Rafet0010

Rafet ULUTÜRK

Konu: Balkanlarda Yaşayan Müslümanlar Kara Kartalı Bekliyor.

Okuduğum son kitap “Siyah Kuğu.” Nassim Nicholas Taleb 50 yılda yazmış. Lübnan’ın Ortadoks köyü Amioun’da doğmuş. Beyrut Fransız Lisesinde okur iken gökten tolu gibi düşen bombalar okul arkadaşlarının hepsini öldürmüş.  15 yıl süre ilân edilmemiş savaştan önce, etniklerin numune kardeşlik buketi olan Beyrut, eşsiz cennetmiş. Farklı soydan boydan gelen, değişik diller konuşan ve ayrı dinlere inanan evde başka sokakta başka ahlaklı insanlar benim şehrimde kardeştiler diye yazmış Nassim, erken çocuklunu anlatırken.

Siyah Kuğu” – sığınaklarında kitap okurken, dünyayı silah sesleriyle tanımaya başlayan ve Amerikan Üniversitelerinde Dekanlığa kadar uzayan dik bir yolculuğun bellek özetidir. O, belleğini bir bilgisayardaki teker gibi seri kayıt cihazı olarak görmüyor: kendi kendine hizmet eden – ret edip özümseyen, düşünerek yenilenen – bir şarj makinesine benzetiyor.

Eserin “Buharlaşan Cennet” bölümünü okumam ağır ve çağrışımlı oldu. Bizim Bulgaristan’da 150 yıldan beri devam eden kâbus gibi, orada da, kimin kimden, neden kurtulmak istediğini ve insansız bir anakentle ne yapılacağını anlayamadım. “Beyrut Savaşıyla olağanüstü bir birlikteliğin yerinde açılan boşluğa düşmanlık zehri dolduruldu” diye yazıyor Nassim ve şu özelliğe işaret ediyor:

İç savaşla birlikte göç hareketi hızlandı. Etraf bir anda vakumla boşaltılmış gibiydi. Gidenlerin, hele beyin göçünün geri dönmesi zordur. Asırlarca oluşan eski entelektüel inceliğin büyük bir kısmı, iyi komşuluklar ve hoşgörü sonsuza dek geri gelmemek üzere kayboldu. Bunun adı, boşalan insan kardeşliği ocağına incir ağacı dikmekti.”

Bizde de öyle olmadı mı?

Bulgaristan’da, Balkanlarda, Rumeli’de bir buçuk asırdan beri söndürülmeye çalışılan OSMANLI OCAKLARIDIR. Bugün artık bir YANARDAĞ oluşturdukları ve asla söndürülemeyecekleri artık gün gibi görüldü. Hayata yeniden uyanan ekmeden dikmeden biten Osmanlı-Türk Ruhudur. Türkün ayak bastığı yerde er ya da geç Türk biter! Bu Osmanlı-Türk Ocakları suyundan gelen ebediliktir, inancı yerleşti.

Osmanlı Ocaklarını daha sonra da Türk Ocaklarını söndürmeye pek hevesli olanlar önce Batılı Doğulu ve yerli saldırganlardan oluşan kalabalık bir sürüydü.  Birbirini kışkırtan kin ve nefret kaynakları köy ve şehirlerimizi boşaltırken, camileri kiliseye dönüştürürken, bizim olan malımıza mülkümüze konarken, yakıp yıkarken çok hevesli ve amansız davrandılar. Asırlar içinde oluşan hoşgörü, iyi komşuluk, hayır ve iyilikte birlikte olma uygarlığımızın suyu bulandırıldı. Irkçı ötekileştirme, hor görme, ocaktan kovma hep destek buldu. Sadece bir asırda kinleri öyle köpürdü ki, 69 yıldan beri yolda, meydanda, kahvede, işte anadilimizi konuşamıyoruz, konuşanın yıllık gelirine eşit ceza hala bugün de kesiliyor. Bulgaristan’da Türklük ocağımız sadece Türk-İslam sentezi zengin bir ahlakla ayakta duran ailelerimize dayanıyor. Türkiye Cumhuriyetinin, Osmanlı Ocaklarının nefesiyle hala bugün de onların ruhuyla ayaktayız.

Nassim Tales’in  “Kara Kuğu”ndan önce başka bir kitabı, bu kadar uzun aralı okuduğumu hatırlamıyorum. Satırlara bakan gözlerim kendini kilitliyordu. Belleğim yenilenip özümseme gözeneklerini açmadan bir satır okuyamıyordum. Size de aktarmak istediğim ve memleketim olan Balkanlara adanmış şu satırlarda birde sizinle paylaşmak isterim:

Yaşlılar arasındaki günlük sohbetlerde, Akdeniz’in kuzeyinde bulunan Balkanlarda dört mevsimde yalnız bir deha hamam yapan insanlar yaşadığı anlatılırken, dinleyenler sanki zekâ durgunluğu yaşıyordu!”

Günümüzde Balkan ülkelerinden birini gelip görenleri bunlara inandırmak zor olsa da, 2014’te Bulgar “NOVA” TV de  dağ içi bir köyde 2 yaşlının yaşayışını canlandırırken şöyle bir soru geldi:

  • Hamamınız yok, nerede yıkanıyorsunuz? Cevap şu oldu:
  • Senede 2 defa yıkanırız. Hıdrellez’de, sonra da Bocuk’ta

Yaşlı adam anlatırken duvar kenarındaki ocağı ve hayvanlara yem taşıdığı dışı isli kofayı eliyle gösterdi.

Kitapta işlenmeyen ama beni çok ilgilendiren, sabunun tarihteki yeri, konusu var. Cahillik devrini sabunsuz aşarken atalarımız Balkanlara sabun kullanan bir medeniyet getirdiler. Bu ilginç oldu kadar beni defalarca yerime mıhlayan bir kültür olayıdır.

Gençliğimde bir gün şöyle bir olay oldu: Başkentin “Park Hotel Sofya” kahvesinde vakit geçirirken, yan masada oturan, uzak bir ülkeden gelmiş misafirlerin ellerini gördüğüm an, nefesim birden kesilmişti. Yakınımda oturanların ellerinin üzerinde siyah kıl değil, bir parmak kir vardı. Arık şeklinde çatlamış kir kaşarlanmıştı. Baka kalmışım ki, heyetin rehberi usulca bana sokuldu. Bulgarca, “bunu dini adetleri gerektiriyormuş, doğuştan sonra hemen yıkanan eller, bir daha hayata gözlerini yumduktan sonra keseleniyor, rahatsız olmayın, özür dileriz,” dedi ve nazik bir jestle uzaklaştı.

Yazarın billeğinde 50 yıl yazıp silerek biçimlendirmeye çalıştığı “Siyah Kuğu” metaforu belki de buydu. Dış dünyadan tüm yeniliklerine kapalı, kaskatı bir zihniyet! Rastlantı sonucu karşılaşmasam varlığından asla haberim olmayacaktı.

Ne güzel ki, Vatan güzelliği nakşettiğimiz şu güzel topraklara “Siyah Kuğu” gibi değil, Kara Kartallar gibi, çok uzaklara düşsek, hatta bulutların üzerinde olsak da sönmeden sevgi ve merhamet hevesiyle gelerek yerleşip suyuna su, bereketine bereket, mutluluklara mutluluk katarak yaşamışlar.

Şunu da ilave etmek istiyorum: Bizim için “Siyah Kuğu” bir keşif olsa, hiçbir yeniliğin plan ve proje dahilinde ortaya çıkmadığını görürüz.

Bir örnek: Son göçten önce tarım kooperatifimizde tütün üretilirdi. Irmak boyuna su pompaları dizildi. 1 dönümden 100 yerine 150 kilo ürün elde edileceği planlandı. Yazıldı rapor edildi. Fakat o yıl dolu düştü. “Afrika çekirgeleri” bastı. Tarlaları sarı ot bürüdü ve planlanan ürün alınamadı. Biz mucizeyi göremedik.

Bu böyle ama sosyal olaylarda durumun farklı olduğu ortada…

İnsanlar birçok tarihsel olayı öngörebildi. Hatta tarihin akışı etkilenebildi. Atatürk ve arkadaşları emperyalizmi Çanakkale’de denize dökeceğine, Sakarya’da Rum ordularını durduracağına, Cumhuriyeti kurup demokrasi tesis ederek Türk halkını gönençli bir hayata götürebileceğine inanıyordu.

Bugün gücünü Türk halkından, TSK’den, Osmanlı Ocaklarından, Türkiye Cumhuriyeti kurumlarından, BULTÜRK derneği gibi daha bir çok derneklerde örgütlenmiş Balkanlı göçmen soydaşlarımızdan alan Cumhurbaşkanımız Sayın R.T. Erdoğan ve Sayın Başbakanımız Prof Dr. Ahmet Davutoğlu yönetimindeki iktidarımızın bölücü Kürt asilleri, PKK ve DEAŞ düşmanları, paralellcilerle ve değişik iç ve dış düşmanla kesin olarak başa çıkılacaktır. Huzur ve güvenli barış ortamı tesis edileceğine kesin inanıyoruz.

 

Büyük gerçekleri söyleyebilmek için çok söze, yeni evrim ve devrim teorilerine, trilyonlarca harf ve sözü art arda dizip birbirine eklemeye gerek yok. Bundan sekiz yüz yıl önce memleketime kanatları yeni bir medeniyetle yüklü gelen Kara Kartal dağlarımızı yuva bildi.

Osmanlı Ocağı bu diyar olacak” buyurdu.

Daha önce hiçbir kimsenin görmediği medeniyet eserleri, camiler, türbeler, konaklar, saraylar, köprüler, medreseler vb. bu beylerbeyliğinde dikildi. Hepsi asırların yükünü taşıdı ve bugün de ayaktadır. Diğer medeniyetlerin ve düşmanca zihniyetin ağır toplarına dayanan eserlerdir bunlar. Kardeşçe eşitliğe dayanan güvenli huzuru biz getirdik ve ocaklarımızda yaşattık bu topraklarda. Daha önce hiçbir yerde görülmemiş toplumsal ilişki cennetini biz kurduk bu topraklarda.

Biz tarih öncesinden beri beklenen Kara Kuğu ve Kara Kartal mucizesi olarak vardık, varız ve var olmaya da devam edeceğiz bu diyarda.

 

Kıyaslayarak düşündüğümüzde,  “Sofya Oteli”nde gördüğüm ve unutamadığım ellere kıyasla bir yılda 2 defa demlenen Balkan köylüsü vücut temizliği kültürü açısından evrim değil devrim geçirmiş durumda gibidir. Sudan korkmadığı ortadadır. Birde bu topraklar daha hiç kimseler yok iken Osmanlı Ocakları açmak için belinde hamam tası, elinde kese, sabunla, kurnalı, havalandırmalı, göbek taşlı hamamlar kurmak niyetiyle gelen atalarımızı hatırlayınız. Haftada birkaç defa yıkanmayı ahlak şartı edinmiş insanlarımızla yerleşen yaşam tarzını düşününüz. Bulgaristan’da bugün hamamlarımızı geri alamadığımız azız durumları kendiniz yorumlayınız.

Daha önce çakılı iki çivisi olamayan tüm, kullandığı tüm yapı ustalığını Osmanlı mimarisinden alan ama ana baba odasına bir hamam dolabı yapmayı kabul etmeyen bir zihniyet var bugün de karşımızda. Her gün ellerinden, dirseklerinden, ayaklarından, ağzından ve kulak ardından beş defa su geçiren insanlarımıza camide saldıran zihniyeti çözmeye çalışın lütfen!

Bombalanan Lübnan’ın Amioun köyündeki sığmaktan bakıldığında,  bizim Balkan dünyamızın gerçekten görülüp anlaşılabilmesi için alışagelinenin ötesinde bir hayal gücüne sahip olmak gerektiğine inanıyorum. Gerçekle yanlış olan ancak yaşanınca değerlendirilebilir. Hayal edilenin doğru olduğuna kıstas yoktur. Son 150 yılda biz Bulgaristan Müslümanlarının hayatı hep ters yüz anlatıldı.  Bu uğraşı yer küresinin ekseni ve güneş etrafında dönmesini durduramasa da, tarihsel, kültürel ve medeniyetsel gelişmeyi uzun süreler engelleyebildi. Bu sürenin en çarpıcı tarifini yaparken, pişirmesini ve içmesini bizden öğrendikleri “çorbaya” Avrupa merkezlerinden bizimdir sertifikası çıkarana kadar devam ettini söyleyebilirim.

Şimdi artık gizlice gidip gelenlerin, Oxford Üniversitesi diplomalarını gördük. Kendilerine,

  • İnsanlığın medeniyetler yolunu, sorduğumuzda cevap şu oluyor:
  • Cahillikten, Yahudi dinine, ortada Hıristiyanlığa ve daha sonra İslam’a yükseliştir.

İslam da şu dünyaya yeni bir olgu, kanatlarında daha yüksek bir uygarlık taşıyan “nadir bir doruk” gibi iyilikler, kolaylıklar, rahmet vs müjdesi imanla gelmemiş mi? Öyleyse ret edilmesi bu kadar kolaysa, kabul edilmesi neden bu kadar zor!

İnsanların 2 bin yıldan beri su ile sabunun temizlik, temizliğin ise sağlık olduğuna birbirini inandırmakla uğraşması, ne kadar acınası bir durum! Ve bizim Balkanlardaki durumun hala bu olması ne kadar kötü bir gerçek. Srebrenitsa’da Müslüman oldukları için, yüreklerinde en güzel olanı taşıdıkları için katledilen kardeşlerimi unutamıyorum. Atalarımız bu diyara 100 makam ve 300 ritimle gelmişler. Sadece Bulgaristan’da 600 türkü ve şarkı yaratmışız. Birkaç gün önce TRT Müzik’te Bosna Kız Korosu’ndan Bosna İlahileri dinledim. Tarifi imkânsız bir güzellikti. Tarihsel alt ve üst yapısı olmamış bu sanat ne yaratılabilir ne de seslendirilebilirdi. Osmanlı Ocaklarının etkin varlığı Balkanlarının her yerinde günümüzde de aranıyor.

Ülkemde insanların % 60’şı hala gettolarda, penceresinde cam olmayan tek katlı kulübelerde, içinde ve avlusunda su olmayan evlerde, yolsuz mahallelerde yaşıyorsa ve biz farklılıkların kaynaşmasından oluşacak yeni medeniyetler demetinin daha ilk adımlarını atamamışsak, bu karanlıktan nasıl çıkarız?

İşte bu noktada herkes için yararlı olacak Yeni Osmanlı Ocakların rol almasını bekliyoruz. Bu görevin yerine getirilmesinde Osmanlının en çok eser bıraktığı Bulgaristan’da Ankara Osmanlı Ocakları Genel Başkanı A. Kadir Can Polat beyi ülkemizde beklerken Türkiye’de attıkları büyük adımları bir an önce bize de taşımasını bekliyoruz.

Müslümanlar Balkanlara Kara Kartallar gibi yuvalanmaya ve ebedi kalmaya gelmiştir. Tarih bilincimizde beraberlerinde kat kat üstün ahlak ve medeniyet getirip yerleştirdikleri var. Onlar bu memlekete torunlarının da saygı duyması için gelmiştir. Getirdikleri yaşam biçimi ve kültür yerliler tarafından kabul edildi edilmedi onlar binlerce cami, köprü, medrese, külliyat, mescit, kütüphane, hamam, konaklama yeri, işlik, dükkân, Bizansen, Pazaryeri kurup halk hizmetine açtılar. Osmanlıda değişik üretimler adil bir düzen olarak yerleşti. Bulgaristan’da yaşayan Türkler ve Müslümanlar olarak, hele hele son 150 yılda varımız yoğumuz devamlı el değiştirip yıkıma uğradığı mirasımızın canlı ve yararlı işleyişini artık hayal bile edebilecek durumda değiliz. Üstüne üstelik yaşayan tarihimizin nesilden nesle devrini engellemek,  bireysel ve toplumsal belleğimizden silmek isteyenler bize resmen baskı uyguluyor.

Geçmişimizden bize yalnız kötü ve olumsuz, karalayıcı ve küçük düşürücü olan incitmek amacıyla bilinçli olarak devamlı kafamıza kakılıyor. Ruhumuz eziliyor. Son dönem Müslüman neslimizde “geçmişimizden utanma ve suçluluk duygusu” uyandırılmaya çalışıldı.

Yaşayan bir kimse, bir kuşak yaşamadığı tarihten suçlu olamaz.

Kendi okullarımız, kütüphanelerimiz, kültür merkezlerimiz Osmanlı – Türk Ocaklarımız olmasa bile bugün de 1300 camiden gelen iman sesiyle yaşıyoruz. Gözle görülmeyen, kaydı olmayan binlerce Osmanlı ocağımız gönlümüzdedir. Bu topraklardaki Osmanlı sevgisi ve merhameti ile mirasının bekçisi olma bilinç ve gururuyla varız. VARDIK VARIZ ve VAROLACAĞIZ.

Türbelerimizde, Osmanlı döneminden kalmış çardaklı taş duvar avlulu evlerde, atalarımızın diktiği ceviz ve kestane ağaçları gölgelerindeyiz.

Arda, Meriç, Tunca, Kamçiya vb ırmaklar üzerindeki köprülerimiz hala ayakta. Bu yıl kutlayacağımız 500.yılı ŞEYTAN KÖPRÜSÜ hala dimdik ayakta. Arnavut kaldırımlarında yürürken sanki geri doğru emeklemeye zorlanıyoruz. Gönlümüzü serin tutansa tarihin emeklemediği, sıçrayarak geliştiği inancımızdır.

Şimdi gelip de bana

  • Köklerin hangi ocağa uzanır? Diye sorarsan.

Şu gördüğünüz Balkanların eteğinden tepesine her deresine ve her

Vadisine, Osmanlı – Türk Ocaklarına uzanır desem, yeterli olur mu?

O zaman atalarımın daha Orta Asya steplerindeyken, daha Türklükle İslam kaynaşmadan, eski ve yeni geçmişte ilk medeni devrim bilinen atları, köpekleri ve tavukları evcilleştirmesi ne olacak!

Biz memleket ve vatan bildiğimiz bu diyara kara kartallar gibi ebediyen kalmaya gelmişiz. Ne var ki bizim kartalımız bir buçuk asır önce tırnaklarını ve gagasını yolup atmaya çekildi kuduz dağındadır. Uzun sürse de, artık sökmüş atmış hepsini, yenileri yetişmiştir. Bunu herkes böyle bile. Bilirsiniz tırnaklarını ve gagasını yenileyen Kara Kartal bir o kadar daha yaşar.

Bekliyoruz KARA KARTAL SN. KADİR CANPOLAT’I OSMANLI OCAKLARINI TAŞISIN BURALARA.

Kitabını pür dikkatle okuduğum Nassim Taleb Lübnan dağları çocuğudur. Belleği hayal açarken, yeraltında bomba sığınaklarında kaldığından olacak,  ancak Tanrılarla temas eden Kara Kartalların tırnak ve gaga sökmesini görememiş, dönüşüm amaçlı bir yenilenme olan bu derinliğin anlamını açmamış. Bu nedenle bekleyişimizde “Kara Kuğu” yok, “Kara Kartal” var. Osmanlı Ocakları umudu yeniden alevleniyor. Kara Kartalları Bulgaristan’da bekliyoruz.

Reklamlar