Nafiye YILMAZ

 

Fırsatçı bir zamanda yaşıyoruz. Bugün 22 Ekim 2014, bundan tam 106 yıl önce Bulgaristan egemenliğini ilan etti. Bu egemenlik Osmanlıya karşı ilan edilmişti. Derken yıllar içinde Bulgaristan’da yaşayan Türklerde ve Müslümanlardan kurtulma davası olarak değişik şiddetle devam etti. Ve bu dalga 1989 Ağustosu’nda bizi de Türkiye’ye attı.

 

O zamanlar, “Egemenlik Bildirgesini”  yerli, köklü soylu Bulgarlardan kalkıp da hiçbiri okumadı Bu işi, Avusturya’dan gelen Ferdinant okudu ve ardından ülkeye Çar olarak yerleşti. Egemenlik ilan edilirken dıştan gelen konuk yoktu. 1878 Berlin Konferansı kararlarında da “egemenlik” maddesi yoktu. Bugün yani bir asır ve 6 yıl sonra Bulgar egemenliği yine yabancı konuksuz anılıyor.

 

Bir asır önce ayrılıp egemenlik ilan etmek sanki bugünlerden kolay oluyordu. İskoçya’da hafta sonu seçimleri işi olumlu bitiremedi, İngiltere’den koparak egemen devlet olamadılar ve olay bir daha mayalanana kadar en az 3 asır geçer.

 

Rusya bu işleri daha kolay hallediyor. Kırım’da “Ukrayna’dan kopma ve Rusya’ya bağlanma” kararı sözde sandıktan çıktı. Ukrayna’nın Lugans-Donesk bölgeleri bugün de ateş altında, ne kopmak ne de katılmak öyle kolay olmuyor.

 

Bu trajediyi Yugoslavya dağılırken Kosova Arnavutları da yaşadı. Yarım milyon insan yuvalarını terk etti. Bosna Hersek’ te çok kurban verildi.

 

Şimdi Suriye ve Irak bombalanıyor. İŞİD çıbanı İrak ve Suriye’de çok kan döktü. Yerli halkı tehdit edip evlerinden köylerinden şehirlerinden kovup kelle kesmekle “İslami düzen” kurulmaz. Bu işin de bir tuzak olduğu anlaşıldı. Bölgede korku yaşıyor. T.C. devlet sınırını bir günde 150 bin sığınmacı geçiyor. Biz göç çocuklarıyız ve sayıda insana ekmek, su, ilaç vs. vs. ihtiyaçlarını karşılayan Türk halkıyla gururlanmamak elde değil. Ama bu olay bir faciadır. Durdurulmalıdır. Bunların tuzu koktu, niyetleri ortadadır. En büyük hedefleri Türkiye’yi savaşa zorlamaktır. Sabrımıza yenik düşeceklerdir.

 

Bu olayların hepsi Osmanlı Topraklarında cereyan ediyor. Ben bu işi biraz da bir ağıcın kuzey dallarını güneye, güney dallarını da kuzeye değiştirmek gibi görüyorum. Kuzey dallar kısa ve sıktır, gövdeyi sert rüzgâr ve dondan korumak için biçimlenmiştir. Güneye bakanlarsa uzun yaygın ve açılımlıdır, çiçek açmak, meyve yüklemek ve güneş toplamak için yapılanmıştır. Doğal düzen bozulunca ağaç kurur. Düşman Osmanlı halkını Türkiye’ye toplanmaya zorlamakla, bizi zor duruma düşürmeye çalışıyor. Osmanlı toprakları için savaş 120 yuıldan beri devam ediyor.

 

Her işte bir mantık var.. Çocuğun gözü anasındadır. Kovulan insanlar güvendikleri tek ülke Türkiye sınır kapısına dayanıyor. Bu insanların var olan düzeni, hayvanları, tarlaları, bağ bahçeleri imha ediliyor. Ama nereye kadar! Dünyanın büyüklüğü insanlara göredir, herkesin bir yere toplanması gibi bir şey olamaz. Yalan ve istila devirleri de çoktan tarih oldu. Korku içinde yaşayan halkların bir daha uyanma zamanı geldi.

 

Bir alman öyküsü şöyle der:

Almanya’da demokratlar, sanatçılar alınıp götürülürken Rahip Niemöller hiç sesini çıkarmamıştır; bir gün Naziler onu da almaya geldiklerinde, çevresinde tepki gösterecek kimse bulamadı… Faşizimdi işte bu. Mazlum halkların umut kapısı Türkiye! Bu ne büyük bir erdemdir.

 

Korkulu yılları Bulgaristan’da biz de yaşadık. Düşünüyorum da, yaban hayvanlar besleyemedikleri yavrularını boğuyor, devletlerse besleyemedikleri insanlarını sınır dışı ediyor. Biz de 500 bin birden kovulduk. Hem de devleti de biz beslerken. Sonra kimsenin kovulmasına gerek kalmadı. 2 500 000 kişi kendileri terk etti Bulgaristan’ı. Bu büyük bir olay! Tekrar yazıyorum,  kovulan insanlar vücuttaki pis kan olsa, hepsini de değiştirsen bir şey olmaz, hasta iğleşmez, çünkü karaciğer yine hasta kan üretir.

 

Hasta bir tolumun içinde, pis kokan bataklık içinde bir damla temiz su gibi, biz sizlerden üstünüz demek isteyenler, evlerinde gece gece portakal ve muz yiyip kabuklarını köy yoluna atarlardı, konu komşuya demek istedikleri “görün bak biz kimiz” saçmalığıydı. Ruhları hastalanmış insanların tedavisi yok gibidir.

 

Köyleri asker, polis, sivil basardı. Komşusu tutuklandığında, köpek seslerine uyanmayanlar, tıkırtıyı işitmezden gelenler vardı. Tam Alman Rahip Niemöller gibi… . Sonra anlatırlardı, ineklerinin muulayışını, hayvanlar susuz, aç masallarını, tavukların yumurtadan kesildiğini. Ev sahiplerini alıp götürmüşler.  Kapılar ardına kadar açık. Sınır açılınca ilk kaçanlardı. “Yataklık yapmakla” övündüler. Türkiye’de bu söz pek rağbet görmedi. Daha büyük yalan bulmaları gerekiyordu. Yalan aratan ise korkuydu.

 

Korku gece doğar ve gece yaşamayı sever. Karanlıkta bahtiyardır.

Birkaç gün önce birisi gelmiş, ofisimde “sen içindeki korkuyu yenmek için yazıyorsun” dedi. “Ne korkusu?” dedim. “Zihinsel gücün seni rahatsız ediyor, onu dağıtma, düşüncelerini başkalarına paylaşma gereği duyuyorsun, rahatsız edilmeden çalışmak için buna gerek duyuyorsun” demesin mi!

“Sen kafanla değil, ağzınla konuşuyorsun” derken, “söylediklerini kulakların duyuyor mu” deyecektim, hadi kırmayayım, derken, ben yazmazsam, sen yazmazsan, o yazmazsa nasıl yenilir korku! Evet, biraz kopya gibi ama bunu demek geldi içimden. Şimdi kalkıp “işleri başka kalıba sokma” diyecek diye, bir perde daha sustum.

 

O gittikten sonra, susmakla unutmak eş anlamlımıdır, sorusunu sordum kendime ve düşünmeye başladım. Vaktiyle dünyayı baklava tepsisi gibi düz grenler rahat mı idiler acaba? Biz gelişmeyi çelişkilerin çatışmasında ve bu kavga içinde zıddiyetlerin çözülmesinde ve yeninin doğmasında görüyoruz. Özgürlük mücadele etmektir. Korkunun olduğu yerde özgürlükten bahsedemezsin. Çünkü korku insanı yozlaştırarak boyun eğdirir. Biz göçe zorlandık ama korkuyu yendik, yaralarımızı sardık.

 

Korku insanları tutsak duruma düşürür. Her tarihsel dönem kendi meyvesini yaratmıştır. XXI. yüzyılın ilk meyvesi “korku içinde yaşamak” olabilir mi. BU meyve geçen yüzyılda bitirilemedi mi? 1990’da biten ve başlayan bir süreç yani totalitarizmi gömme ve yerine hürriyetlerin bahçesi olan demokrasiyi geliştirme  “ dönemi” başlamadı mı? Bir defin merasimi kaç yıl sürer!? Şu komünizm buzdağı olsa erirdi. Dağa suni kar taşıyıp da bizi korkutanlar var. Bulgaristan’da HÖH-DPS partisi köpekleri yapıyor bunu. Aslında buzlar çözüldü.   Bizimkinin tuzu koktu hala ayakta. Biz bir istisna mıyız yoksa?

 

Haber dinlerken ürperiyorum. Yeni Bulgar meclisine liste başı konumda 98 gizli servis ajanı seçilecekmiş 5 Ekimde. Ne yapıyoruz biz. Bu soruyu birbirimize değil, kendi kendimize sorma zamanı gelmedi mi? Gizli polislerden 16- sı Türk ve Müslümanların oy verdiği HÖH partisinden gösterilmiş.

 

Bulgarlara “BRAVO!” demek geliyor içimden. Bulgarca bir laf vardı: “Suçlu olan lahana pidesini yiyen değil, yedirendir!” Onların lahana turşusundan pideleri meşhurdur. Belki de en orijinal yemekleridir….Diyorlar ki şimdi, Bulgar istihbaratında Bulgaristan Türklerine karşı çalışan ŞUBE YOK!. Ne gerek var. 5 bin HÖH-DPS kadrosu başka iş yapmıyor ki. Hep bizim kuyumuzu kazıyor. Bu ne zamana kadar böyle devam edecek!?

Düşün!

Düşünelim ve

Görüşelim.

Görüşme yeri ve saati.

Seçim sandığı, 5 Ekim Pazar, 9 nolu bülten.

Sayın okuyucum sana bir de şiir seçtim:

Ahmet Arif:

 

Öyle yıkma kendini,

Öyle mahzun, öyle garip…

Nerede olursan ol,

İçeride, dışarıda, işte, evde,

Yürü üstüne, üstüne

Tükür yüzüne, yüzüne

Fırsatçının, fesatçının, hainin

Seni korkutmak isteyen her liderin

Dayan kitap ile,

Dayan iş ile,

Tırnak ile, diş ile

Umut ile, sevda ile, düş ile,

Dayan zafer yakın,

Tuzları koktu,

Pes etmelerine yalnız bir adım…

Reklamlar