Dr.Müjgan DENİZ

Bulgaristan’ın son 24 yılın 22. yılında İslam’a ve biraz da Türklüğe ve İslam’a “U” dönüşü başladı. 1989’da yıkılan komünist rejim ve ülkedeki 2 milyonu aşkın Müslüman için bir “sert yasaklar rejimi” olan totalitarizmden kalan ve o gün bugün geleneksel yaşamı korku dalgasına boğmak üzere olan sıkıntılı yılları aşılması çok zor oldu.

Totaliter düzen son çeyrek asırda pençelerini Bulgaristan Türklerinden çekmedi. İlk dönemde yoğun propaganda edilen “Bulgar Etnik Modeli” “eriterek yok etme”, “asimile ederek etnik iz bırakmama” , “mümkün olduğu kadar kısa dönemde Bulgarlaştırma” gibi Jivkov uygulamalarına devam ederken, “zulme” tepki gösteren dalga da dinmedi.

İktidar tarafından güzel vaatlerle dayatılmak isteneni kabul etmeyenleri, erimediklerini, asimile olmayanları ve Bulgarlaşmayanları ülkeden sesiz sedasız gönderme süreci durumu gitgide ağırlaştırdı. Bu gelişmeler sinsice uygulanırken bir yandan Türk aileler, halk topluluğu ve diğer Müslüman kardeşlerimizler bağlarımız hep parçalandı. Aile ve cemaat olarak hep ufalandık. Köyler boşalırken, küçük kasabalarda merhabalaşacak adam kalmazken, bir de yavaş yavaş da olsa uyanış ve diriliş dönemini başladı. Adına “U” dönüşü demek istediğimiz yeni süreç yerleşiyor. Ve çabaların ilk meyvelerini artık görebiliyoruz. Bu yoğun uğraşı içinden “eli kolu kalmamış kadar bitkin olan bir halk topluluğunu diriltmek” yeniden yaratmak kadar zor ve güç oldu. Önemle vurguluyorum Türkiye’deki soydaşlarımız, dernekler, sivil toplum örgütleri, iri ölçekli iş çevreleri, dış yatırım kurumları ve devletin kendisi olmasaydı, hele 2002’den sonra bu çalışmalar bir elde ve bir kolda bütünleşip tek merkezden koordine edilip yönetilmeseydi bu dönüşüm mümkün olamazdı. Bulgaristan Türklüğü nefes sayan duruma getirilmişti.

Bugün artık 80 bin Müslüman’ın yaşadığı Sofya’da geçen hafta sona eren Ramazan unutulmaz izler bıraktı. İlk defa böyle bir ramazan yaşandı.  “Banya Başı” Camiinin ardındaki çadırda her akşam 500 kişiye iftar verildi. Baş Müftülük binasına bitişik geliştirilen seyyar mutfakta 3 Afganlı aşçı Müslüman mutfak ustalığının en ince lezzetleriyle Rumeli’nin eski beylerbeyliği olan şehrin ününe ün kattılar. Şerefeden gelen bariton ezan sesi ve sunuşun makam inceliğine kulak verenler hep durup dinledi. “Lülin” ve “Orlandovtsi” semtindeki mescitlerde de Ramazan boyu iftar verildi. Bayramlaşma bu yıl her defasından daha coşkulu ve samımı oldu. Olaya tanık olan Hıristiyanlar İslam’ın bir kardeşleşme ve beraber yaşama dini olduğunu ilginç bakışlarla izlediler. Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev’in Baş Müftü Hacı Mustafa’la iftar görüşmesi de kamuoyunda dikkatini çekerken, Baş Müftülük makamına ziyaretleri de olumlu yankılandı.

Bulgaristan 2014 yılı itibarıyla 21 Müftülüğe bölünmüştür. Bunların arasında Sofya Müftülüğü coğrafik alan olarak en büyüdür. Bu geniş kapsamlı alanda bu yılkı Ramazan etkinlikleri özveri ve hizmette titizlikle çok başarılı yönetildi. İlk kez olmak üzere Sofya Müftülüğü bölge kasabalarına indi. Kendini Müslüman hisseden ama Müslüman kimliğiyle dikilemeyenlere el uzattı. Samakov, Kostendil, İhtiman, Dubnitsa gibi eski yerleşim merkezlerinde İslam dinine ve Müslüman yaşam biçimine ilgi uyandı. İnananlar ve inanmayanlar iftar sofralarında buluştu. Yeni bir bakış açısı oluştu. Camilerde saf tutanların sayısı artıyor.

Samakov şehri, “İskır” Irmağının coşkun aktığı Rila Dağının yüksek eteklerinde bulunur. Osmanlı döneminde çok önemli bir İslam din ve kültür merkezi olarak gelişmiştir. Şehirdeki tarihi cami ve vakıf taşınmazları henüz Yüksek Mimar Eserleri olarak devlet kurumlarından alınıp ibadete ve hayır işlerine açılamadı. Buna rağmen, burada Müslüman olarak yaşamak isteyenlerin sayısı büyüktür. Hele Ramazan günlerinde burada iftar vakti farklı bir canlılık yaşandı. 50 kişi iftarını birlikte açtı.  İlk kez halk kendi arasında serbestçe bayramlaştı. Tatlılar beraber yendi. Çocuklar el öptü.  Şimdiye kadar bir umut olan gönül okşayıcı dini bayram havası Rila eteklerinde esti.

Ramazan ayının sona ermesiyle, Sofya Müftülüğünün hayır işleri son bulmadı. Her hafta “Filipovtsi” ve “Levski” semti yoksul Rom sakinlerine gıda dağıtma etkinlikleri devam ediyor. Bu insani temaslarda bugün Bulgar isimleriyle bilinen Rom yoksulların yıllar önce Müslüman adları, soyadları ve lakapları olduğu, ellerindeki eski vesikalardan atalarının mal mülk sahibi oldukları, hatta bazılarının vakıf hizmetinde bulunduğu ortaya çıkıyor. Günümüzde totalitarizmin çöküş yükünü onlar da büyük sıkıntılar içinde sırtlarında taşıyor. İlk dert işsizlik! Rom aileler de iş bulma umuduyla Batı ülkelerine akmış, parçalanmış, çocukları iki arada kalmış ve yardıma muhtaç durumda olanlar kalabalıktır. Son çarenin, onlara ulaşmayan AB yardım paketleri değil, Müslüman dayanışması, Müftülüklerimizin hayır eli, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetinden ardı arası kesilmeden gelmeye devam eden yardımlar olduğu dikkati çekiyor.

Bu arada Ramazandan sonra da yeni ümit ışığını, insan sıcaklığını Türkiye’de arayanlar çoğalıyor. Temmuz ayında kısa süreli tatil için Türkiye’yi tercih eden Bulgaristan vatandaşlarının sayısı % 5,6 artmış ve 560 bin kişiye ulaşmış. Güzel olanın güzelliğinde güzel olmayan yer olmadığı gibi Türkiye de bir bütün olarak celbe diyor. Gidip gelenlerin dudağından Türk mutfağı düşmüyor. Türkiye’den dönüşte öncelikle değişik gıdalar ve bunlar arasında yağlar alındığı dikkati çekiyor. Türkiye’yi ziyaret eden Bulgaristan vatandaşları ve ailelerinin ruhsal durumlarında olumlu değişim gözlenirken, “zor zamanda çalacak bir komşu kapısı var, bundan iyisi peynir derisi diyenler çoğalıyor. Bunlar umutlara hayat veren,  gönül okşayan yaz esintileridir. Türkiye’nin ekonomik olarak gelişip kalkınması, altyapısındaki modernleşme, üretim dallarındaki sıçramalı ilerleme ve öncelikle dünya büyüklerinin arasına yerleşen ve birçok konuda ağırlığını koyan bir ülke durumuna gelmesiyle gözler güney komşumuza çevrildi. Bulgaristan’da bulunduğum günlerde, TV ana haber programında Rusya’ya Amerikan ve AB yaptırımları gündeme gelirken Moskova’nın gıda sağlamak için Türkiye’ye ticari heyeti göndermesi herkesin dikkatini çekti. Bizde, de hele Recep Tayyib Erdoğan döneminde “zor gün dostu olarak” Türkiye ün yaptı. Türkiye güven kazanıyor.

Osmanlı döneminde derin ve zengin İslam gelenekleriyle bilinen Sofya ve bölgesinde Ramazan’da 72 camiinin halka gece gündüz hizmet verdiği bilinir. Bu tarih ancak ve yalnız 140 yıl evveline uzanır. her şeyin esintisi bugün her yerde, isteyen işitiyor, isteyen görüyor, istemeyenlerse cami camlarına taş atıyor, duvarları boa sürüyor, tarihi ve dini anıt eserlerimizin rüzgardan, yağıştan, doludan, kışın dondan, yazınsa sıcaktan etkilenip çöküp yok olmasını bekliyor. Dünya işine bakın, bu yıl Bulgaristan’a düşen sağanak yağışlardan 50 köprü çökmüş, 500 yıllık Osmanlı dönemi köprüleri ayakta duruyor, geçit vermeye devam ediyor. İnşaat işi, başkasının parasıyla, çalıp çırpmayla olacak bir iş değil, gönül işidir. İnsan sevmediği, benimsemediği bir toprağa ne inşa etse yıkılır, kimse hayır görmez.

Yüksek mimarlığın sanat taşı olan eski camilerimiz, imamlı, hafızlı ve hocalı hizmet veren diğer din müesseseleri, asırlarca hiçbir hizmeti eksik etmemiştir. Ne yazık ki, 93 harbinden sonra, Rus imparatorluğu en güzel ve görkemli camilerimizden birçoğunu kilise haline getirilmiş ve İslami hizmet sunma alanlarını daraltmıştır. Sofya’da Büyük Camii, Eski Zara Camii, Karlovo “Kurşun Camii” gibi şah eserlerde müze olarak kullanılıyor. Müslüman topluluğu geleneğin Sofya’da bu denli muhteşem ve bol bir mirasa sahip olmasına rağmen, son 25 yılda Yüksek İslam Enstitüsü’nün okul binası yok. Yıllardır kira ödeyerek ayakta duruyor. Eski dönem Baş Müftüleri’nden bazıları, örneğin Nedim Gencev bütün din ve moral etik kuralları hiçe sayarak birçok vakıf malını şahsi mülküne geçirerek, Bulgaristan Müslümanlarına bir darbe de o indirmiştir. “U” dönüşünün başladığı yıllarda, Baş Müftülük vakıf taşınmazlarının geri alınması için açılan ve birçok yerde kazanılan davalara karşı dava açması ve pay istemesi, dikkat çekicidir. Müslümanlığın yeşermesine engel olmaya çalışanlara karşı örgütlü mücadelemize devam etmeliyiz. her şeye seyirci kalan HÖH “lider” takımı da sinsi düşmanlar arasında yer aldığını artık gizleyemiyor.

Son yıllarda Baş Müftülüğe bağlı İslam Kültür Merkezi etkinlik yürütmeye başladı. Bu merkezin dışında MÜSLÜMANLAR dergisi Türkçe ve Bulgarca olarak çıkıyor. 1990’dan önceki 30 yılda İslam kültürü ile Bulgaristan’da yaşayan Türklerin özgün etnik kültürünün birbirinden koparılmasına, birbirine karşı ateş püskürmesine fazla özen gösterilmişti. Biz Şumen’de Nüvvab’ın âli bölümünden mezun Türk aydınların ateizmden doktora tezi savunduğu yılların çocuklarıyız. O yıllarda Türklerin arasında İslam tarih, kültür ve yaşam tarzının uygulanması kaçınılmaz olan özelliklere saldırılar yaşadık. Cebel İsyanı kabristanda patlamıştır. Tepki vermeye hazır çok geniş Türk halk tabakasının oluştuğu gözden kaçmadı. İslam medeniyet ve Kültürünün Bulgaristan koşullarında halkın özgün nakışlarıyla süslenmiş yaşarken sunduğu güzelliklerin, Hıristiyan ve ateist dünya görüşünün çıplaklığı karşısındaki üstünlüğünü görmeyen yoktu. Bugün HÖH partisinin çekilerinin kaynağı da ideolojisiz, hedefsiz, adalet duygusuna dayanmadan ve özgürlüğün ne olduğunu hala kendi kendine açıklama gücü bulamadan, iki arada bir derede sallanmasından ve yolsuz kimsizliğin doğurduğu artan kimsesizlik, halk tarafından tamamen olumsuzlanma korkusundan kaynaklanıyor. Dört Türk bir araya gelse,  ilk söylenen sözler şunlardır: “biz biliyoruz onların kaç paralık adam olduğunu.”  Ve HÖH konusu kapanıyor. Başlayan “U” dönemecini HÖH alamazsa, yani hiçbir şey yapmadan yiyip yatmaya devam ederse, günün istemlerine ayak uydurmazsa ebediyen ayrılacağımız ve bir daha kesişme, görüşme ve temas olanaklarımızın kapanacağı bir döneme giriyoruz.  Halkımızın dediği gibi, onlar Hanya’ya, bizse Konya’ya. Her şey bu kadar basit! Bu düşüncelerde sivrilen zekâ şunları anlatmaktan geri durmuyor: HÖH partisiyle birlikte demir kapılı bir hücreye kapanmışız. Gardiyan yemeği yalnız bana veriyor. HÖH’ün tayı yok. Onun yok olması, ölmesi isteniyor. Bense kendi yemeğimden, ekmeğimden ve suyumdan HÖH’e ölmesin diye veriyorum, çünkü HÖH ölürse cesedi kaldırmayacaklarını biliyorum, çünkü beni içerde tutanlar benim ölü kokusuna dayanamayıp ölmemi istiyor. Şimdi biz Bulgaristan Türkleri hem aynı kapanda ve hem böyle bir ikilem içindeyiz. “U” dönemecinde ebediyen ayrılırsak “ölenle ölünmediği” için, yolumuz uzadıkça bir korkudan daha kurtulacağız. O zaman ölecek olan yalnız HÖH olacak. Yani olmayan bir şey öldü diye matem tutmamız istenecek. Biz ise buna alıştık, “zulüm” olduğunu bile bile birçok şeyin yüzüne gülmedik mi!?

Dikkati çeken bir başka özellik de, Sofya’da İslam kültürü alanında çalışan kişilerin Türk kültüründeki özgünlüğü bilmeyen kişilerden oluşmasıdır. Kuşkusuz bir bütünün iki yönünden sadece birisinin bilinmesi ikisinden oluşan bütünü geliştiremez. Bulgaristan Türk kültürünün özgünlüğü ne “Ahmet Doğan modellerine sığdı” ne de Türklüğün zenginliğini ve ruhunu bilmeyen başka birileri tarafından geliştirilecek yalnız “İslami modele” ya da “Bulgar İslam modeline” sığacaktır. Türk İslam kültürel sentezinde, tarih içinde başı çeken bir rol oynamıştır. Bogomiller, yani Şeyh Bedrettinler zamanındaki hoşgörüyü bir hatırlayınız.  Rumeli, bu arada Bulgaristan Türklüğü dıştan dayatılmak istenen suni icatlara ve zorlamaya her zaman karşı çıkmış ve duyarlılık gösterip direnmiştir.

Biz Bulgaristanlılar için bu açıdan iman, inanç ve yaşam tarzı konusundaki “zulüm” dünya görüşümüze, yerleşmiş yaşayışımıza, irademize ters olan, bildiğimizin ve geleneğimizin dışında ve bize yabancı olanın hepimize birden doğalmış gibi dayatılmak istenmesini kesin kabul etmememiz anlamındadır. Bu farklı bir gizemi açma, kabullenmeme değildir. Tarih içinde oturan ve gelenekselleşen, yerleşik Müslüman yaşam şeklimizi, “sosyalist yaşam tarzıyla” dayatmaları bir bakıma şiddetli bir “zulüm” idi. Çünkü alışılmış, yerleşilmiş, benimsenmiş ve sevilen bir yaşam biçiminin “masa başında icat edilmiş ya da tanımadığımız birinin isteği olan bir hayat biçimiyle” değiştirilmesi, aslında çok şiddetli bir zorlamaydı. Annelerimizin bize “ne yapacaksın be evladım, şimdilik sus!” dediği günleri hatırlayın lütfen.  Öte yandan, Türk yaşam biçimi kendini yaşama uydururken, yeniliklere açıktı ve gönül huzurumuzu bozmayan ve ahlakımıza ters olmayan birçok yeniliği özümsemiş ve geleneksel özgün kültürümüze dahil etmişti. Duvaklı gelinlerin katır üstünde değil, “Lada” arabayla gelmesine kim ne dedi?

Ne ki, bu konu üzerinde daha derin düşündüğümüzde, 1989 öncesi çarpıtılan Müslüman yaşam tarzımıza birçok ateist hayat normu aşılanırken, yalnız biçim değil, yaşam tarzımız özünden yara almıştı. 1989’da din adamları ile öğretmenlerimizin Vatanı bırakıp gitmesi, bizi öksüz bırakmadı mı? İyi ki son 24 yılda yeni kadrolar yetiştirildi. Sofya Müftülüğünün bir cenaze arasısı alması, iki mescitte defin istemlerine uygun, matem işlemi görülmesine maddi ve manevi imkân yaratması, başlı başına çok büyük ileri adımdır. Merhumların buz kamaralarında bekletilmesi,  Gülsu bile bulunamadığı yılları hatırlamak bile istemiyorum. Bu bakıma Bulgaristan’da son yıllarda alınan yol devrim niteliğindedir.

Unutmayalım. 150 bin Bulgaristan Türkü göç edip geri döndü.  Başka sözlerle ifade edecek olursam, Türkiye’deki yerleşik kültür ve yaşam tarzını kendine yabancı ve ters bulduklarından dönmüşlerdi. Alışamayız demişlerdi. O zaman da bu bir “U” dönüşüydü. “Zulüm” dediğimize geri dönenlerin ruh halini bir düşünün. Perişandık. Düşmanlarımız “köleliği kabul ettiler” demişlerdi.  Dünya bize bakıyordu. Son örnek totaliter dönemde çok yaralanmış olduğumuzu kanıtlasa da, tüm örneklerde anlatmak istediğim şudur. Bir defa Bulgaristan şartlarında Müslüman Türk kültürünün kendi özelliklerini korumaya çalışırken, çok farkı bir alaşım şekli almadığı, özündeki özgünlüğü koruyabildiği ve şimdi yeniden yeşerme aşamasına geçtiği gerçeğidir. Öze dönüş, kutlanması gereken bir olaydır ve bu işte katkısı olan herkese teşekkür borçluyuz. Bu çok büyük bir zaferdir. Aynı zamanda “zorlama aşamasında” biçim ve öze işleyen kimi değişikliklerin ve dikkati çeken çarpıklığın da geleneksel Türk İslam kültüründen fazla uzaklaşmadığına kendi içine çekilerek savunma dönemi yaşadığına dikkati çekiyorum. Medeniyetlerin ve kültürlerin taşıyıcısı halklar adına aydınlardır. 1936, 1953 ve 1976 ile 1989 göçlerinin ibret örnekleri göz önünde bulundurulduğunda, Bulgaristan Türk ve Müslümanlar arasında subaylar cepheyi terk etmez bilincinin hafızalarımızda zekâ özü oluşturmasına özel gayret gösterilmesini zorunlu kıldığı yeni gündem oluşturmalıdır. Aydınsız toplumlar kördür, köle kalır, asla doğrulamaz…

1989’dan sonra Bulgaristan’da 1950 / 60’lar düzeyinde Türkçe eğitim veren tek bir okul açılmadı. İslam liseleri Mestanlı (Momçilgrat), Şumnu (Şumen) ve Rusçuk (Ruse) şehirlerinde, İslam Enstitüsü de Sofya’da Bulgaristan Müslümanlığına gerekli dini kadrolar eğitiyor. Yaz aylarında kuran kursları düzenleniyor. Öğrencilere ve kuran kursçularına çok ince bir yaklaşımla özen gösteriliyor. Şöyle bir durum da var. Yıllar içinde ateizm ile İslam arasına sıkışıp kalmış, ana dilini öğrenmede zorluklarını aşamamış başka büyük bir kitle daha var. Anadilimize, yaşam dilimiz olan Türkçemize “vebalı” gibi bakılıyor, Türkçe bilen birinin özürlü biri olduğu şeklinde konuşmalar kulağa gelmeye başladı. Sofya Üniversitesinde Türk dili okuyan Türk öğrenci yok gibi. Türkçemizi öğrenmede ayrıcalı tabaka polisler, turistik rehberler ve gümrükçülerle trafik polisleridir.  Hele Bulgaristan’da, gece gündüz herkesin Türk dizilerini Bulgarca izlediği bir ortamda, “bu dünya Türkçesiz de olabilir” havaları esiyor desem, abartmamış olurum. Bu satırları yazmamın nedeni, Bulgaristan’da yapılan “U” dönüşünün şimdilik ancak “cami hizmetlerinde, geleneksel ayinle ilgili hizmetlerinin serbestçe yapılmasında, ibadet özgürlüğünde, özünde Bulgar dili olan bir Müslümanlık” gibi sağlandığına tanık olmamızdır. Bulgaristan’da İslam’ı Bulgarca ve Türkçe ibadet eden iki ana etnik grup var. Dikkati çeken noktada, mevzuatta Bulgarca İslam eğitiminin ağırlıklı olmasıdır.  Biz Bulgaristan koşullarında değişik olumsuz etkilerin altında kalıp, şimdi özümüze dönüş yapmaya başladık anlamında kullandığım “U” dönüşü kavramını içerik olarak genişleterek zenginleştirmek zorundayız. Eksik olan dolgu Türkçemizdir! Bu yanlışlığı aşamazsak, N. Gencev’ten, HÖH liderliğinden  faklı olan tarafımız nedir?. Yukarıda işaret ettiğim hafızın kadife sesinin Sofya’da “Hale” önünde düne kadar yumruk sallayanları bugün yerinde mıhlayabildiyse, aynı niteliği Cuma Hutbelerinde de beklemek hakkımızdır. Saygı ancak laik olanadır.

Beklenen dönüşün sağlıklı yolu,  her şeyden önce bizi anadilimize, anadilimizin 28 lehçeden oluşan bütünlüğünün edebiyat Türkçesi düzeyi çıkarılmasına açılmalıdır. Annelerin iyisi kötüsü olmadığı gibi anadilin de iyisi kötüsü yoktur.  Kuranı Kerimin en iyi tefsirini Arapça olarak bizim hocalarımız yapsa bile, irili ufaklı gerçekleri halkımıza en anlaşılır biçimde ancak ve ancak anadilimiz Türkçemizle indirebiliriz. Anlaşılmayan sözler uçan yapraklar gibidir, hiçbir işe yaramaz. Biz Balkanlara en köklü yaşam biçimini, en uzun ve güvenli barış asırlarını, hoşgörü ve iyi komşulukları, herkese açık sofra getiren kültürün taşıyıcılarıyız. Hak ve Özgürlükler Hareketi anadilimizden güç alan geleneksel özgün kültürümüzü yaşatmak için hayata çağrılmıştı, ne ki halkımızın özgün kültürünü kucaklayamadı. Her orkestranın dinleyicisi olur, biz dinleyici kalalım mantığına yenik düştü. Oysa orkestranın kalbi olmaya çağrılmıştı. Bunu yapmadı, yapamamakla özümüzden 25 yıl çaldı, bizim özlemlerimize ihanet eti. Bundan dolayı herkes, “biz onları biliyoruz, hesaplaşma gününü bekliyoruz!” diyerek halen geçiştirse de, o gün, her gün biraz daha yaklaşıyor. Bulgaristan koşullarında Türkçemizden ve Türlüğümüzden fazla Bulgar diline dayanan bir Müslümanlık “U” dönüşü yapabildiğinden dolayı nezaket icabı kutlama hak etmiş olsa da, ulu bir çınar olabilme şansını elde edememiştir. Müslümanlık yeşerirken, bizim Türkler ve Türklük olarak yok olmamız, dayanılmaz bir sızı değil, şifasız bir acıdır. El elle verip kendi yolumuzu aramak zorundayız. Yeniden biçimlenmemiz dil ve özgün kültür şekillerimizi geleneksel var olma tarzımıza örerek gelişim çizgisi bulmalıyız. Kolay olanı herkes yapabilir. Zor olan yapılacak olandır.  Yanı başında Türk dil kursu olmayan bir Kuran Kursuyla bu yol nereye kadar gider? Anadilini istediğimiz şekilde öğrenmek bizim öz hakkımızdır. Doğal hakların küçüğü ve büyü olmaz, haklar insanlar gibi eşittir, diller de bir orkestranın notalarıdır, bir tanesi eksik olsa, parti tür bozulur. “U” dönüşünde kaza yapmayalım!

Reklamlar