Şakir ARSLANTAŞ

25 yıl önce bugün tutukluların hemen serbest bırakılması, sürgünlerin salıverilmesi, isimlerimizin, kültürel ve dini haklarımızın iade edilmesi ve eğitim alanındaki haklarımızın 1956 yılı seviyesinde geri verilmesi istekleriyle başlatılan açlık grevlerimizin 10. günüydü. Bulgar sınır kapıları Batıya ve Türkiye’ye doğru daha da aralanmış ulusal açlık grevi direnişine katılanlarla birlikte insan hakları örgütlerimizin öncü Türk kadroları, militanlar birer birer yeniden tutuklanıp sınırdan kovuluyordu.

Açlık grevleri, Türk kimliklerimizin evrak üzerinde değiştirilmesine tepki olarak başlayan ve her geçen günle gelişen ve güçlenen 1984-1989 arası yer altı mücadelesinin su üstüne çıkması ve ilk legal biçimiydi. Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlar doğal kimliklerinin değiltşirmesi olayını asla içlerine sindireyip çok değişik yeraltı direniş hareketleri denediler. Bu arada Burgas Sofya treninde, Plovdiv tren garında ve Varna uçak alanında patlamalar oldu. Tutukluların sayısı kat kat arttı. ilk üç idam cezası da o zaman infaz edildi.

Bütün baskı ve teröre rağmen, ağır yaptırım ve tehdit süresi içinde Türkler kendi aralarında, ailelerinde Türkçe konuştu, aile içi dil olarak Türkçe değişmedi, hısım akraba arası iletişim Türkçe ve İslamı kuramlara uygun sürdü, erkek çocuklar gizli gizli sünnet ettirildi, mevlit okutuldu vs. vs. Uluslararası tepdilerden korkan totaliter devlet camilleri direk olarak kapatmaya gidemediğimdem Türkler özellikle cuma namazında camilere çok daha kalabalık toplanmaya başladı. Bu buluşmalarda aralarında bilgi alış verişi gerçekleştirdi. İsimlerin değiştirilmesi olayı ikircimli durumda olan bazı Türk aydınları da tepki veren kitle alayına katılmayı denedi. Son yıllarda Türk olduklarını gizleyenler, aralarında Bulgarca konuşanlar da limon gibi sıkıldıklarını ve kullanıldıklarını anlayınca Türk kardeşlerinin ortamına dönme yolları aradılar. Fakat Bulgaristan Türkleri tarihinde daha önce hiç rastlanmayan bir özellik de yeni ortamda belirdi. Halk geri dönmek isteyenlere “dönekten dost olmaz” tavrı aldı. “Bunlar bizi gene satar” inancıyla hareket derek ihanetçileri gizli direniş sıralaruına almadı.

Bulgaristan Türklerinin direniş psişiğindeki büyük değişiklerden biri de, totaliter bir devlete karşı bireysel mücadeleyle başa çıkılamıyacağı gerçeğiydi. Toplumsal yerlerde patlama olayları ve infazlar da bunu kanıtlıyordu. Mücadelede başarı şansı arayanlar, özgürlük yolunun birleşmeden, örgütlenmeden geçtiğine inanıyordu. 1984-1989 döneminde işte böyle bir anlayışla uzun ya da kısa ömürlü olması belirleyici olmamak şartıyla 49 gizli Türk direniş örgütü kurulduğunu anımsastıyoruz.

Bu örgütlenmeyi kolaylaştıran dış etkenler de vardı. 1945 sonra gitgide sertleşen “soğuk savaş” yılları, M. Gorbaçov’un hayata davet ettiği “Glastnost” (Şeffaflık) ve “Perestroyka” (Yeniden Yapılanma) politikaları Bulgaristanı da etkisi altına aldığından, “Ne oluyor?” sorusu her kese ulaşmıştı.

O zamana kadar BKP ve “DC” (gizli polis) el ele vermiş, yargıyı işlemez duruma getirip tatile göndererek işledikleri yasa dışı suçlara şeffaflık getirmek, yani birçok şeyi açıklama ve belki de hesap vermek zorunda kalacaktı. Sosyalist dünyanın ilgiyle izlediği Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeler bu havadaydı. Bu da büğyük bir gizlilik içinde gelişen Bulgaristan Türklerinin direniş biçimlerinin ilk çatlaktıktan, bulutların birazcık aralanmasından yararlanarak, Avrupa Radyolarını aramasına, gizli örgütleri yasallaştırmak için mahkemelere başvurmalarına yol açtı.

Yeni ortamda sislerin dağılmasına vesile olan önemli olaylardan biriyse Türkler ile birlikte Bulgar halkının kendisinin de Pomak, Türk ve Çingene kökenli Müslümanları tümüyle içine alan “Tek Bulgar Milleti” projessini kabullenememesi oldu. Unutmayalım genelde bulgarlar “milliyetçi” bir toplumdur.

Bu milliyetçiliğin temeli de Türk düşmanlığına oturtulmuştur. Bulgar destanlarında baştan başa Türklerden intikam alma konusu işlenmiştir. Türkleri kesmekten bahsedilir. En büyük Bulgar kahramanları, Türklere ve Müslümanlara karşı savaşmış olanlardır. Yazılı ve görsel basın, radyolar, milli eğitim ve öğretim kurumları bu konuyu sürekli canlı tutmuştur, askerde genç nesil bu ruhta etim alır. Türk düşmanlığı ortadan kalkacak olursa, Bulgar milliyetçiliği dayanıksız kalır ve yok olur.

Özellikle de çok şiddetli biçimde devam eden 1985-1989 arası anti-Türk propagandada Bulgar milleti üstün ve mümtaz bir soy olarak gösterilmeye çalışıldığı gibi, Türklerle ve Çingene kökenli Müslümanlarla yani kendilerinden alçak gördükleri bu etniklerle ve birleşmeyi kaynaşmayı ve bütünleşmeyi içine sindirememişti. Bu konu Bulgar kamuoyunda gizli gizli de olsa 1960’dan sonra gündeme alındı ve tartışma konusu oldu. Bu tartışmalarda kristalleşen ana görüşler 1975’lerden sonra koyulaşan diktatör totalitarizm yıllarında bir daha gün ışıyına çıkarılamadı. Herkes gerçekleri söylemekten korkuyordu. Ne ki, dünya konjüktürü totalitarizm alehyinde gelişmeye başladığında, bu gibi görüşler yeniden açıkça söylenmeye başlandı ve Türk direniş hareketinin ayrı bir cesaret kaynağı oldu.

Bu konuyu bugün bir daha işlememizin nedeni, bir yandan Bulgaristan Türklerinin şanlı mukavemet tarihinde kavganuın yeraltı biçimlerinden açlık grevi şeklinde kamuoyuyla kucaklaşmasının 10. gününü anımsatmak hem de, 1956 yılından başlayarak tümü yasadışı çok değişik biçim ve yöntemlerde gelişen Türklerin Türk kimliğini köreltme, dinlerini yasaklama politikalarının, 1989’da yenilgiye uğratılmış olmasına rağmen, 1992’ne yeni Bulgaristan Anayasası’nın kabul edilmesinden sonra yasal biçimde sürdürüldüğüne bir daha işaret etmektir.

Şurada önemle belirtelim: Çarlık dönemi ve Komünist Partisince yönetilen totaliter sosyalist Bulgaristan’da Türk sorunu politikasına ait ana hedefte herhasngi bir değişiklik ypoktur. Bu politika devamlı olarak ya göçe zorlayarak ya da kimlik değiştirerek Türkleri Türklüklerinden vazgeçmeye zorlamayı temel hedef bilmiştir. Bulgaristan’da kalan Türklerden en şiddetli saldırı hedefi her defazında aydın kesim oldu. Aydınlar kültür ve aydınlığın taşıyıcısı olduklarından hep ezildiler. İkinci yerde. Yine baş yerde Türk eğitim sistemi yani okulların kapatılıp özgün kültürlerün sıfırlanmasıydı. Bulgar iktidarlar bu hedeften asla şaşmadı. Bu alanda, Çar Ferdinant ve III. Borisin yapamadığını, Türk eğitim merkezlerini, okullarını tamamen yasaklayan totaliter T. Jivkov rejimi ve 1990’da sonra onun yerini alan ve devamcısı olan sözüm ona demokratikleşme düzeni, Türkler konusunda değişiklik yapmadı. 1990’a kadar Türklere ve Müslümanlara karşı yasadışı biçimlerde yürütülen sindirme, yasaklama ve yaptırım politikaları, 1992’de sözde demokratik Bulgaristan Anayasası’nın kabul edilmesiyle yasal biçimde devam etti. Bu Anayasa’da da tek uluslu Bulgar devletinden söz edildiğine göre, etnik azınlıkların öz haklarının üzerinden bir sünger çekildi. Gözümüzde saygıdeğer demokrat aydınlar olan rahmetli Prof. İbrahim Tatarlı, doçent doktor İbrahim Yalamov, Çimgene kökenli kardeşlerimiz adına da Petar Georgiev Bulgaristan Sosyalist Partisi ve Hak ve Özgürlükler Partisi adına bu Anayasa’yı hazırlayan komisyonda çalıştılar. Bugün de Sofya Halk Meclisi Hukuk Komisyonu Başkanı HÖH milletvekili Metin Kazak’tır. Fakat değişen hiçbirşey yok, olmadı ve olmayacak gibi. Şimdi yürürlükte olan, 1992’de Nüyük Millet Meclisinde kabul edilen Bulgar Anayasası artık yerlerinde yer esen, dağılan ve dağıtılan, politika dışı hurdalığa atılan Demokratik Güçler Birliği (CDC) milletvekillerinden 34 tarafından onaylanmadı. Vekiller açlık grevi başlattılar, direndiler ama hiçbirşey elde edemediler.

Eski statükonun, köhnemiş ve küflenmiş görüşlerin Türklerimiz arasından da yeni savunuları belirdi. “Soya dönüş” politikasına ilişkin birçok eserin müellifi olan ve bu yöndeki devlet politikasının uyguulanmasında parmağı olan Orlin Zakorov (Şükrü Tahirov) yeğeni olan, totaliter yıllarda Kırcali gizli poliz görevlilerinden olup, HÖH Genel Başkanlığına halka rağmen, hemşerisi Lütfü Mestan’ın atanmasından sonra, bir bilim adamı olarak kürsülere çıkmaya başlayan Mümün Tahir, son dönemde “Bulgar milliyetçiliği ve kimlik” konusunda öteden beriden topladığı alıntılarla derlediği yazılarından birini Reformcu Blok partisine katılan, Başkan Korman İsmailov tarafından yönetilen Onur ve Özgürlük Partisi’ne de mal etmeyi başardı. M. Tahir’in “yazdığı yazıların” temelindeki görüşte,” bir Anayasa, tek ulus ve azınlık yok gerçeği” vardır.

Bu yazılar, Türkler’in Türk olduğunu ret edip ve ezilip eritilmelerinin yasal bir süreç olduğunu savunur. 1989’da Mayıs İsyanıyla kazanılan hak ve özgürlüklerimizin ve Türk kimliğimizi yaşatma davamızın can düşmanıdır. Totalitarizm sözüm ona demokrasıyla değişti, yani tas değişti ama hamam aynıdır. Hamamcı Bulgar devletidir. Tellak rolü üstlenen HÖH eliti (A. Dönek ile L. Mestan) Türklüğü keselerken oğa oğa hepimizi eritmeye çalışıyor. M. Tahir de tellaklardan biri oldu. Tebrikler. Bulgaristan’da Türk hamına girenler kirimi yumşatıyorum bahanesiyle erimek ve Bulgar olmak zorundadır.

Reklamlar