Konu: Ümmetten Türk-Müslüman Kimliğine Geçiş Sancıları.

Büyük Bozgun” dan sonra bugünkü Bulgaristan topraklarında 2 binden fazla cami ve mescit vardı. 21-inci yüzyıla 1300 (bin üç yüz) cami ve mescitle girdik. 2016 Ocağının 24-ünde yapılacak Milli Müslümanlar Konseyi arifesinde yapılan açıklamalarda son yıllarda 400 camimizin cemaatsiz kaldığına işaret edilirken, sırıtarak sevinenler olduğunu, esef ederek yazıyorum.

Bu topraklardan Osmanlı’nın çekilmesinden, Türklerin kaçıp gitmesinden, Tatarların kaçıp kayıplara karışmasından, Pomakların git gide susmasından ve Çingenelerin Avrupa’yı boylamasından kendine pay çıkaran, bu eğilimi Hıristiyanlığın Müslümanlık üzerinde neredeyse bir zaferi olarak değerlendiren ve kutlayanlar az değildir. Minareleri yıkılmış mihverleri yok edilmiş camileri kilise haline getirip din, kimlik ve tarih değiştirenlerin ruh halini anlamak zor olduğu kadar, şaşmamak da elde değildir.

Birinci yazımızda, 1878 Berlin Konferansından Tırnovo Kurucu Meclisinde ilk Bulgar Anayasası kabul edilmesinden 1908’de III. Bulgar Çarlığının ilanına kadarki dönemde Müslümanların müftülüklerde örgütlenme mücadelesini anlattık ve Çarlığın ilk Baş Müftüsü olarak  Hocazade Mehmet Muhyiddin Efendi’nin (1910-1915) seçilmesine gelmiştik. O zaman Türk-Müslümanlar Osmanlıdan ve İstanbul’daki Şeyhülislam’dan kopmak istemediklerinden Sofya Baş Müftülüğü kurulmasını istemiyorlardı. Bu durumda Türkler istemese de Sofya Baş Müftülü kurulmasını Bulgarlar dayatmış ve iş olmuştu.

O zamanlar, 100 yıl sonra da, bugünlere çok benziyor. Bir defa, Bulgar Anayasası ve yasalarının vatandaşlar ve dinler arasında eşitlikten ve adaletten yana tesis edilmesi şartını getiren Berlin Konferansı kararlarını hele etnik ve dini azınlıkların hakları ve özgürlükleri konusunda fırsat buldukça farklılaştırıp ihlal etti, kırıp döktü, kanun çıksa bile uygulanmadı. Benzer durum bugün de sahnededir.

Örneğin seçilen Müftüleri önce İstanbul’daki Şeyhülislam, sonra Bulgar Prensi, sonra Bulgar Kralı, sonra Dış İşleri Bakanlığına bağlı Diyanet Sorunları Başkanı, ardından Bakanlar Kuruluna Bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı onaylarken, işler Sofya Şehir Mahkemesine düştü ve kilitlendi. İşte bu örnek olumsuzluğun yani işleri yokuşa sürmenin ve çukura itmenin evrimidir.

Sözde anayasal düzende, sözde lehimizde çıkan yasaların, aleyhimizde kullanılmasına en parlak örneklerden biri ise 1475 kurulan, 1948’de devlet tarafından gasp edilen, ardından belediyeye devredilen Karlova “Kurşun Cami”sinin, “demokratik Bulgaristan’da” totaliter rejim tarafından el konan Müftülük mülklerinin, camilerin ve diğer taşınmazların gerçek sahibine iade edilmesi kanunu çıkmasına rağmen; Bu konuda Plovdiv birinci ve ikinci derece mahkemelerinde görülen davaların lehimizde sonuçlanmasına bakılmaksızın geri verilmemesidir. Bu örnekler saymakla bitmez, ama Dobriç Türk-Müslüman okulu, Kıcaali Medresesi, Küstendil “Fatih Camii” ve daha niceleri hep liste başıdır.

O zamanlar, Bulgar Prensliğinde, bu topraklarda Türk-Müslüman kalmadı, yok, gitmişler demeye kimsenin yüzü tutmamıştı. Çünkü 1878 nüfus sayımında Türk-Müslümanların sayısı Bulgar nüfustan fazlaydı. Biliyorsunuz, 1985’te totaliter Bulgar rejimi hepimizin ismini değiştirip dini de yasaklayarak “Bulgaristan’da Türk-Müslüman yok,” tüm nüfus Bulgar gibi yalandan bayrak dikmişti. Fakat tutmadı. Ne ki, var olanı yok gösterme yalnız Nazi Almanya’sında değil, totaliter Bulgaristan’da da propaganda taktiğiydi. İslam dininin ülkemizdeki etkisini yitirdiğini saçmalığını beslemeye hep ilgi gösterildi. Öyle ki, Müslüman Türklerin 1990’da kurduğu Hak ve Özgürlükler Partisi’nin uyduruk yeni başkanlarından biri olan Çetin Kazak meclis kürsüsünden seçmeninin % 80’ni beş vakit namaza dururken, biz “dinsiz-ateistler partisiyiz” dedi. Bu yeni durumun borazancılığını yapan geçmişlerine bakıldığında Türk-Müslüman kimlikli olan HÖH milletvekilleri, cephe değiştirdi ve bir ceviz kabuğu doldurmayacak kadar küçük kişisel çıkarlar peşinde kimlik yitirdiler. Bu da 100 yıl önce mayalanmış bir ihanet eğilimidir.

İlk Baş Müftü Hocazade Mehmet Efendi Muhiddin Efendi zamanında, Baş Müftülük teşkilatı kurumlaşırken, Rusya tarafından silahlandırılıp kışkırtılan Bulgar, Sırp ve Yunan Orduları İstanbul’a yönelir. Büyük Bulgaristan hayaline kapılmış ve Bizans İmparatorluğunu diriltme hırsıyla Çar Ferdinand  “Balkan Savaşını” başlatır. 1878 Berlin Anlaşmasıyla kurulan Bulgaristan 63 bin kilometrekarelik bir prensliktir. 1885’te 96 bin, 1913’te 103 bin ve daha sonra (İkinci Dünya Savaşında) 111 kilometre karelik bir devlet olmuştur. Rodoplar’da sırf Türk ve Müslüman yaşayan bçlgelerden Kıcaali, Eğiri-dere (Ardino), Koşukavak (Krumovgrad), Darı-dere (Zlatograd), Orta-köy (İvaylovgad), Dövlen (Devin), Paşmaklı (Smolyan) ve Nevrekop (Gotse Delçev) ilçeleri Bulgaristan’a bırakılmıştır.

Bu kazanım ve birleşmeler sonucu Bulgaristan Türk-Müslüman nüfusu da sayı olarak fazlalaşmış, üzerinde yaşadığı topraklar coğrafya olarak genişlemiştir. Sofya Baş Müftüsü de “yeni kurtarılan topraklardaki” İslami hayatı teşkilatlandırmak yükümlülüğü altına girmiştir. Yukarıda isimlerini yazdığım bütün ilçelerde müftülükler, müftü vekilleri ve Şer’iye Mahkemeleri kurulmuş, savaşlardan zarar gören camiler onarılarak, Cemaati İslam iyeler yeniden düzenlenerek çalışmaya başlamıştır.

Balkan Savaşı’nda (1912–1913) Bulgar nizami ordusu, komitacı ve çeteci başıbozukları Rodoplar’daki Türklere ve Pomaklara zulüm etmiş, isim ve din değiştirmeye zorlamış günahsız kan dökülmeyen Rodop köyü hemen hemen kalmamıştır. Tekir, Vırbana, İzvorite, Kasap-dere, Kozluca, Baltacı ve Pesinsko köyleri satırdan geçirilmiştir. Tutuklanan Pomaklar Filibe, Vraca, Şumnu ve Plevne’ye sürülmüşlerdir. Birçok Pomak köyünün yakıldığı da bilinen vahşetlerdendir. Bu saldırı esnasında 250 bin Pomak vaftiz edilerek Hıristiyanlaştırılmıştı.

Bu olup bitenler esnasında Baş Müftülük neredeydi? Sorusunu soranlar haklıdır. Geçen 136 yılda başımıza gelen olayların birbirinin tekrarı olduğuna işaret ederken, hem kendi anlatımımı kolaylaştırmak, hem de sizin daha kolay anlamanıza yardımcı olmak istiyorum. 1970-72’de Pomakların başına gelenleri, Pomak İsyanını, sayısız sürgünleri, ölü sayısını, yaralıların adlarını kaç yıl sonra öğrendik bir düşünsenize. 1912- 1913 Rodop dramından Baş Müftülüğün haberi olduğundan bugün de kuşkum var. 1984-1989’da kuş uçurtmayanlar, o zaman da aynı şekilde hareket etmiştir. Şimdi bir örnek vereceğim. Kaçınız biliyordu?  Darı-dere, Dövlen, Paşmaklı, Nevrekop, Orta-köy kazalarında o zaman da Pomak Müslümanlar çoğunluktu.  Esas din ve isim değişikliği işlerinin yürütüldüğü bu beş kazada çeteciler din ve isim değiştirme işlerine imam ve müftülerden başlamışlardır. Akıllarınca başta hacıyı-hocayı elde edecekler, sonra halk sürüsü onların arkasından tıpış-tıpış gelecekti… Tabiyatıyla imam ve müftüler buna sert tepki göstermişlerdir. Bunun için en çök şehit onlardan düşmüştür. Mesela, Trigrad köyünde 120’den fazla hacı vardı. Onların arasından 70 hacı seçilerek köyde bulunan medrese binasına kapatılmışlar ve orada diri diri yakılmışlardır. Dövlen’de imam dövülmüş, hocaların-hacıların sakalları kesilmek suretiyle tahkir edilmişlerdir. Böyle yüzlerce örnek vermek mümkündür.

İşte bu cümleden olmak üzere, şunu hatırlatmak istiyorum,  1984 Aralığı – 1985 Martı arasında 3 ay gibi kısa bir sürede 1 milyon 250 bin Bulgaristan Türk-Müslüman’ın isimleri, baba adları, soyadları, kimlikleri değiştirilmiştir. O dönemin sıkı totaliter rejim koşullarında,  merkez basın organı olan “Rabotniçesko Delo”  (İşçi Davası) gibi gazetelerde birçok müftünün ve Türkçü aydının resimleri basılarak sözde “soya dönüş sürecini” destekledikleri yazıldı. Şahsen ben, bazı istisnalar dışında, onların bu işle ilgili  “bildiri” falan imzaladığına inanmıyorum.  Hatta resimlerinin gazetelerde basılmasına razılık gösterdiklerine de inanmak istemiyorum. Hiç bir kimse, Mehmet Karahüseyin gibi arkadaşların protesto ederken kendini yaktığı, diğerlerin “Belene” kampına tıkıldığı bir ortamda,  namus ve onur simgesi olan Türk-Müslüman cemaat önünde rezil olmayı göze alan olabildiğine inanmak istemiyorum. Bu konuda çıkan haberler büyük ölçüde yalandır.

1980’li yıllardaki büyük tutuklamalar, keyfi içeri tıkmalar ve sıkı sürgünler Müslüman Türklerin gözünü iyice karartmıştı. Onlar, ölümü göze alarak, Batı Radyoları aracılığıyla, Büyük Elçiliklere sığınarak ve Türkiye’deki akrabalarının yardımlarıyla cini şişeden çıkarmayı başarabildi. Dünya 1984–1989 trajedimizi duydu. Sağır ve kör de kalmadı.

1912-13’te Sofya’da görevli olan Mustafa Kemal’in diplomatik yardımlarıyla olduğu gibi, 1989’da da Türkiye’nin aktif tepkileriyle Bulgaristanlı Türklere zulmüne soyunanlar durduruldu, başarıyla geriletildi. Sözün özü, 100 yıl önceki yüzkarası olaylarla ilgili Sofya Baş Müftülüğü’nün tam bilgi sahibi olduğunu düşünmemiz bile yanlış olur, çünkü biz artık baskı ve terör şartlarında Müslümanlar arası kayırsız şartsız dayanışma mekanizmasının hemen harekete geçtiğini biliyoruz.

Birinci ve İkinci Balkan savaşında ve Birinci Dünya Savaşı’nda 50 bin Müslüman’ın Bulgaristan Ordusu saflarında savaştığı, 9 604 kurban verildiği kayıtlara geçmiştir.

İşte böyle, ağır bir siyasi ortamda, Bulgaristan Baş Müftülüğü, 1915 yılı itibarıyla vekâleten Baş Müftü kaymakamları vasıtasıyla idare edilmeye başlamıştır. Dış İşleri Bakanlığı Baş Müftü Hocazade Mehmet Muhyiddin Efendi’den kurtulunca yerine Baş Müftü seçtirmeye acele etmedi. Savaş yıllarını ve milli iflası bahane ederek Baş Müftülüğü kendi seçip tayin ettiği kaymakamlar vasıtasıyla idare etmeye koyuldu.  “Kaymakamlar idaresi” dediğimiz bu dönem tam beş yıl devam etti. 1915–1920 yıllarını kapsayan bu dönemde Varna Müftüsü Hacı Ömer Lütfü Efendi, Osman Pazarlı (Şumnu Müftüsü)  Hacı Emin Zarifi Efendi, Cumalı Hafız Ahmet, Kemallarlı Salih Saip, Filibe Müftüsü Hoca zade Saadettin Efendi, Çerkovnalı Mustafa Hilmi Efendi,  Sofya Müftüsü Süleyman Faik Efendi, Hocazade Mehmet Muhyiddin Efendi atama yoluyla Baş Müftülüğü idare etmişlerdir. Fakat içlerinden hiç biri Baş Müftü olmadı, kaymakamlık mevkiinde kaldılar. Ne yazık ki, bu şahısların hangi yıllarda ne kadar Baş Müftü kaymakamlığı yaptıkları bilinmemektedir.

Aslında bu kişilerden hangisinin ne kadar kaymakamlık yaptığı çok önemlidir. Çünkü bu 5 yıl zarfında Bulgaristan Müslümanlarının dini hayatını ve geleneklerini ilgilendiren çok önemli hadiseler vuku bulmuştur. Paris civarındaki Neuilly / Nöyi kasabasında bir yandan Almanya, Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan, öte yanda İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya, Yunanistan ve Sırbistan devletleri arasında 27 Kasım 1919’da imzalanan sözleşme ile Birinci Dünya Savaşı’na son verilmiştir.  Neuilly Anlaşması’nın imzalandığı sıradaki Baş Müftü kaymakamını bilmekte büyük fayda vardır. Çünkü adı geçen antlaşmada “Azınlıkların Korunması” başlığını taşıyan koskoca bir bölüm vardır. Acaba Baş Müftü Kaymakamı veya kaymakamları bu bölümde Müslümanlara tanınan  hak ve özgürlüklerin  resmi makamlar tarafından  nasıl uygulandığını takip ettiler mi?Devam edecek.

Reklamlar