Tarih:  25 04 2018

Yazan:  Neriman Eralp KALYONCUOĞLU

Konu:   Olaylar yön değiştiriyor.

Başkaları henüz söylemiyor, fakat bizim söylememiz için zaman gelmiştir.  Siyaset, yarını görebilmek için geçmişle geleceği bugünde birleştirmektir.

Bu sentezi kavrayamayan, siyaset yapamaz.

3 Mart 2018 gecesinde, İstanbul Bulgar Konsolosluğu’na gidip “beni de adam yerine koyup sofraya davet ettiler” havasına giren ve hatta böbürlenmeye kalkanlara birkaç sözüm var. Kendilerine üstelik “yaptığınız iş mi? Kendine nasıl yakıştırdın?” dendiğinde “insan haklarımız çiğneniyor” diyecek kadar ileri giden tarihini unutan, geleceğini göremeyen ve kimliğinden tamamen vaz geçmiş tipler başkaldırdılar. Bu başkaldırı o adar ileri gitti ki, Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTRUK yayın organı Bghaber.org sitesi mahkemeye verildi.

Bu olay bende çok değişik çağrışımlar uyandırdı. Bizim Stremtsi köyünde bir Yusuf aga vardı. “Belene” ölüm kampına düşmüş ve çıktıktan sonra kuyu başı sohbetlerinde “Ya bu Bulgar beni dm saydı ve “Belene”ye gönderdi. Çıkarken de elime bir tomar para verdi” dediği anlatılırdı. Yusuf aga “Belene”ye gönderilmeyi bir görev, önemi bir iş, başkalarının yapamayacağı bir vazife olarak kavramış ve orada ne yaptıysa, ne gibi hizmette bulunduysa karşılığını almış ve hainlikle övünecek derecede gözleri körleşmiş ve kafası bunalmıştı.

10 yıl önce Yazarı Sopot’ta bağlı “Anevo” köyünden Aziz  olan bir dizi kitapta, Bulgaristan Türkeri’nin yakın geçmişi ve özelikle de “Belene” dönemi ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştı. Oayların içindeki kahramanlardan birisi Cebelli Tahsin Ulutürk isminde biriydi. Tahsin Bey “Belene”ye sarhoşluktan düşmüştü. 1985’te isim değiştirme zumünün acısının iyice yaktığı bir akşam şehrin kenar meyhanelerinden birinde yarayı rakıyla iyice suladıktan, kafa bulandıktan sonra “keseriz”, “yıkarız” “yakarız” haykırışları ve sağ sol yumruk sallayışlar, onu da Tuna’mın en derin aktığı yerdeki “Persin” adasına götürmüş ve Türk aydınlar sülalesine katmıştı. Adamla buluşmuş adam olmuş misali, Bulgar polisler de onu ayık görünce adamdan saymışlar, “bizden yana geçersen seni Moskova’ya okumaya göndeririz, Sofya’da 2 artı 1 daire senin, eşine iş, çocuklarına istedikleri yüksekokul ve üniversite seç vs” vaatlerde bulunmuşlar. Tahsin, “be neymişim!” havalarına girmiş, vaatlerin hepsini kucağına sığdıramadığından bir kısmı çuvala koymuş sırtlamış ve Ankara’ya kadar taşımış, devlete anlatmış, tutanaklara kaydedilmiş, Aziz Bey de kitabında olaya birkaç sayfa ayırmıştı. Şimdi bu tipler, Atalarımızın katledildiği, 500 yıllık malımıza mülkümüze el konduğu, baba ocağından sökülüp vatansız bırakıldığımız anlamına gelen, hem de öyle bir sökülme ki, 25 binimiz hala Kuzey Kıbrıs’ta, 50 binlik büyük bir koloni halinde Kanada ve Birleşik Amerika’da, 300 binimiz Batı Avrupa ülkelerine dağılmışız.  1 milyondan fazlamız da Türkiye’nin dört bir yanına saçılmışız. 140 yıl önce açılan bir yaranın sızıları içindeyiz. Parçalanmışız. Dağılmışız. Birbirimize düşürülmüşüz. Aynı bilinç çizgisinde buluşup kentleşeceğimize artık düşman saflarına geçen ve durumlarından güç alarak saldırıya geçenlerin taarruzuna hedef olmuşuz. Gerçekleri anlatanlara, halkımızı yenidünya görüşünde buluşturup birleştirmeye çalışanlara, Sayın Başkanımız BULURK Genel Başkanı Rafet Ulutürk’ü mahkemeye verecek, hakkında dava açacak kadar burun kaldırıyorlar, satılmışlıklarını gizleyemiyorlar. Yenidünya görüşümüzde teslim olmak y da hainler önünde boyun eğmek yoktur. Bu tüylenme ve kibirlenmenin ardında bir özendirme, bir kışkırtma ve güç kaynağı olsa gerek. Neymiş Efendim? “93 harbinde” yani 1877-78 Plevne savaşında Osmanlı “köleliğinden”, “eziyetinden” kurtulmuşuz. Yalnız Ruslara “siz bizim kurtarıcımızsınız” demediğimiz ve Bulgar haydutlarının da elini öpmediğimiz kaldı. Bu bilgisiz, kimliksiz ve ruhsuz sivrilişin temsilcilerini yarın Sofya’daki II. Alksandır anıtına çelenk taşırken gördüğümüzde ya da Şipka tepesi mitinglerinde Osmanlıya yumruk sıkarken gördüğümüzde şaşırmamalıyız.

Halkının tarihini bilmeyenin tarih ve gelecek üstüne konuşmaya hakkı yoktur. Olmamalıdır! Geleceğimiz hakkında ise bir tek söz söyleyemez.

1877-78 Osmanlı ile Rusya İmparatorlukları savaşı 19. Yüzyılın en önemli savaşlarından biridir. Bu savaş Osmanlı ve Türk düşmanlığının 140 yıldan beri yanan ateşini yakmış ve bu ateş “Türk düşmanı olmadan Batılı olamazsınız!” şeklinde bugün de yanıyor. Kışkırtılıyor. Bu savaş, onlar açısından,  her Türk için verilen bir savaştır. Onlar için Bulgar zulmünden evinden köyünden sökülüp kaçmış, Türkiye’yi sığınmış 600 Bulgaristanlı Türk’ü İstanbul Konsolosluğunda bir ortak “kölelikten kurtuluş” sofrasında toplamak “zaferlerin zaferidir”. İlk ve son hedefleri bizden kurtulmaktır. Zulüm, Göç, kovma, sürgün etme vb ancak küçük teferruattır. Türk’e zulümden tutuklanmış ve yargılamış Bulgar yoktur ve olmayacaktır. Bu bir stratejik uygulamadır. Hedeflerindeki yeni hedef bizi birer birer kazanmaktır. FETO-köfte sofralarında bunu başardı. Türk devletini içinden oydu. Türkün ciğerini oyan bıçağın Batıdan ya da Doğudan olması, bir zavallı hain elinde olması fark etmez. Şu emperyalizm  kıtada tüm halkları köle etti, bir tek Türk halkını istediği gibi ezemedi, hırsından geberecek.  Bu zavallılardan biri olan FETO T.C. devletini devirmeye yeltenmedi mi? O zaman PKK ‘dan ne farkı var. O zaman 1915’te Çankalle’ye dayananlardan ne farkı var?

Biz Bulgaristan Türkeri’ni içinden oyma davası işgalci Rus İmparatorunu “kurtarıcı” kabul etmekle başlamıştır. 140 yıl başaramadılar. T.C’ye kovulunc gelip sığınanlar anlaşılan gevşediler. İlk kurbanlar verildi. Anlaşılan dernekler görev başında değil,  iyi çalışmıyor. Su akıntıya bırakılmış ve kurban topluyor.  İlk kurbanların sayısı 600 kişidir. Çok üzgünüm!

Göçmen Türker’in kafasını kendi tarihleri açısından bulandırma, karıştırma ve esir alma büyük bir zaferidir. 3 Mart 1878 Türklük tarihinde en kahrolsı gündür, en büyük yenilgi günüdür. Tarihimizin en kara günlerinden biridir. Avrupa’dan 1815’te çekilmeye başladık. Balkanlar’dan ayak çekmemeye zorlanmamız ise  Plevne, Şipka vb yenilgileriyle başladı ve 140 yıldn beri akan bir sel oldu. Aslında Büyük önder Mustafa Kemal Paşa 1918 Sakarya Cephesinde bu geri dönüşü durdurdu. 100 yıl sonra 2018’de Afrin Zaferiyle düşmanın inine girildi ve yerinde ezildi.

Büyük ve Güçlü Türkiye’den korkanlar aramıza nifak sokmak için bizi parçalamak, bölmek ve ezmek için her fırsattan yararlanıyor. 3 Mart 2018 “bira ziyafeti” ve sözde “kurtarıcı” nın şerefle kutlanmasına coşkuyla katılmak, biz Bulgaristan Türklerinin hala içimizden çökmeye devam etiğimize yeni bir işret oldu. “Beni insan sayıp Belene’ye gönderdiler” ya da “beni Moskova’ya gönderip Bulgaristan Türklerine karşı çalışacak subay yapacaklar, Sofya’da 2 artı 1 dairem olacak” zihniyetinin aramızda yaşadığını gördük. BULTURK yayın merkezine açılan dava ise, bu dönekler zihniyetinin birerlerden desteklendiğine kışkırtıldığına kanıt oldu. Bulgaristan Türkleri tarihinde benzer olay yaşanmamıştı. Komünist rejim birkaç Türk’ten savcı yapmış (Kırcaali’de İsmet gibi) ve Türk direnişçileri sürgün ediyor, hapse attırıyordu. Fakat bizim halkımız 3 Mart gibi yenilip ezildiğimiz bir tarihi, kazanan, istila eden ve ezenlerle birlikte kutlamamız gibi boyutsuz bir şerefsizliği bize yaşatmamıştı.

3 Mart 2018 konsoloslukta güya “kurtarıcı” şölenine katılmak ve “hey siz ne yapıyorsunuz, fazla olmuyor mu?” diyen bilinçli kardeşlerimizi de haklarında dava açarak korkutmaya çalışmak, haklarında hapis cezası istenerek anavatanımızda mahkemeye vermek, tüm soydaşlarımıza gözdağı vermek anlamına gelir. Bu olay 26 Mart 2017’de sınırda tartaklanmamızın, seçim bürolarımızda faşizan komando kontrolü uygulanması; DOST partisinin meclise girmesinin önlenmesi zincirinden yeni halkasıdır. Olay kişisel değildir. Ortak bilincimize yönelmiş bir saldırıdır.

Tüm derneklerden, federasyon ve konfederasyonlardan, aydınlarımızdan kesin ve kararlı yığınsal tepki ve BULTURK’e ve yayınlrına destek bekliyoruz. Duruşma gününün hainleri lanetleme gününe dönüştürülmesini bekliyoruz.  Alçaklığın bundan büyük bataklığı olamaz. Ruhu çürümüşlerin arasında kaldık, kurtulmlıyız. Çok üzgünüm…

Bizim kendi tarihimizde utanacağımız hiçbir şey yoktur. Başkalarının tarihiyle gururlanmak bize yakışmaz.

Bir defa 3 Mart 1878 kutlanacak bir yıldönümü değildir. Yeşil Köy ’de aralarında savaşan ki imparatorluk arasında savaşı keselim protokolü imzalanmıştır.. Bu savaşa ne Osmanlı ne de Rusya tarafında Bulgar Ordusu katılmamıştır. Protokolde Bulgar ve Bulgaristan sözü yoktur. Bulgar temsilci de katılmamıştır. Ne ki bu Protokolün imzalanmasından sonra Tuna Boyu, Deliorman ve Dobruca’dan büyük bir Türk göç seli kopmuş ve bugün hala devam etmektedir. 140 yıldan beri vatanımızdan soğumamız, kopmamız ve takke kafaya iki bohça sıkıp yol çıkmamız için çalışanlar var. Bu çalışmaların bir ucu artık Türkiye’deki mahallelerimiz kadar girmiştir. 3 Mart kutlamalarına katılmamız ata mezarlarımızın, okullarımızdan, dernek ve kültür evlerimizden, medreselerimizden sonra camilerimizin de yıkılmasını kabul etmemiz anlamına gelir ki, zaten 1878’den beri 1300’ü yıkılmış, minareleri devrilmiş, onarıma izin verilmediği için harabelik halinde kendi kaderine bırakılmıştır. Defineci geçinen hırsız çeteleri kubbelerdeki kurşun kaplamayı sökmek, altın aramayı bahane ederek duvarları ve cami dibini kazmaya fırsat kolluyorlar. Onlar son Türk çeşmesini de yıkmaya, sok Türk pınarını da doldurmaya yeminlidir. İmkân bulsalar bize suyu altın karşılığı satmak akıllarından geçen en cazibeli fikirdir.

Türkiye’de, Türklük denizinde, Türk kimliği ve Türk kültürü deryasında yaşayıp da 3 Mart hayranlığına esir düşmek, hepimizi çok ama çok düşündürmelidir. Adaletin tarihimizde kökleri vardır. Geçmişimizi bilmeyen, öğrenmek istemeyen, Büyük ve Güçlü Türkiye davası mücadelesinde bizimle birlikte olmayı kabul etmeyenlere, mahkeme kapısından önce Kapıkule Kapısı açıktır… Güle güle.

 

Reklamlar