Tarih: 09. 02. 2018 / İstanbul

Yazan: Şakir Aslantaş

Konu:  Çok etkilendim. Kafalar eski…   Akıllarında olan tarih millileştirmek ve 500 yıl geri dönmek…

Çocukluğumuzda anlatılan Arap masallarından aklıma takılan uçan kilimi ve maharetli Hint hokkabazını düşünür oldum. O, hangi yönde uçuyordu? Geri vitesi var mıydı? Bu sorulara cevap arıyorum ve bulamıyorum.

İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur.

Geçen hafta bir günlüğüne Sofya’ya gittim. Gece karanlığına sarılmış, Trakya ovası bomboştu. Kara asfaltta yapışan araçla geceyi kovalayan küçük oğlum Berk yola kilitlenmişti. Daha önceki gidiş gelişlerimde köy sokakları ve evlerin kapıları üzerindeki loş ışıklar sönmüş, köpek havlamıyordu. Nemli karanlıkta insansız kalan doğanın gözyaşı vardı. Bir haber getirir umuduyla rüzgâr bekleyen kalmamıştı. Esse, okşayacak yüz ve savuracak saç bulamayacağını bildiğinden olacak, kış gecesinde o da sanki inine saklanmıştı.

Uçan kilim masallında geri dönüş yoktur.

Umut, gidişte mi yoksa dönüşte midir? Bu soruya cevap veremem. Bildiğim, bozulan bir düzeni, kırılan bir kalbi onarmanın imkânsız oluşudur. Giden gidişe, gelense gelişe sevinir. Giden kopar. Halkımıza göre, ayrılıkta “hayır” vardır. Dönüşün öyküsü yok. Dedem, fidan, aynı yere iki defa dikilmez, buyururdu.

Gidişler fotoğraflanmasa, resimler duvarlara asılmasa her şey unutulurdu. Kovulmak ve ayrı düşmek acıdır. Kimse acı çekmek istemez. Fakat acısı da hayat hakkı istediğinden, hafızaya sığınır ve oracıkta yaşar.

Yolumuz Sofya’ya. Gençliğimi, üniversite yıllarımı bıraktığım şehre. Ne kadar değişirse değişsin, gençlik anılarıma dönüyorum havasındayım…

Kurucularından biri ve Yönetim Kurulu üyesi olduğum Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK heyetinde yerimi aldım. Sofya Büyükelçiliğine yeni atanan, Büyükelçimiz Sayın Hasan Ulusoy Beyefendiye yeni görevi hayırlı olsuna ve başarılar dilemeye gidiyoruz. Biz Bulgaristanlı Türkler için, Sofya Büyükelçiliğimiz, Filibe (Plovdiv) ve Burgaz Konsolosluklarımız diplomatik temsilcilikler olduğu kadar, alınmaz Türklük kaleleridir.Bulgaristan Türklerinin ayakkabımız vursa, başımız sıkışsa çaldığımız ilk ve son kapıdır burası.

1970’lerde yerle göğün arası zulüm ve şiddet dolduğunda, biz yerli Türkler, her derde derman kapısı bildiğimiz bu makama Bulgaristan’da Türkler bir gün 400 000 (dört yüz bin) mektup yazmışız. Çuvallara doldurulan mektuplar Büyükelçiliğimize at arabalarıyla getirilmiş. Büyükelçi, konsolos, Bulgaristan Türkünün gönlünde ve vicdanında hatırı baş üstünde olan “Büyük Adam’dır.”

Ben Varna köylerindenim. Köyümdeki Türk Okulu kapandığında, yaşlılar cami odasına toplanmış, hocaya ne yap yap çocuklara Türkçe okuma yazma öğret, bakarsın Büyükelçiye mektup yazmaları gerekir, dediklerini asla unutamam. Büyüklerimiz bizi dizi dibine oturttu ve anadilimizde saymayı, yazıp okumayı öğretmişlerdi.

20. yüzyılda Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği Bulgaristan Türkleri için en yüce devlet makamı kaldı. Hele Mustafa Kemal Paşa’nın Sofya Ateşe mili terliğinden sonra emperyalist düşmanlarını bizim Bulgaristan Türklerinin de katılımı ile Çanakkale’de yenmesi, Sakarya ırmağı boylarında Yunanın belini kırması ve hemen ardından da İzmir’de denize dökmesi, dedelerimizin canına can katmış, umut yeşertmiş, ömür uzatmıştı. Bulgaristan Sofya Büyükelçiliğimiz de parlayan yıldızı olmuştu.

1989’da ben de bir gece bir uçan kilimle vatanından kopanlardan biriyim.

Yedi yaşım, gençlik yıllarım, hatta kışın soğu ve yazın sıcağı orada kaldı. Bahar kokusunu, ekin tarlalarının dalgalanışını asla unutamadım. Kılçık süren yeşil engine karışan mavi çiçekler ve kırmızı gelincikler çocukluğumun en iyi tablosuydu. Bu doğa harikasını hayal ettiğimde, bulunduğum yer ana-vatan da olsa, her defasında göz bebeklerimden damlalar taşmıştır.

Zamanla anladım ki, güzelliklerini anlatırken heyecanlandığım memleketimi, kovulurken,  Büyükelçime, diplomatlarımıza emanet etmişim. Onlar görev başında oldukça, hiç bir şeyimize hiçbir şey olmayacağına inanmışım… Bu anlamda, bu saygı ziyareti benim için çok büyük önem taşıyordu.

Sofya Büyükelçiliğimizin kapısını takım elbiseli, kravatlı 10 kişilik bir heyet olarak çalıyoruz. Taşıdığımız paketlerde kişisel hediyeden çok, göçmen ruhuyla kitaplaştırdığımız anılarımız, düşüncelerimiz ve önerileşen özlemlerimiz var. Heyetimizde profesör, doktor, ilahiyatçı, gazeteci, dernekçi, siyasetçi vb arkadaşlar yer alıyor. Ortak kurduğumuz ve yaratıcılığımızın mihveri olan Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi (BGSAM) yayınlarından 30 kitapla dünya görüşümüzü, fikirlerimizi ve tüm birikimimizi Büyükelçiliğimize taşıyoruz. Ziyaretimizi tuhaf bulanlar da olmuş olabilir. Çünkü daha önce bir emsalinin yaşanmadığı kulağımıza geldi.

İlk ziyaretimizin, bir başka anlamı ise, devlet siyaseti ile dernek etkinliklerinde ifade bulan, hareketlenen halk kitlelerinin diplomatlarımıza “gözümüz üzerinizde” duyarlılığı gibi yaklaşmasıdır.

Bu, yeni tay duran gerçekte, bir de, Bulgarların bize yineleyerek dayatmaya çalıştığı, siz “göç kilimine atlayıp gittiniz, bu gidişin dönüşü yok, sizin de burada işiniz yok” saçmalığında bir kırılma noktası oldu.

Güçlenen Türkiye’nin doğurduğu yeni bir gerçek olarak kabul edildi.

Cennet, insanın doğduğu yerdir. Kutsalını korumak kişinin hakkıdır. Ebedi olan kimlik ve vatandır. Soydaşlarımızı sarması ise doğaldır. Aynı zamanda, gerçek hayatın uçan kilim masallarından farklı olduğunu görmeyen kalmadı.

Dönem toplantısını Sofya’da yapan Avrupa Konseyi’nin boş kalan köylerimizi Suriyeli sığınmacılara dağıtma planları da endişemizi arttırdı.

Önceki nesiller, mazlum Bulgaristan Türkleri, Türkiye’nin Büyükelçileri ve konsoloslarla aynı konularda aynı şeyleri düşünebileceklerini, birlikte fikir yürütebileceklerini asla düşünememişlerdi. Görevlilerin onlar için çözümler bulmalarını sabırla beklemeye alışmışlardı.  Bir asır böyle devam etmişti. Bulgaristan’dan sökülme, halkımızla devletimizin stratejik ve güncel konularda fikirde çakışma ve eylemde buluşma noktasında birbirine kilitlenmesi yeni bir aşama başlattı.

Halkın sorunları halkın dışında çözülemez tezi bilinç oldu.

Bu gelişmeyi en fazla etkileyense nedir bilemeyiz, çünkü yeni kuşakta “onlar her şeyi bilir, bize söz düşmez, dedikleri dediktir” gibi söyleyişe rastlamıyoruz. Virgül ve vurguların değiştiği bir çağda yaşıyoruz. Özel ziyaretimize, bu yeni açıdan bakıldığında, “yol ayrımı yaşamadan birlikte ilerleme niyetimiz” kendiliğinden ifade buldu.

Biz Bulgaristan Türk erkeklerinin “büyüklerin sözü üstüne söz konmaz” geleneğini kadınlarımız bozdu. Uçan bir kilime yükledi. Sonra bir yerlere gönderdi. Nereye olduğu bilinmez. Eskiden kanaat sahibi, son sözü söyleyen hoca, imam ve müftülerimizdi. Giderek okul müdürleri, öğretmenler onların yerine geçti. Daha sonra parti sekreterleri, partililer, mürekkep yalamış üniversite diplomalılar geldi. Daha sonra Bulgarca bilenler ve sonunda Bulgarlar hüküm vermeye başladığında oyun bozuldu. Şu ajan, bu ihbarcı, bu da gammazcı olayları fısıltı gazetesine düşünce, analarımız ve eşlerimiz bize “başkasının ağzına bakma”, “kimsenin sözüne güvenme”, “sesini kıs”  nasihatinde bulunmaya başladı ki,  “Belene” kampında yatanların 52’si “muhbir” çıkınca, desti kırıldı.

Yine “Belene” kampında kalanlardan yarısının “parti biletli, komsomol sekreteri veya parti aday üyesi” olduğu anlaşıldığında ise, rüzgâr yön değiştirdi. Samimilik ile samimiyetsizliğin arası açıldı.

Doğruluk ve haklılık kıstası aranıyor.

Tam o yıllarda, Bulgar dilinde, “topka, jena ve politika” dişildir. Top her kaleye girer, kadın da uygun bulduğunda herkese güler, siyaset ise, senin benim değil, çıkarların adamıdır tekerlemesi aldı yürüdü.

Demek istediğim, biz 1989’da ayaklanıp 1990’da partileşsek de, ilk kez ayrı bir güç olarak siyasete karışsak da, siyaset bizden uzak kaldı.

Çıkarlarımızı, hak ve özgürlük davamızı taşımayı kabul etmedi. Yeni ortamda çilekeşlerin tek dayanak noktası sivil toplum örgütleri, Bulgarcada “hükumet dışı örgütlenme” adıyla bilinen dernekçilik ön plana çıktı.

Bu bakıma, Sofya ziyaretimizin anlamı derindir.

Biz Bulgar demokratik sivil toplum örgütleri arasında yerimizi bulmalıyız. Dış ülkelerdeki Bulgaristan vatandaşları arasında kurulmuş siyasi parti yok, fakat onlarca öğrenci, gençlik, işçi ve gurbetçi örgütü var. Yenileri kuruluyor. Hepsi memleketiyle bağlı çalışıyor. Neden olmasın!

Bu yenidünya görüşü, Bulgar toplumuna da işledi.

Büyükelçilikteki çıktığımızda, Bulgaristan “yeşilleri” her gün tekrar eden gösterilere ne toplanmış bulduk. Alman Yeşiller Partisi’nin Avrupa Birliği parlamentosu milletvekili Bayan Keller Sofya ulusal çevreyi savunma kitle gösterilerinin ön saflarındaydı.

Müslüman Pomaklarımızın yaşadığı Pirin Dağında asırlık çam ormanları kesilerek, binlerce böcek, sürüngen, kuş, yaban hayvanın yiyeceksiz ve yuvasız bırakıp yok olmasına,  doğaya kıyılmasına yol vermeyiz sloganıyla yürüyorlardı.

Bayan Keller çok değerli vasıflara sahip bir öncü çevrecidir.

Almanca, İngilizce, Fransızca dışında, Türkçe, Arapça ve Farsça okumuş,  serbest konuşabiliyor. Türk olduğumuzu öğrenince, “pasif kalıyorsunuz, sizin yeriniz yeşiller hareketinde” diye işitebileceğimiz kadar yüksek sesle haykırdı. Gerçekten yürüyenler arasında HÖH, DOST, HŞDP gibi Türk partilerinden kimse yoktu. TV ekranında her konuda “akıl” veren Osman Oktay bile kahvesini çevrecilerle içmek istememişti. Oysa sıraladığım liderler, Büyükelçilerle görüşmeyi kendilerine öncelikli hak olarak gasp etmiş olanlardır.

Protestoları süren çevreciler “suni kar döşemek için doğanın yok edilmesine karşı” savaş veriyorlardı. Bu konunun özünde politika var. İktidardaki GERB partisi, Başbakan Boyko Borisov  ile iktidar ortağı olan aşırı sağcılar, sözüm ona “Yurtseverler Cephesi”, Avrupa Konseyi’nin kendilerine “faşist” partiler dediği  “Ataka”, “VMRO” ve güya “Bulgaristan’ı Kurtarma Cephesi” liderleri birbirine girmiş durumdadır. Son günlerde, Hollanda Başbakanı Sofya’yı ziyaret etti ve başbakan Borisov’a “Sen bu faşistlerle kol kola oldukça, ‘Chengen’ üyeliğini unut”, milliyetçi hortlama şefi, Başbakan Yardımcısı Valeri Simyonov “erkek genel seçim” dedi. Görünüşte önemsi olan en küçük konuda bile kıyasıya kavga var. Toplum demokrasiye, adalet ve insan haklarına vb hamiledir. Halk bekleyiş içindedir. Bundan böyle Bulgaristan halkı dizginleri eline almak için çırpınıyor. Bu davada biz de varız.

Bu anlamda, BULTÜRK halka inmiş bir kitle derneğidir.

Halk davasını sırtlamıştır. Kitleye doğru yön verişi, modern bilinçlenmeyi hayata çağışı, bir sivil toplum hareketi olarak, siyasi partiler seçimler arasında rahatça uyumaya devam ederken, diriliş ve direniş bayrağını asla dürmedi. Hep yüksekte dalgalandırdı. Bulgaristan soydaşlarında devrimci ruhu uyandırdı. Oluşturdu. Şereflendirdi. STÖ olarak kitle siyaseti yaptı.

Buna yasal hakkı olmayabilir, fakat BULTÜRK’ün savunduğu ve yaşattığı kutsallığımız doğal hakkımızdır. Eğer Brüksel sivil toplum örgütleriyle solumak, onların saflarına inmek zorundaysa, Türk diplomasisi de soydaşların ve Bulgaristan Türkleri kanaat önderlerinin, sivil toplum kuruluşlarının nabzını tutmak zorundadır. Birlikte hareket etmemeli, karar almamalı ve onlara hiçbir şey dayatmamalıdır.

Görüşmemiz esnasında, Büyükelçimiz,  “Bulgaristan Türkleri hayrına her birinizden birer istek almak istiyorum” demiş olsaydı. Şunu düşünmüştüm:“70 yıldan beri okullarımız kapalı, hocalarımızın Türkçesi zayıfladı, şu anadilimizde eğitim, öğretim, kültür” sorunlarına bir el atsak!” Konu açılmadı…

Uçan kilimlerin yönünü belirleyen kültür ve uygarlıktır.

Okuma yazması olmayan insanların kültür ve uygarlık düzeyini herkes bilir. İnsanı köyde tutan, köye hapseden kör cahilliktir. Ben, cahillik çıtasını atlamamız gereğine kesin inanıyorum. Bin öğretmen, bir mühendis, bin doktor ve 1000 sanatçı, kültür adamı ve aydın yetiştirmeden içine itildiğimiz durumla baş edemeyiz. Biz uygarlık taşıdığımız için 600 yıl bu topraklarda hükmedebildik.

Şimdi cahil bırakıldık ve köleleştirilmeye çalışılıyoruz.

Bir polis devleti kurulmak istendiğini görmeyen yok. “Parasızlıktan” bedava okul kitabı dağıtamayan hükumet, bir ay önce polislere 100 000 000 (yüz milyon) leva hediye etti. Ayakkabıları, üniformaları, copları yenileniyor. Savcılık ve yargı derin dondurucuya kondu. Buna seyirci kalan siyasi partiler, diktatörlük sofrasına oturmaya hazırlanıyor. Halkın tek güvendiği güç sivil toplum örgütleri hala ayaktadır. Güven topluyor.

Uçan kilimler 3 milyon vatandaşımızı dış ülkelere taşıdı. Vatandaş, iş, daha yüksek kültür, uygarlık ve yaşam standardı arıyor. Bulgar tarihinden yeni uygarlık ve yeni bir yaşam tarzı çıkarmak zor!

Tarihimiz kılçık dolu, yenir yutulur tarafı yok.

Bu nedenle olacak devlet tarihi devletleştirmek istiyor. Yeniden yazdırsa da değişen bir şey olmuyor. Bulgar tarihinden Türklüğümüzü söküp atmak isteyenler de var. Devletleştirilen tarih geçmişin zulümden, toplama kamplarından, yargısız infazlardan, soya dönüş sürecinden ve rüşvet illetinden temizlenecekmiş. Bu işin akıl hocaları “tarihin sonu” dediler. Dediler de bundan sonra ne olacağını söylemediler…

Bizde, devletleştirilen kültürde yalnız Bulgarlığa dönülecekmiş. Yani 500 yıl önce Hıristiyan ve Müslümanların, Bulgar ve Türklerin aynı sokağın iki yanında komşu komşu yaşadığı yıllara dönülecekmiş.

Başbakan yardımcısı Valeri Simyonov’un dediğine göre, “Bulgarlık kendini bundan böyle yeniden üretebilme kabiliyetini yitirmiş, ilk köklerine dönecekmiş.” Yani Osmanlı Müslümanlığı ortamında, Bulgarlık canlandırılırken Türkleri bezdirip tiksindirmek için kapıları önünde domuz kestik, kanını kuyularına akıttık, kütük üstünde horoz kesip sokaklarında çırpındırdık, kanlı bıçaklarımızı çeşmelerinde yıkadık, hepsine tövbe ettirdik. Biz, Türkleri, kendimizden bıkıp usandırmaktan, tiksindirmekten doğduk. Başka çaremiz yok. Yine başa döneceğiz,” diyor.

Demek oluyor ki, Bulgar milli duygusu Türk hasımlığına dayanır. Tabii bunları görüşmemizde konuşamadık. Sizin de gördüğünüze göre, her şey Arap saçı gibi, birbirine örülmüş. Masallardaki uçan kilim de yok. Olsa bile tarihin içine uçamıyor, geri vitesi yok

Devam edecek.

İkinci bölüm: Vatansız kalma tehlikesi baş gösterdi.

Lütfenpaylaşınız.

 

Reklamlar