BG-SAM

Sofya’da çıkan haftalık “Banker” gazetesi, sayı 11 (1080), tarih 14.03 – 21. 03. 2014.

Vakıflar üstüne ulusal tartışmada farklı bir görüş:

Nikolay Pankov – Bulgaristan’da etnik ve din sorunları bilirkişisidir.

1968’sw Sofya’da dünyaya gelmiştir. 1997’de yüksek öğrenimini mühendis olarak tamamlamıştır.1998’den başlayarak Baş Müftülük Protokol ve Halkla İlişkiler Bölümü Şefidir. (Nedim Genc2v’in Baş Müftü olduğu dönem).

2004 yılından başlayarak Yüksek Müslüman Manevi Konseyi Kalem Odası Müdürüdür.

 

Etnik gerginliğin dumanı ile düşmanlığın alevlenmesi arasındaki sınır incedir.

Musa’ma göstermek ile husumet arasındaki sınır ise daha da incedir.

Özellikle, düşmanlık dine bağlı olarak kışkırtılıyorsa, o zaman, bu sınır yok gibidir.

 

“İnsanlar aralarında savaşa başladıklarında ilk kurban Tanrı olur.” – yargısında bulunan Avgustın isimli havari olmuştur.

Bulgaristan’da son aylarda baş gösteren problemle ilgili saf hukuksal yorumumu sunmaya işbu sözlerle başlıyorum. Edebiyat dünyasından fazla tarihte yaşadığımız Balkanlarda, elimizi bir analız aracı olan divitten fazla barut fıçısına uzattığımızı, hayatın kendisi gösteriyor. Örneğin mahkeme gibi, kamu araçlarıyla adalet aramaktansa, kendi adaletimizi dayatmayı yeğliyoruz.

“Osmanlı dönemini” tescil ettirmekten ya da silip yok etmekten önce, kim ve neden sorularına mutlaka yanıt verip,  belki de bahis konusu olanı açıklığa kavuşturmamız daha isabetli olur. Yurttaşlarımızın bir kısmı neden nefret ediyor? Onlardan bir kısmı da neyi geri almak istiyor?

 

XV. yüzyılın başlarında, Balkan Yarım Adasını ele geçirmelerinden hemen sonra, Osmanlı İmparatorluğu buradaki toprakların büyük bir bölümünü devlet yeri olarak ilan etmiştir.

Şunu hemen belirtelim, söz konusu olan topraklar daha önce, bu yerlerin hakimi olan egemenlerin, Aristokrasinin ve kilisenin yani başkalarının yerleriydi. “Osmanlı Sosyo –  Ekonomik Tarihi” adlı derin inceleme eserinde Vera Mutafçieva, Osmanlı İmparatorluğu topraklarının üçe bölünmüş olduğunu yazar: Birinci bölüm, devlet hazinesinin malları yani memleket. Bu yerlerden toplanan gelirle Sultan Sarayı ve idare amirliği giderleri karşılanırdı.

İkinci bölüm, Sipahi ve tımarcılara işletmek üzere dağıtılan araziler. İşleten ordu mensubu olarak görev aldıkça bu topraklar satılmaz ve aile üyelerine devredilmezdi.  Üçüncü bölüme ise bugün Bulgaristan’da büyük tartışmalara konu olan “vakıf” taşınmaz-mülkleri dahildir.

Bunlar minnettarlık ifadesi olarak ya da İslam dinine bağlı olarak hayır işlerinde kullanılmak için tahsis edilmiştir. Böylece bugünkü Bulgaristan topraklarında, 40’kı Filibe (Plovdiv) bölgesinde olmakla, Yablanıtsa, Mezdra, Dryanovo, Gorna ve Dolnya Oryahovitsa, Lyaskovo vs., toplam sayıları 180 adet olmak üzere, bunlarda çalışanlarla beraber vakıf köyleri kurulmuştur.

 

Bir vakıfın ne olduğu anlaşılması için şu tanım verilmiştir: “Gelirleri ancak hayır işlerinde kullanılacak olan ebedi taşınmaz mal ve mülk mirasıdır.” Bu mülkler genelde köy ve şehir dahilinde olup, cami, medrese, mescit, kervan saray, köprü, çeşme ve su havuzu kurmak için verilir. Gelirlerinin bir kısmı onarım ve bakım giderlerine kullanılırken, diğer bir kısmı da fakir fukaraya yardım olarak sunulur.

Vakıfların tarihçesi budur. Oysa sorun halen şudur:

 

VAKIFLAR ŞİMDİ BİZİ NEDEN BİRBİRİMİZE KARŞI ÇIKARDI?

Tarih, bugünkü gerçekliği içinde gördüğümüz bir çerçevedir.

Topraklarımızın Osmanlılar tarafından ele geçirilmesinden sonra (XIV – XIX yy.)

Çok farklı bir düzende bulunduğu herkes tarafından kabul edilir. Bu düzen, Birinci ve İkinci Bulgar Çarlıkları döneminde daha başkaydı. Doğrusu ya, 1878’den sonra, 1907’den sonra ve 1944’ten sonra daha bir başkaydı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun mezar taşında 10 Ağustos 1920 yazar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk dini vakıfların hepsini millileştirmiştir. Diyanet İşlerini kuran da odur. Bulgaristan’da Osmanlı İmparatorluğu’nun birçok vakfın taşınmaz – mülkü devletleştirilmiş ya da belediyelere tahsis edilmiştir.

1949 yılından sonra idaresi, taşınmazları, malı mülkü ve faaliyeti olan bir Bulgar dini kurum olarak Baş Müftülüğün kendi yargı yetkisi vardı. Fakat “Luçnikov” yasası ve 2003 yılında kabul edilen Din İşleri Yasası’nın etki süresi dahilinde olmak üzere, taşınmaz- mülklerin iade edilmesi gerçekleştirilmiştir. Bu kanun esas alınarak 870 bin dönüm tarım arazisi, 450 bin dönüm orman, şehirlerde büyük sayıda kapalı alan geri verildi, yeni kurulan 340 âdeti de bu sayıda olmakla birlikte toplam sayıları 1500 olan camilere tabu çıkartma hakkı tanındı.

 

Bazıları bunun böyle olmasını isteseler de istemeseler de, bir tarihsel dönem değişirken kaçınılmaz olarak diğerini siler ve bunun aklıselim olan her kişi tarafından bilinmesi gerekir. Bundan ötesi bazı avukatların yalvarıp yakararak vakıf taşınmaz-mülkilerine tapu çıkarmalarına bağlıdır. Üzerinde son Bulgar Çarı İvan Şişmanın çehresi olan bir fetha ile Rila Dağının baştanbaşa Kilisenin olduğunu kanıtlayabilir, aynı yerlerle ilgili Müslüman belgeleri sunmak da olasıdır.

 

YASALAR TARİHİN HAKEMİ DEĞİL, GÜNÜMÜZÜN UYUMLAYICISIDIR.

 

Bundan dolayı bu tartışmaların çözümü için gerekli olan çatışma değil, sabırdır.

 

Bulgaristan Baş Müftülüğü de yüreğinden geçeni değil, gerçek menfaatlerini bir daha gözden geçirmek zorundadır. Mahkemeye sunmuş olduğu eski vakıf mülklerinin iade edilmesini isteyen, yaklaşık 100 dava dilekçesiyle Osmanlı taşınmaz-mülklerini öz malı olarak yada hukuki mirasçısı olarak mı geri almak istediği konularında açıklık getirmek zorundadır ki, bunların birçokları bugün onarım ve bakım için büyük paralar gerektiren tarihsel mimari anıtlar statüsünde bulunur. Biz burada Balkanlarda bir özellik olan herkesin fikrine aykırı olan bir durumla yüzleşmek zorundayız. Baş Müftülük bu konuda  “kanunlarca tanınmış olan hakların sahibinin kendisi olduğunu kanıtlamasını” gerektiren dava dilekçesine taraf olmak istemiyor. Öte yandan, bir politik parti olarak Hak ve Özgürlükler Partisi ise “dava dilekçesi” sözünü “isteme” sözüyle değiştirdiği hukuksal yorumunda kendini saf dışı etmiştir. Bu durumda, bir iki örnekte gördüğümüz üzere, bağımsız Bulgar hukuk sistemi, açılan savunma davası yorumunda,  Baş Müftülüğe Osmanlı İmparatorluğu “vakfını” miras olarak devretme kararı alıyor.

 

Türkiye devletinin bile varlığını sona erdirmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olduğunu uluslar arası arenada savunmadan çekinirken, Bulgar mahkemesi (Yargıç Nikolay Markov’un baktığı  1669/2003 no ve tarihli şirket davasının, 4 Haziran 2013 tarihli kararında) gereken bağlantıyı buldu ve Baş Müftülüğün hukuksal haklara dayanan mirasçı olduğunu kanıtladı. Bu emsal karardan ilham alan Ankara, tarihi dönüştürmeye gerekli mali ve politik kaynaklar sağladı. Bunun özünde olan, Balkanlardaki Osmanlı taşınmaz-mülklerinin iade edilmeyle onarım ve bakımıdır.

İşte böyle bir durumda ve ortamda Bulgar toplumunda, yargıçlar, milletvekilleri, konsoloslar ve kulis ardı oligarşi temsilcileri arasında çok koyu sisli bir ortamda usul dışı bir şeyler yapıldığı, dolap çevrildiği yönünde adaletsizlik duyulmaması belirdi. Pragmatik ve kuru yargıç düşünüsünün sağlam mantığını aradığımızda, önce, bu davalarda, sorunu bütünüyle çözmek için, tam yetkili olan hakimlerin kesin hüküm verme hakkını kullanarak, Dobriç, Montana, Berkovitsa, Vidin, Haskovo, Küstendil, Strara Zagora, Vratsa, Plovdiv ve Dubnitsa’da bunu yapmaya çalıştıklarını görürüz. Şimdi bu yargıçlardan her biri Baş Müftülük dava dilekçelerini neden düşürdüklerini açıklamak için 20-şer sayfa gerekçe kaleme almıştır. Onlar, adliyede hızlı kariyer yapma hevesinde olmayan, il mahkemeleri yargıçları olduklarından, benzer sıcak durumlarda sok sık olduğu gibi, tarla ortasından yürümeyip, davaya yasaların kapısından girerek baktıklarından, adiye sisteminde sıradan hakim olarak kalmaktadırlar. Karlovo’daki “Kurşun Cami” nin iade edilmesi davasındaki gelişme bir örnektir. Bu davaya bakan hakime hanım gereğini görünce kendini Filibe İl Mahkemesi Başkan Yardımcısı koltuğunda buldu. Yargıç Markov ise, yargıç görevinde mesaisi sadece 3 yıl olmasına rağmen uzak bir taşra kasabasından Sofya işçe Mahkemesi’ne, ardından da Sofya Şehir Mahkemesine atandı. Osmanlı taşınmaz-mülkleri üzerinde devri kabul hakları olduğunu karar bağlayınca, hemen Sofya İstinaf Mahkemesi’ne geçirildi.

 

Uzlaşmak için biraz akıl biraz da iyi niyet olması yeterlidir. Bir de, yumruk şeklinde sıkılmış olmayan uzatılmış bir el olması gerekir. Biz Bulgarlar, kendimizin etnik olarak toleranslı olduğumuza tamamen inanmamıza karşın, örneğin adına “soya dönüş süreci” denen olaydan sonra da başımıza hiçbir kötülük gelmediğine göre,  herhangi bir etnik çatışmanın her hangi bir gün başımıza toslamayacağını umuyoruz.

 

Gördüğünüz gibi şimdi de, havaiyi fişek ve bayram maytaplarından duman çıktı, camilere taşlandı, gördüğünüz gibi her şey gelip geçiyor, biz, yeni olan bir şeyin ömrü üç gündür diye tekrarlamaya devam ediyoruz. Levski’yi anma gününde alınan olağanüstü önlemler olduğu gibi, Filibe’de “Cuma Cami” ye atılan bombacık ve taşlar, bizi ciddi bir şekilde düşünmeye itmelidir. Düşünmemiz gereken nokta, özel çıkarları olan birilerin, bir daha olmak üzere, sözde (asla olamaz denen) etnik senaryoya bizi bir daha sokmak istemesidir.

Not:

1) Bu uzmanın iade edildiğini yazdığı 870 bin dönüm yer Baş Müftülüğün mülkler listesinde yoktur.

2) Bulgaristan’daki 1500 cami ve mescit olduğu gerçeğine, Baş Müftülüğün mülkünde olmayan ve iade edilmeleri için dava açılanlar da dahildir.

3) Bulgaristan Baş Müftülüğü 1949’da değil, 1879’da kurulmuştur.

4) Bulgaristan’daki camiler ve diğer vakıf mirası, Osmanlı devlet mirası değil, bu topraklarda yaşayan Müslümanların öz mirasıdır.

5) Bulgaristan’daki vakıflar yalnız Padişah hibesiyle kurulmuş hayır kurumları değildir. Bunların daha büyük kısmı yerli zengin hayırseverlerin ve halk tasarruflarının yapısal ürünüdür.

Reklamlar