hamiyet-cakir Hamiyet ÇAKIR

Konu: Hoşgörü – 2:

İyi komşuluk ortamında yaşamak bizim en doğal hakkımızdır.

 

Bir gün Nasreddin Hoca’nın evine hırsız girmiş.

Karısı bağırarak: Hoca eve hırsız girdi masayı çaldı demiş.

Hoca: Boş ver yenisini alırız demiş.

Ertesi gün aynı hırsızlar eve yine girmişler.

Hoca’nın karısı: Yine hırsızlar girdi, bu defa kavuğunu çaldılar demiş.

Hoca: Boş ver yenisini alırız demiş.

Ertesi gün bir daha hırsız girmiş, bu sefer Hoca’nın karısını kaçırmışlar.

Hoca’nın karısı: Hoca beni kaçırıyorlar demiş.

Hoca: Boş ver yenisini alırız demiş.

 

Biz hoşgörülü olmayı akılı ve aptal olarak ikiye ayırırsak, yukarıdaki fıkra, aptal hoşgörülüğün parlak bir örneğidir. Biz bu çeşit hoşgörüyü, karşısında direnerek ve çaresizlik içinde Bulgaristan koşullarından 100 yıl yaşadık. Evimizi, barkımızı, köyümüzü, kimliğimizi evliya mirasımızı kaybettik.

Vasil Levski gibi haydutları yerde gökte arayıp bulup tutuklamak için Sultan’ın gönderdiği zaptiyelere “aman ona dokunmayın, ama o bizim çobanımız, ama o çiftimizi sürüyor” derken, haydutları bilinçsiz olarak korurken, devlet siyaseti ile kişisel çıkarı birbirinden ayırıp doğru konum alamayanlar bizim atalarımızdır. Onların hoşgörüsü bir alışagelmişliğin ürünü ve savunmaktır.

Hoşgörülülükle hiçbir şey edilemediğini ve edilemeyeceğini bize hayatın kendisi gösterdi, gösteriyor. Bu bakıma hoşgörünün günümüzdeki ürünü “Boş ver” dir ki, biz zaten boş vere vere bu durumlara düştük.

Osman Oktay’ın gizli polisin dosya arşivinde “kartonu” varmış – “boş ver.”

Güner Tahir’in gizli polis arşivinde “kartonu” varmış – “boş ver.”

Kasim Dal’ın gizli polis arşivinde “kartonu” varmış – “boş ver.”

Lütfi Mestan’ın gizli polis arşivinde “kartonu” varmış – “boş ver.”

HÖH Halk ve özgürlükler Hareketi kurucularından 12-si gizli polis ajanıymış – “boş ver.”

Parasız vere vere bize bir şey kalmadı türkümüz vardır, bu iş buna benzedi.

Yaşama bu şekilde bakmış olmamız aslında bizim ezilmiş ve çaresiz özümüzü yansıtıyor.

Milletimizin kitap dolu ve binlerce yazılmamış hoşgörü fıkramış, hoşgörü zihni ve felsefesi var. Hangi halkı böyle bir külliyatı yoksa o halk hayata olgunlaşmamıştır.

Ne demişti feylesofların atası Mevlana:

Gel, kim olursan ol gel!

 Üstadın yarattığı Tasavvuf felsefesi, insanlar, halklar, toplumlar, devletler vs ne olursa olsun arasında HOŞGÖRÜ (tolerans) olmadan ileri tek adım atılamayacağına sönmeyen meşaledir.

Mevlana’nın çağrısı bir dini davettir, İslam’a davettir, Allah yolunda vuslat davetidir.

Yazımın başından beri söylemek istediğim, insanların birbirlerine görünmezliklerle bağlı oluşudur ve görünmezliğin aramızdaki karşılıklı hoşgörünün sökülmez kokusu oluşudur.

Herkes hoşgörülü müdür? Olabilir mi?

Toplumsal ilişki olarak hoşgörü nasıl doğmuştur?

Önce hoşgörümüm kişisel bir ilişki olduğu kadar toplumsal bir ilişki olduğunu da tanıyalım. Ama hoşgörülü sınıf kavgası yoktur. Etniklerle ulus, devletle etnik azınlıklar arasında hoşgörü olabilir. Bunu Osmanlı devletinin 1872’de Doğu Ortodoks Bulgarlara kilise bağımsızlığı tanımasında görüyoruz. Ne ki, işlerini yalnız baskı ve teröre, öfkeye dayandıran rejimden hoşgörü beklenmesi yanlış olur. Buna totaliter dönem örneklerini sıralamakla bitiremeyiz. Olaya başka bir açıdan bakarsak, “boşanma hakkı” için 100 yıl savaşı veren İngiltere’de boş kalan bir kadına “paçavra” olarak değil, yaşam hakkı olan bir insan olarak bakma çok zor doğmuştur. Toprak köleliğinden kurtulurken zincirlerini kıran ve emeğini satmaya başladığında, işimi elimden alacaklar diye yeni makineleri kırmasını anlamak da kolay olmamıştır. İşçi sınıfının sokak direnişlerinin destek bulması büyük evrim sonucudur. Hoşgörü haklı ile haksızı birinden ayırmaz. Günümüzde anti-terör güçlerinin verdiği mücadeleye hoşgörülü ve anlayışlı yaklaşım bir erdemdir.

İnsan kendi içine hoşgörü, güzellikler doldurabilir mi? Bu mümkün müdür?

Yoksa hoşgörü, güzel olan dışardan gelip insanı bulan, onu büyüleyen bir şey midir?

İnsan doğasında, belirli bir yaşta aşk gibi bitiveren bir şey midir?

Hoşgörü bir ilişkinin, hoşunuza giden bir yaşantının, ani bir hoşlanış sonucu olarak kabul edilmemelidir. Çünkü o tüm insanların doğal, medeni ve diğer insan haklarını tanımakla başlayan bir yaşam tarzı olarak süreklilik içirir ve varsa var, yoksa yoktur. Hoşgörülü olmak için önce insan olmak gerekir.

Tarihimizde hoşgörülü komşuluğun en parlak belirtisi komşu kapıları gıcırtısı olmuştur.

1980’lerde zülüm altında inlediğimiz yıllarda hoşgörü unutulmuştu. Karşımıza silah diken, köyümüze tankla giren devletten hoşgörülü olmasını beklemek, dişlerini etine batırmış yılana ama zehrini salma yalvarışı değil de nedir. O zaman hatırımda kalmış radyo ve TV, basın ve kışkırtma yapanlar yalnız ve bir tek toleranstan söz ediyorlardı. Kurşun atıp insan öldüren kahraman, hakkını arayan düşman, terörist, vatan haini ve katildi. Bu denli derin bölünmüştük birbirimizden, 1990’dan beri viski içip, tere ya ve balla beslenenlerin açılan yarayı kapayabileceğini düşünenler de aldandı. Toleranslı olmakla falcı yalanları arasında iletişim noktası yoktur. Herkes yalana doydu.

Kötülük yapmak isteyenler kendini hoşgörü maskesi ardına gizler.

Ne ki 1990’dan sonra bizden hoşgörülü davranmamız isteniyor. Tolerans sözünü kullanmak moda oldu. Kurduğumuz derneklerin isminde, gazete yorumlarında, meclis ve toplantı salonlarında söz alıp konuşanların azından sık sık tolerans sözünü işittiğimizde, biz zaten müsamahalıyız, her zaman anlayış göstermeye çalıştık ama bizden istedikleri acaba nedir diye düşündüğümüz oldu. Öyle ki, hoşgörü sanki ardına saklanılan bir maske oldu. Kötülük yapmak isteyen kendini hoşgörü kılığına sığdırmaya çalışıyor. Bir de başkasının aklınla yaşanmaz. Bulgar basınında çıkan bir yazıda Lütfi Mestan’ın konuşmalarının başkası tarafından yazıldığı açıklandı. Nalsız eşekle ancak bu kadar yürünür. 18 yıl L. Mestan’ın konuşmalarını kaleme alan bu Yahudi aydın, “Abi, sen siyasetten çık, liberalizmi unut, git köy öğretmeni ol!” demez mi! Tabii siz şimdi, hoşgörü bunun neresinde diyeceksiniz de, ben beyin fırtınası yapmaya başlasak diyorum.

Hoşgörü bir hayal değildir. Derin kökü olan bir davranış, sürekliliği olan bir tutumdur.

Bir yaşam biçiminde öz olandır.

Her şeyin olduğu gibi hoşgörünün de dalı budağı vardır.

Kimileri bizim hoşgörümüz dinimizdedir derken, biz Bulgaristan Türkleri de, Orta Asya’dan getirdiğimiz yaşam biçimi hoşgörülüdür tezinden hiç ödün vermedik, vazgeçmedik. Zaten Balkanlar hoşgörülü, sabırlı ve alçakgönüllü, açık gönüllü yaklaşımı ilk kez bizde gördü.

Zaman içinde karşılıklı etkileşimde hoşgörülülüğün belirmesini ezan okunurken kilise çanı da çalınabilire indirgendi. İkili birliğin mümkün oluşunu biri camiye öteki kiliseye bakan iki pencereli odaya benzettiler de oldu. Atalarımızın hoşgörüsünden ezan sesinden rahatsız olanları incitmemek için yapılanlar hikâye oldu. Bu anlatımlarımız, genel anlamda, işine bakan, yolunca yürüyen, tolum düzenini bozmayan, ailesine, etrafına örnek olan her kimsenin huzurunu bozan olmaz anlayışına götürdü ki, eğer bu bir kural olabilseydi, başımıza gelenler, Büyük Göçler hep istisna olamazdı. Bu durumda, kuşkusuz hoşgörünün kuralı olması gerekir. Öyleyse bizim derdimiz kural bozanlarla olmalıdır. Ne ki, hoşgörü kuralının herkes için, tüm toplum için bağlayıcılığını göremedik. Karşımıza dikilen, kuralları rafa kaldıran devlet olunca, oyun iyice bozuldu ve hayat bize tek taraflı hoşgörü olamayacağını gösterdi. Şunu da gördük tek taraflı hoşgörü teslimiyete götüren yoldaki ilk adımdır. Şu da var, karşılıklı hoşgörü yolu mücadele yoludur. Devamlı canlı ve değişken bir durumdur.

Bunun temel şartı ise, kuralın ortaklığı genel geçerli olmasıdır. Dolayısıyla kimse başka birini farklı kurallar içinde, kendi isteği dışında yaşamaya zorlayamaz. Bunu yapan zulüm etmiş olur. Zorbacıdır. İşte o zaman komşu kapısı kapanır.

Bizim anlayışımızda Hoşgörü, sevgi gibi bir şeydir, bir insanın birisini sevmesi için mutlaka yanında olması gerekmez, sevgi ile mesafe arasında bir bağlantı yoktur, sevginin ve saygının içinde hoşgörü vardır, kavuşma umudumuzsa hoşgörüyü yaşatandır. Hoşgörü, sevenlerin birbirine saygılı davranışı gibi, yaşatmak istedikleri çiçeğe ortak ilgidir.

“Anlayışlı ol!, “Her şeyi husumetsiz, sabırla karşıla!” bir öğüt olarak bizimdir. Fakat bu öğüt, beraberinde hoşgörüyü göz yumma olarak anlamayı getirmemelidir. Örneğin geçen hafta “Levski” kasabası lisesinde 9. sınıf öğrencileri boş saatlerden birinde ders odasında bir saat kızlı erkekli köçek kıvırmışlar. Hoşgörü tavanı delmiş. Ulusal sorun oldu. “Hakkımızdır!” Dedi Çingene öğrenciler, birlikte direndiler. Pazarcık iline bağlı Çingene köylerinde okulların kapatılması ve büyük merkezlerde toplanması planı köylü protestolarına neden oldu. Bizde, ilk defa, Çingene kadınlar köy okuluna sahip çıktı, kapatma planına göz yummuyorlar. Olay kapanmadı. Direnişler yükseliyor. Hoşgörülülükten kaynaklanan tepkilerin hepsi haklıdır. Hoşgörülü olmamız, teslim olmamız anlamına gelmez.

Hoşgörülü kişi isyan eder mi?

Başkaldırıp ayaklanmak dayanılmaz zorbalıklara tepkiden başka bir şey değildir.

Evrim ve Devrim yolunu açan da tepkinin örgütlenmişi ve bilinçli olanıdır.

Okullarını korumak isteyen Çingene kadınlarının protesto eylemi yerel bir direniş olsa da elektronik direniş çağında hemen yayılan ve ulusal anlam kazanan bir hareketlenmedir.

Okul için başkaldıran köylü çingene bayanlar aydınlık yolunu arama yoluna çıkmıştır.

Hoşgörüyü yaşatmak için başkaldıranlar çok farklı ve şekil olarak değişik direniş sergiler. Artık yarım yüzyıllık geçmişi olan bizdeki hak ve özgürlükler kavgasına götüren yıllarda önce karşılıklı saygı ortadan kalktı. Vatan hakkımıza hor ve dik bakışlarla göz dikenler hortladı. İkide bir dipçikleme, ceza kesme, hor görme, ardından devlet mengenesinde ezme, sürgün ve hapishane çileleri sertleştikçe şiddetlenmişti. Biz bu adımları atmaya, çileyi çekmeye zorlandığımızda ateşe girdik, su aldık ve örsle çekiş arasında ezildikçe sertleştik, pekiştik, çeliklendik, bilinçlendik.

Yüz yıl hor görülüp ezilen bir azınlık olduğumuzdan, çoğunluktan olmadığımızı anlamamız zaman aldı. Devletin, adaletin, hakların ve özgürlüklerin çoğunluğun olduğuna inandığımız da uzun zaman aldı. Bu bir bilinçlenme süreci olduğu kadar, hoşgörülü ruhumuzun ezilerek can çekişmesi süreci olarak da çok acı verdi. Öyle ki, devletten hoşgörü dilenemeyiz, bunu mücadelede öğrendik. Zaten devlet tüm vatandaşlarına eşit baksaydı, fazla bir şey istememize gerek yoktu, çünkü biz hiçbir zaman ayrıcalık, özel haklar falan filan talep etmemiştik. Ne ki, ana dilimizi kullanma, vergimizi ödediğimiz devletin okullarında öğrenmemiz özel bir istek sayılmamalıydı. Çünkü sayılamazdı. Bu mücadelenin 70 yıldır sonuçsuz kalması da ayrıca acı veriyor.

Konumuzu dizi halinde işlemek istediğimizden dolayı, son dönemde tartışma konusu olan doğru yolda mıyız, yoksa yine başa dönmek zorunda mıyız konusuna birkaç satırla değinmek istiyorum.

Biraz tarih

Fransız kökenli olan ve Bulgar dilinde olduğu gibi kullanılan tolerans (hoşgörü) sözü, çok özgün koşullarda ve değişik sosyal ortamlarda farklı anlamlı doğmuştur.

Öz amacı yapı ustalığı olan masonluk, zekâ kültürünü, kardeşlik ve dayanışma ile birliği gerçekleştirmeyi hedef ettiği için Fransız devriminden önce Batıda bir hoşgörü mezhebi olarak nitelendirilip kabul edilmişti. Batıda hoşgörülülerin örgütlü hareket etmesi ilk onlarda izlenmiştir. Olayın parlak biçimde ortaya çıkışı ise, toplumun çok yoksullaşıp sefilleştiği dönemlerde asilzade havalarına giren masonlar iyi niyetle ortaya çıkıp dayanılmaz fakirliğe müsamahasızlık ifadesi olarak, geçinemeyen ailelere gıda yardımı dağıtmalarında, çorba salonları açmalarında kendini göstermiştir.

Bunun dışında, Fransa’da tolerans ara sıra da olsa “yoksulların çekisi bize de ağır gelir” şeklinde su yüzüne çıkıp gıda yardımı kampanyalarında, toplumsal alkış alırken, Napolyon Savaşlarından sonra İtalya’da müsamahalı ilişkiler önce kömür işçileri dayanışmasında izlendi. Muhtaç olanlara yakacak dağıtıldı. Genel çizgide kalfa, çırak, usta ilişki zincirinde de saygın karşılıksız yardımlaşma örnekleri boldur.

Başka bir belirme biçimi:

Aldığı canlar bakımından tarihin en büyük salhanelerinden biri olan Fransız Devrimi’nden sonra (1795) yüzyıl boyunca giyotin korkusu unutulamazken, kan kokusundan kurtulamayan Paris’te toleransın yeni bir türü doğdu. Bu, Burjuva Devriminin getirdiği tipik sosyal ilişkilerin ürünüdür. Paris genelevlerinde fahişeler için Tolerans Tüzüğü duvara asıldı. Tüzük, kör sakat, genç yaşlı, asker subay, siyah ciltli ya da ayak tırnaklarını hiç kesmemiş veya dişi fırça görmemiş olmasına bakmaksızın tüm müşterilere aynı hizmeti, aynı özen ve saygıyla yanaşma zorunluluğunu getirdi. Bu anlamda burjuva toplumu emek ücret ilişkisi içinde tolerans kavramına mecburiyet anlamı kazandırırken toleransı öldürdü.

Bir de sosyal ilişkilerin içinde alış veriş belirleyici olmaya başlayınca, “kantarın topuzuna” ya da “terazinin ibresine” toleranslı olma geldi. “Tolerans” bu noktada aldatılan müşteriyi aldatıldığını kabul etmeye zorlarken, bizde “beş aşağı beş yukarı”, “ama ne olacak veya olun olmuş, beş gram az olsa, ne olur” gibi tekerlemelerle hayat hakkı istedi.

Toleransın bu şekli Bulgaristan’da siyaset hayatı etkilemedi, çünkü azınlıklara karşı devlet siyaseti hep ödünsüz ve sert oldu. Belki de, bu tür tolerans Türkiye’de “idare ediyoruz işte” anlamı alırken, Bulgaristan’da “altı yok çarık gibi” değimine kilitlendi.

Burada gün ışığına çıkan bizim hoşgörü anlayışımızla toleransçıların hoşgörü anlayışının yardımlaşma dışında birçok noktada örtüşmemesidir.

Fransa’dan Bulgaristan’a gelirken toleranslı sözü de hoş gönüllü, farklı görüşlere anlayışlı ve liberal gibi anlamlar almaya çalışsa da, pek içini dolduramamıştır. 1908’den 1044’e kadar farklı görüş kabul etmeyen faşist otokritik Çarlıkla idare edilen, totalitarizm döneminde, ise komünist katı doktrinlerin kabul edilmesi zorunlu olan Bulgaristan’da farklı görüşlerin yeşermesine hiçbir zaman hoşgörü gösterilmedi. Farklı görüşler savunanların yeri hep sürgün ve zindan oldu. Bulgaristan Türk edebiyatını yaratan şair ve yazarların hemen hemen hepsi içeri girip çıktı, daha sonra da yurttan uzaklaştı. İslam dinine, Müslümanlığa ve Türklerin özgün kültürüne asla müsamaha gösterilmedi. Bu sıkıcı gelişmeler 1990’dan sonra da devam etti. Geçiş Döneminde etnik azınlıkların farklı yaşam tarzından ve kültüründen genel değişik görüşleri “Bulgar Etnik Modeli” içinde boğulmaya çalışılırken, halk kitleleri uyandı ve bir baskı rejimi uzantısı olan bu modeli ret etti.

Son gelişmeler, demokratik toplum düzenine ilk adımlar olan Bulgaristan Geçiş Dönemi’nin aslında Avrupa Birliği çerçevesinde 2050 yıllarına doğru oluşacak olan yeni bir uygarlığa doğru Ön Geçiş Dönemi olduğu açıklık buldu.  Bu yeni uygarlık, nesnelere tek yanlı bakışa dayanan günümüz uygarlığından yeni ve daha yüksek bir iletişim ve haberleşme medeniyeti olacağı artık açıklık kazanmaya başladı. AB topluluğu yeni medeniyet ufkuna yönelirken özgün kültür, ulusal dil, topluluk dili, anadil, ulusal ve etnik edebiyat ve sanat, din ve ruhsal ve maddi yaşam tarzı vb gibi konularda tekleşmeye doğru yönelim değil de, manevi yaşamda  çoğulculuğa (multi-kültrizme yani çok kültürlülüğe) yönelimin yol alacağına ve üstün geleceğine inanç giderek yerleşiyor. Aslında tersi olsa yani AB içinde Bulgaristan’da etn,k d,il, din ve kültürel çeşitliliği tamamen tok etmeye doğru alınan yolda yeni hamleler yapılsa, bir yandan bu bakımahoşgörü tamamen gömülürken, bugün bizim yaşımıza gelen, yarın Bulgarların kendi başına da gelecektir ki, Bulgar ulusu da AB topluluğu içinde bir azınlıktır ve tek dilli dünyaya ilerlerken kendi dilinden olmak zorunda kalacaktır. Böyle bir analiz toleransı için ya “yaşayacaksın” ya da “mezarın kazılacak” anlamı kazanırken, bizim birinci şıkta mücadelemize devam etmemiz her geçen gün daha kaçınılmaz oluyor.

Mezar taşı, çeşme, türbe, muhabbet yerine saldıran bir kişi asla hoşgörülü kabul edilemez.

Hoşgörüye bu açıdan bakarken bir de, sabır gösterip ve dayanıklı olma hususiyeti ortaya çıkıyor ki, ulusal Türk Müslüman kimliğini oluştururken Bulgaristanlı Türklerin azınlık topluluğu bu konuda çok metanetli olmuştur. 6 Büyük Göç yaşarken sonsuz sabır ve hoşgörüyle dayanıklılık gösterirken her zaman alçak gönüllü ve söz anlar tavrını bozmamıştır. İşte bu noktada, kulüp kuran adına “toleranslı”, parti kurup adına “toleranslı” gibi sözler takıştıranlara selam olsun. Bizden hoşgörü ve anlayışlı olmamızı istemeniz tamamen yanlıştır. Bulgar toplumunun pekişmesi, uzlaşma temelinde denge kurabilmesi için her şeyden önce karşılıklı hoşgörüye ihtiyaç olduğuna inancımız kesindir. Liberalizm kavramı insan haklarına saygı gösterilmesi çizgisinde hoşgörü içerir.  Biz toleranslı olmuşuz neye yarar, bir elin nesi var! Şimdiye kadar çeken hep biz olduk, buna rağmen hoşgörülü özümüzü koruduk. Dilinde olmayan sözlerle içini ve davranışlarını anlatmaya çalışanların hamlesi boş böbürlenmekten ileri gitmez. Oturup tolerans kavramına ortak bir anlam verelim ve önce bu kavramın önüne karşılıklı sözünü katalım da karşılıklı hoşgörü olsun. Bu, belki de tutar.

Devam edecek.

Reklamlar