenin kesiştiği, kem gözlerin odak yeri oldu. Biz, tarihten ders alınsa kötülükler yaşayamaz desek de, bu sözler, Kırımlıların kara yazgısını bilenler için hiçbir anlam taşımıyor.

Son 2 yüzyılda onların hayatlarına ister trajedi, ister trajik bir dram desek, her ikisi de, çok zayıf kalır. Çünkü trajik ve dramatik olan insan olduğu yerde olur. Kırım Türkleri ise, topyekûn değil, soy köklerinin en derin kökleri sökülerek yok edilmek istenmişti. Ve bu öyle bir imha idi ki, dağlar taşlar ırmaklar göller orman ve ovalar ve bu dünyada daha ne kadar ağzı var dili olmayan varsa hepsinin gözü önünde ve sanki tüm insanlığa gözdağı verircesine olmuştu. Bu, kurşunlardan delik deşik olan, aylarca kendi tükürüğünden başka hiçbir şey yemeyen, kapalı hayvan vagonlarında son adresi olmayan ve uzadıkça uzayan yolculuğa dayanamayanların facialı feryadıdır. Kör, sakat, yaşlı, emzikte bebe, genç kız ve oğlan, ana babalar, yediden yetmişe Vatan toprağından sökülen Kırım Türkleri sonrası olmayan bir yolculuk yaptı. Hiçbir yerde bir saat arayı bile bekleyemeden ölen yeni birini gömmeye ne yaşayanlarda takat, ne bir kazma kürek vardı. Buz kesmiş cesetlerin başucuna üst üstüne iki taşcağız bile koyamadılar. Fatihasız bir katliam! Kırım Türk katliamı!  2 milyondular 300 bine düştüler. Ve o, bu Kırımlı Türk kızlarından biriydi Vataniye. Bana baktıkça, ben de ona bakarken işte böyle kız kıza, göz göze, koklaşarak tanıştık.

 

Ben de anamın karnında gelmişim Ana Vatana. Ben de Ata Vatanından kovulanların bir kızıyım. Doğmadan ayaklanmışım anamla. Doğmadan içmişim mücadeleci suyundan. Ben de kardeşlerim ve akranlarım gibi doğmadan ağlamışım şehitlerin ardından. Doğmadan sevmişim hürriyeti, sevdalıyım özgürlüklere, kavgaya, sevildikçe sevmeye…

 

Vatan iye’nin dedesi, Karadeniz’in birbirini kovalayan güzelim dalgalarında yüzerken yüzleşmiş dünyasını kör eden acıyla. Yetiştirdiği bahçenin duvarına vuran köpüklü dalgaları görememiş bir daha. Koparamamış diktiği ağaçların meyvelerinden, koklayamamış güllerini. Kadim Türk bozkırlarının en uç noktasına, en yalçın dağların en yüksek tepesine ve neredeyse yerin dibinin dibine sürgün edilirken nenesi, bünyesinde taşıdığı Vatan iye’nin annesiyle gitmiş o uzaklara. Babası Vatan hasretiyle hayata gözlerini yumarken kızımın adı Vataniye olsun demiş…

 

Bizim durmadan akan çeşmeler gibi bir şey işte…Akıyor da su, artık içeni yok. Alışmışız suyun sesini dinlemeye, aktıkça akar demeye…”Su uyur yılan uyumaz!,” atasözünü bile unutmuşuz. Yılanın düşman olduğunu düşünenimiz bile kalmadı. Oysa yılan uyurken yapıyor işini, korkuyu koşmuş işe…Sokup zehirlemeden, boynuna sarılıp boğmadan yapabiliyorsa istediğini, neden zorlasın kendini? Suyun hoş sesi, yılan korkusundan önce unutuldu, ne yazık. Ve güzellik geçicidir ve korku ebedidir deyenin de gözü kör olsun. Ve ben bu hayatta güzelliklerin galibiyetinden yanayım.

 

Karşımda insan ruhunun en güzeliyle yüklenmiş sakince süzülen ve bizim lehçemizde adı belki de “Vatansever” olan bir enderliğin, çok acı bir dünyada yetişmiş, bir nur topu var.

Ona bakıyorum da, Vataniye isminin anlamı Vatanseverle tam örtüşmüyor, diye düşünüyorum. Vatansever senin ata vatanını ya da ana vatanını sevdiğin anlamına gelirken, Vataniye bir babanın yaşamaya doyamadığı vatanına yanık hasretidir. Sıradan vatan sevgisi ile hasretlik ortamında doğan Vatan sevgisi arasında dağlar kadar fark vardır. Kırım kızlarının birkaç tanesinden birinin ismi hep Vataniyedir. Vatan iye’nin tam anlamı biz var oldukça Kırım bir Türk Yurdu olarak var olacak anlamındadır. Vataniye bir kız adıdır ve Vatan’a olan sevgiyi çoğaltarak yaşatmak üzere hayata çağrılmıştır.

İnsanın en ağır çileleri yenebileceğini, yendiğini ve zaferi simgeler.

 

Rusya Başı Kruşçev, “Kırım Türkleri dönebilir” dediğinde kimin nereden döneceğini söylemedi. Dönenler bambaşka bir dünyadan adeta cehennemin dibinden emekleye emekleye sürüne sürüne geldiler. Anayurdu doya doya koklamaya ve artık ebediyen burada kalmaya dönmüşlerdi. Yurt meydanlarından herhangi birine dikildiklerinde sanki üzerlerinden bin ton yük iniyordu. Evlerinin yakılmış yıkılmış olması hiç önemli değildi. Her yer bomboştu. Gelenleri yabancı sanıp havlayan köpek bile yoktu. Sevinçten coşan deniz uğulduyor, ne zamandan beri ekilip biçilmeyen tarlalar yılların hasretine dayanan sevgililer gibi sevinç gözyaşları dökerken, rahmet çağırıyordu.

 

Kırım Türkleri unutulmaya mahkûm bir trajedinin kurbanıdır. Hitler çizmesi Kırıma bastığında başlarına gelen “Efendi değiştirmek” trajedisidir. “Vatanperverlik” ile “Vatan Hainliği” arasında kalmışlardı. Onlara hem Stalin hem Hitler “bağımsızlık” vaat etmişti. Zor zamanda verilen sözler vaatten sayılmazdı. Hitler sürülerine taktıkları “Mavi Alay” bir işe yaramadı, fakat onların başlarını yedi. Cani Stalin onları Vatansız bıraktı. Bir mızır ot gibi söküp attı. Oysa kaynayan bir suyun buharlaşmasına neden, altında yanan ateşti. Ateşi söndüremeyen Stalin, kinci çıktı ve hıncını onlardan aldı, onları çamurda yuvarlanan manda gibi ezdi bitirdi.

 

“Oh! Şükür Allah’ıma! Bitti!” diyenler, sonsuz çileler dünyasından, vatansızlıktan dönenlerdi. Göz bebekleri bir daha yerlerine dönmemek üzere çöktükçe çökmüş erkek ve kadınlardı. Ben yalnız bir deri değilim, kemiklerim da var diye haykıran almacık kemikleri, olmayan yanaklarında yumruk gibi fırlamış dayılarım ve amcalarımdı. Saçlar karman çorman, ayaklar yalın ayak, nasırlı eller kocaman, hayatı yaşatmaya dönmüşlerdi. Yorgun bakışlarda umut kıvılcımları vardı. Kırım Türklüğünü yaşatmak! Kırım’da ölmek! Köy kabristanlığına gömülmek! Hem burada hem orada beraber olmak! Bu da mutlu olmaktı. Çileler,  çekiler, eziyetler,  gözyaşları unutulmak için vardı. Dünya dünya olalı onların acısını tartacak bir kantar bile icat edememişti. Güneşin bir damla suda yansıdığını anlatanlar, onların başına gelenlere serence deyemedi. Çok savaşlar olmuş ama bir halkın öz yurdundan bu kadar gaddar bir şekilde söküldüğü asla görülmemişti.

 

Bir miller olarak çok az kalmışlardı. İnançlarında bir orman bir ağaçla başlar gerçeği vardı. Çok parçalanmışlar, çok dağıtılmışlar, hayır, onlar bir daha toplanamamak üzere tüm tüm saçılmışlardı. Ve artık yeniden ezan sesini, yeni doğan bebelerin çığlığını, baharı yazı beklerken canlanıp yeniden açmışlardı.

 

Son günlerde Kırımlılar kendilerini yeniden dünya siyaset merkezinde bulduklarında Vatanıye’yi düşündüm. Ne yapıyor acaba? Oturmuş kendine çeyiz mi hazırlıyordur! Meydanlara çıkmış bayrak mı savuruyordur! Gençleri toplamış yalın sesiyle nutuk mu atıyordur! Acaba neler anlatıyor diye düşünürken telefona sarıldım.

 

Hemen açtı.

–          Buyurun, ben Vataniye, dedi.

–          Vataniye, tanıyamadın mı? Ben İstanbul’dan. Neriman. Nasılsın?

–          Kuyruktayım. Rusya Pasaportu alıyorum. Kırımdan koptuk.

Hiçbir şeye karışmıyoruz. Ada yerinde duruyor. Biz de üzerindeyiz, derken espri yaptığı belli oldu.

–          Tamam, sonra yine ararım, diyerek kapadım.

Kürsüde değildi. Kürsüye çıksa, hiç ağzını açmadan yalnız güzelliğinin sihrinden diller yutulur, silahlar iner, bayraklar dürülür ve niyetler değişirdi. Tarihin çırası olan bir milletin güzel dilberi, itirazların geçiciliğine inanmış bir halkı simgeliyordu. En önemli olan pasaportun rengi değil Vatan sevgisine sarılmış hayatın yaşamasıydı. Güzellerin bir bakışı nice savaşlar başlatmış, nicelerini de durdurmuş, Tanrılara başkaldırmış başkomutanlar güzelliğin ayağına kapanmış ve pes olmuştu. Önemli olan büyük savaşları da savaşmadan kazanmaktı.

Reklamlar