Nafiye YILMAZ

 

Ben kafamdaki soruya yanıt bulmaya çalışıyorum. Bizden şimdiye kadar hep “uslu uslu durmamız” istendi. “İşlerin düzeleceği” söylendi. Fakat nafile. Nefesi kuvvetliler verdikleri sözlerin birini tutmadılar. Ben artık cin çıkarma seansına girdim. Daha kalın kitaplar okuyup, daha açık ve kısa yazarak, okurlarımın da cin çıkarmasına yardım edeceğim. Sıkıntıdan kurtulmak ne ferahlatıcı bir bilseniz!

 

“Liderlerimiz” bizim kuşağa yaşama pınarı, ilham kaynağı olmadı.

Kendime hipnoz uygulattım, okurken telefon bile açmıyorum. Geçen hafta altını üstüne getirdiği kitaplardan biri İbn Fadlan’ın Seyahatnamesi.

X ve XIII. yüzyıllar arasında var olan ve Bulgar okullarındaki tarih kitaplarından öğrendiğimiz üzere adına “İdil-Kam Bulgar Devleti” denen ve modern literatürde İdil Bulgarlarını (Volga ırmağı boylarlında yaşayan Bulgarlar) gidip gören ve gördüklerini yazan İbn Faldan şöyle der: “Türk kavmi Bulgarlar, zekâsı ve bilgileriyle dikkati çeken birini ‘bu adam Tanrıya hizmet etmeye layik’ diyerek, boynuna bir ip geçirip ağaca asıyor ve çürüyene kadar ağıcın dalında sallandırıyordu.” Bu aslında yeniliğe karşı bir önlem olarak kullanılıyordu.  Yenilikler hep “kıllı adam” kafasından çıktığı, icadı olduğu için olacak.

 

Ben de hem kahvemi içip İbn Fadlan’ı okuyor ve hem de düşünüyorum. Dünyada değişmeyen, yenilenmeyen, inadında üstüne olmayan bir halk varsa, bana kalsa, o da Bulgar Halkıdır. Çünkü orada yaşadım ve gördüm. Başka hiçbir şeye inanmasam da, Bulgar kavminin çok bencil olduğuna inanıyorum ve bunu aşmanın olası olup olmadığını soruyorum kendi kendime.

 

Yoksa şimdiki Bulgarlar eski İngiliz Başbakanlarından ve Ütopya – cenneti eserinin yazatı Tomas Mor’u çok mu okudular da, geleneği bozup uygulamada değişiklik yaptılar. Çünkü kendileri “Ajan Sava – Ahmet Doğan’ın “çok akıllı olduğunu” defalarca yazdılar, çizdiler ve anlattılar. Eski geleneklerine göre,  onu şimdiye kadar yüz defa öldürmeleri gerekirdi. Onlarsa onu bir “saraya” kapadılar ve etrafında kuş uçurtmuyorlar. Yoksa şu “Türklerden Bulgar yapma” ve hiç zahmet çekmeden çoğalma, onların yürekten gelen sesi olduğundan, hala bastıramıyorlar mı?

 

Bir de şu var kuşkusuz, insanın insan üzerindeki baskısı arttıkça hep yeni / alternatif bir toplum projesi / hayali bir ürün doğdu da ondan mı? İşaret ettiğim “Bulgar Etnik Modeli” dir.T. Mor zamanında yoktu ama şimdi nalları atmış olsa bile, kokuşmasın diye yer gün üzerine kolonya sıkıyorlar ve vitrinde tutmaya devam ediyorlar. Aslında İvan Vazov’un “Esaret Altında” eseri 0.12 levaya hurdacıya veriliyorsa, Sava-Ahmet “Etnik Modeli” 0.3 santim bile etmez…

 

Tabii şöyle bir şey daha var. Gerçeği öldüremezsiniz. Bizim ülkemizin de özgür düşünmeye ihtiyacı var. Düşünme izne tabii tutulamaz. Evet, insanları hapis ederek, toplama kamplarına tıkarak ya da “saraylara” kapayarak fikirlerinin donup katılaşması, halkın bu fikirleri işitip yüreklenmesini önleyebilirsiniz ama bu kadar. Uslu uslu oturmak da bir yere kadar. Ne yazık ki, Yalan yenmiyor.

 

Bir de insanları şablona inandırma işi var. Bunun için güçlü medyaya ihtiyaç var. Şablonlar her şeyi bildiğini sanan, her zaman haklı olduğunu düşünen, kibirli, halktan uzaklarda yaşayan, ama medya aracılığıyla hep onun arasındaymış havası yaratılan bir liderler grubu var. Tabii halkın hep aynı kişileri görüp dinlemekten rahatsız olduğu görüldüğünde diğerlerine ibret olsun diye, birisinin ipte sallandırılması ve sinekler, kurtlar, böcekler içinde çürüyüp kokuşmaya bırakılması, belki etkileyici, korkutucu olur ama onu şimdi artık uygulanmıyor. İstenmeyenler kenara itilip unutuluyor.

 

Bu işlerde gecelerini gündüzlerine katıp bir şeyler yapanlara ben misyon politikacıları diyorum. Öldürülmeyen, çöpe atılmayan, fazla yıpranmalarına izin verilmeyen, korunan, hep pırıl pırıl olmalarına dikkat edilenler işte bu misyon ya da görev ya da özel politikacılardır. Bulgar’da bunlardan birkaç tanesi de Türk’tür. Onlar da zenginleştiler, elbiseleri İngiliz Gabardin kumaşından, tükenmezleri ve gözlükleri altın kaplama, ayakkabıları su almaz ve pas tutmaz deriden vs… vs…

Örneğin Başkan R.T. Erdoğan’la görüşmeden önce otele uğrayıp üst baş değiştirmeye vakit bulamayınca, HÖH heyetinden biri takım elbisesini uçak alanı tuvaletinde değiştirmiş, fakat kullandığı koku bavulunda kaldığından dolayı değiştirememiş ve “Çankaya Kökçüne” girerken korumalara birkaç defa “üzerimde bir koku var mı?” diye sormuş. “Tuvalet kokusu” demek istiyor besbelli. Neyse!

 

Bunlar utanç duygusunu yitirmiş “modern” tiplerdir. Örneğin “Ajan Sava-Ahmet Doğan” tipinin yaptıkları aklıma gelince elim ayağım birbirine dolanıyor. Ben yazarak özgürleştim ve yazarak özgürleşmeye devam edeceğim ve onun benim belleğimde nasıl bir iz bırakacağı benim elimdedir. Bir yazar yarattığı kahramana asla yenik düşmez. Ben de insanı var edenin nedeninin cesareti olduğuna inanıyorum. Ve bizim, Bulgaristan stratejik araştırma Merkezi olarak yaptığımız iş, hakikatken cesaret isteyen bir iştir ve değil Türkçe Bulgar dilinde bile grubumuzun yaptığı irdelemeler kadar gerçekçi analiz bulup okuyamıyoruz.

 

Ajan Sava -Ahmet ve dolayındaki grup, görüldüğü üzere bir hayal dünyasında yaşıyor ve etrafındakileri kendi ütopyalarına inandırıyor. Öylem ki, onları sanki hipnotize ediyor, akıl ve mantıklarını paralize edebiliyor. Nasıl mı?  Çünkü etrafındakilerden her birinin ondan beklediği bir şeyler var. Onları hayallerinin hamalı yapıyor ve besleyip yönlendiriyor.

 

Ajan Sava – Ahmet Doğan’ın derisinin şimdiye kadar yüzülmemesinin nedeni ise şudur. “Yok edilirse, ‘Bulgar Etnik Modeli’ tuzağı çökecek, çorap söküğü gibi sökülecek hele şu “soya dönüş dosyaları”, “Belene” Stara Zagora, Sliven, Sofya, Varna hapishane klasörleri açılırsa, vay canına, dünya ayaklanır be. Çünkü Çar düşer, Çarlık çöker ve halk bayram eder, gerçek budur. Biz şimdi burada her kirli işin, tezgâhın altından çıkan bir isim görüyoruz.  Gizli ajan “Sava-Ahmet Doğan.” Onu yok ederlerse, inanınız, yeni bir gön suratlı bulmak zordur. Herkes vicdanına küflü tenekeden zırh yaptırmaz…

 

İnsan değer verdiğini eleştirir. Ama Doğanlar eleştirenleri katlediyorlar. Ülkeden kovuyorlar, işsiz bırakıyorlar, açlığa mahkûm ediyorlar, dış ülkelerden yardım almakla suçluyorlar, tek sözle rahat bırakmıyorlar. Vaktiyle sığır sırtı taradığımız demir taraklar vardı, tarak sırtında gezdikçe hayan rahatlardı. Bu bizimkilerin bırak demir dişli tarağa kınalı ellerle sıvazlayana bile tahammülü yok. Ne tuhaf değil mi!?

 

Bu 1970–1972 Pomaklarla didişmede ve 1984–1989 Türklerle boğuşmada da böyleydi. Ve burada uygulanan bir usul vardı ki, bu, bin yıl öncesinin Orta Asya’sından getirdikleri “akıllıları bir söğüt dalında sallandıralım” mantığı kadar etkili olurken, totalitarizm dönemi boyunca genel geçerlilik kazanarak uygulandı. İşte bakın:

 

Bizde geçerli olan Orta Çağı hukukudur: “Bir şüpheli ya da sanık ne ile suçlandığını asla bilmemeli! Sanığa iddianame gösterilmemeli! Bunu 1376’da yazan Engizisyon Mahkemesi Başkanı Nikcholas Eymenich’tir. Bense, Engizisyon Yargıcının Kitabı’ndan aldım.

 

“Belene” ölüm kampına girip çıkanlardan 10–15 kişiyle görüştüm. Ne için tutuklandığını tam olarak hiç biri söyleyemedi. (Bilmiyorlar çünkü.) Bu 15 kişiden 7-si lokantadan çıkınca “toplanmıştı”. Üçü evden gece yarısından sonra alınmış, beşi de otobüs duraklarda alı konuşmuştu.  İnsan hayatta değişik suç işlemiş olabilir. Ve o yıllarda “isim değiştirmeye zorlanma” sıkıntısı içinde olduğumuzdan, herkes kendini bin bir şeyden suçluyordu. Kafalarında yolunu kaybetmiş saçma gibi dolaşan şuydu: “olabilir mi?”, “ağzımdan laf mı kaçırdım!” Bu gibi saçmalıklar beyinlerini devamlı yorduğu için, aralarından birinin kesin cevap bulması zaten imkânsızdı. Önemli olan herkes aynı dereye itilmiş, herkes ıslanmış, ama bizi o dereye itenin kim olduğunu bilsek bile, biz hep dere kenarına gelme sebebimiz üzerinde bocaladık kaldık, çünkü yanı başımızdakini suçlamak daha kolaydı. Uzağı göremiyorduk. Daha doğrusu görmek istemiyorduk, çünkü bilinmeyen korkutandı.

 

Oysa bizi sorgulamadan, mahkeme kararı olmadan, keyfi bir şekilde tutuklayıp sürgün, hapis ettiler. Bize karşı uygulanan her şey, yazılı olan ve olmayan tüm kanunlara ve moral değerlerine göre suç teşkil ediyordu. Bu nedenle, neden tutuklandığımızı bilmememiz, hep şüphe içinde yaşamamız gerekiyordu. Plan buydu. Bizim aramızda hiçbir işe yaramayanlardan tutuklandıkları için yani adam sayıldıkları, yani sürüye katıldıkları için içten içe sevinenler bile vardı. Bunların hepsi yapıldı. Sonunda işler “Ajan Sava- A. Doğan”a devredildi. Akılı uzun olanları “artık söğüt dalında sallandırmaya kuvvetleri olmadığından” ülkeden kovmayı ya da “sayaya kapamayı” emrettiler. Saya-Ahmet’te bu işi yapabilmesi için Hak ve Özgürlük Hareketini devrettiler. İşler yol almaya başladı. Şükür 25 yıldır yerinde sayıyor.  2013 ün başında çoban değişti. Saya yerinde. Şimdi biz süttü değil, yoğurdu da üflesek, sanki fayda yok, çünkü tarihi onlar kendileri yazıyorlar. Bizim tarih yazmaya ne hakkımız ne de kalem kâğıdımız var. Çünkü biz, bir de başımıza gelenleri birbirine bağlayamayacak duruma getirildik. İnsan 30 yıl aldatılırsa, özür dilerim: APTAL OLUR!

İş soru da sivrildi: Hiç ders alınsa tarih tekerrür eder mi?

 

Biz artık uslu uslu duramayız, durmamalıyız.

Ben daha kalın kitapları daha derin okumaya devam ederken kararımı verdim:

Oyumu 9 numaralı bültene vereceğim.

Her seçimde şok olmak canıma geçti. Bu sene 9 uğurlu diyorlar. Şans işte.

Reklamlar