Dr.Nedim BİRİNCİ

Birçok dilde “köylü kurnazlığı” sözü olsa da, köylü kentli oldum olası, kentli köylüyü aldatır. Yasaları icat eden kentlidir. Düzen kuran da kentli olduğundan, köylü alın yazısını kabul etmek ve boyun eğmek zorundadır. Hak arama yolu uzun ve yokuştur. Adalet aramak pahalı bir iştir. Köylüleri savunmayı üslenen avukatlar adalet kapısının şehirli kapısı olduğunu bilir. Modern kentler hırsız yatağıdır.

 

Hele Bulgaristan gibi, toplum düzeni yerleşmemiş bir ülkede, kitaplarda yazılmış olan uygarlık yasaları olsa da, işleyen cangıl düzenidir.

 

Yılbaşı arifesinde, evini ve tüm öteki taşınmazını Bulgaristan’da bırakmış ve son durumu kontrol etmek için yıl boyu köyüne dönemeyenlere çok özel ve düşündürücü bir olay seçtim.

 

Klasik hırsızlık.

Bulgaristan’da “hırsız” dendiğinde ilk düşünülen Çingenelerdir. AVM çağında “hırsız grupları” diyoruz ONLARA. Akla gelen yine Çingen cepçiliği oluyor. Onlar aldatarak çalmayı ev kültüründen alıp toplumda yani sokakta, otobüste, tramvayda ustalaşıyorlar. Metro’da demiyorum, çünkü yeraltı trenine ödeyip bilet almadan girilemediği için vagonlarda Çingene yok.

 

Modern Çingene hırsızlığı:

Son dönemde, “Manken gibi giyinmiş, makyajlı hırsızlar” tanımı yayıldı. Bu hırsızlığa Çingen kız ve gelinleri katılırken erkeklerin özelleştiği hırsızlık alanları başkadır.

Çingen erkeklerin grup halinde yaptıkları hırsızlık arasında sayaçsız elektrik kullanma, ana boruya hırsız kelepçesi bağlayıp su çalma, tren giderken vagondan mal atma, renkli metal olan her şeyi kesip alma vb. geliyor.

Boyko Borisov hükümeti yıllarında iri dolandırıcı ve soyguncular özellikle çok yaşlı, hasta ve özürlü Çingenelere ödenmemiş çok büyük gümrük, KDV, vergi ve banka borcu olan şirketler satıldı ve birçok kişi mahkemelik oldu.

 

Yukarıdaki ayrıntılı açıklamayı, şimdi anlatacağım hırsızlığı başkalarıyla karıştırmamanız, hırsızlıkları birbirinden ayırmanızda yardımcı olabilmek ve anlatacağım HIRSIZLIK olayının hepinizi ilgilendirecek, ibret dersi verecek, bir de düşündürücü olduğundan yaptım.

 

Yasal toprak hırsızlığı:

Tuna şehri Vidin’den ayrılırken Osmanlı Paşalarından Pazvant oğullu Kalesi, Kül yası, Camii muhteşemliğiyle göz kamaştırıyor. Babası gece bekçisi olan bu Paşa Beylerbeyliğine kadar yükselebilmiştir. Kurdurduğu camii üzerinde HİLAL yerine KALP var. Kalp İslam’ın bir sevgi dini olduğunu simgeler. XXI. yüzyıla girerken ABD Sofya Büyükelçiliği tarafından sağlanan 25 bin US Dolar hibeyle onarılan Pazvant oğullu eserleri tarihi yaşatmaya devam ediyor.

 

Biz, adı KULA olan, Sırp sınırı boyunca uzanan ve kuzey kıyısı Tuna sularınca devamlı okşanan ovada ilerliyoruz. Ova kar altında dinleniyor. Bizim geldiğimizden haberi yok. Bu düzlükte tarlaların sınır çizgisi olmadığından, sanki dünya uçsuz bucaksız.

Başka bir değişle Tuna Ovası’nın Kuzey Batı ucunda sıcacık arabanın içindeyiz, ama dışarıda  aralık ayazı Avrupa’nın en büyük ırmağından cesaret alarak kavuruyor. Karşı yaka Sırbistan, Kuzey’de Romanya, Kireevo köyüne vardık. Buranın sakinleri Eflak. Ulah kıyafetli kadın ve kızlar yol üzerinde gruplar halinde fısıldanarak bize bakıyorlar. Dilleri Bulgarcaya yabancı, kulak misafiri olarak anlayabildiğim kadarıyla Türkçemizden çok uzak. Ana dillerini öğreten okul ve üniversiteleri ana koynu, aile ocağı, köy kahvesi, iş ortamı.

Gençler köyü terk etmiş, yeni VATAN olarak Tuna’nın kaynağı ve çağlayanlarda döküldüğü ülkeleri seçmişler. Tarlalar öksüz kalınca yaşlı sahipleri kiraya vermeyi düşünmüşler. Köy kahvesi, içki hane yuvarlak masa olmuş. Tartışmalar devam ederken 1000 dekar tarla kiralamak isteyen müşteri, güzelliği henüz solmamış bir bayan ,damdan düşer gibi şıp diye karşılarına dikilmiş.

 

Belki de, buğday tarlası kokusunu ancak arabayla kenarından geçerken nefes etmiş, süt mısırı da Sofya pazarında görmüş olan bu nazik Bayan’ın toprak karıştırmadığı uzaktan belli oluyordu, diyerek söze başlayan köylüler, bize önce cezvede kaynatılmış kara belerli üzüm rakısı ikram ettiler. Tarımdan haberdar olmadığını düşündükleri güzel Bayan, tarımsal alternatifler konularında anlatmaya başladığında 2 saat çenesi kapanmamış. Herkesi büyülemiş.

 

Tanışmışlar, ismi Tsetlana Borislavova. Banka müdürlüğü yapmış. Başbakan Boyko Borisov’un metresiymiş. 1000 dekar işlenir tarım arazisine talep olduğunu, kiralamak istediğini, köye bahar rahmeti gibi para yağacağını, bütün dertlerine mehlem olacağını, gece gündüz Tuna serinliğini soluyan ovaya DEVE OTU ekeceğini, bu otun biyoenerji üretiminde hammadde olduğunu, Avrupa’da çok arandığını ballandıra ballandıra soluklanmadan anlatmış. Dinleyen yaşlıların ağızı açık kalmış. Dinlerken, şimdi bize ikram edilen içkiden ara sıra yudumladılarsa, bu öyküye inanmamak imkânsız.

 

Kendilerini tatlı bir efsane dünyasında bulan köylüler, DEVE OTU’ nun 2 yıllık bir bitki olduğunu, 4 metre boy attığını, senede 4-5 defa biçildiğini, balyalandığını, gövde ve yapraklarından palet hamuru yapıldığını vb. öğrenmişler. Bu hammaddenin üretimine el atmak isteyen bankacı Bayan Borislavova 1000 dekar işlenir toprağa sahip olabilmesi için 2011’de bölgeye birkaç kez uğraması yeterli olmuş.

Makreş köyü muhtarı İvan Kamenov’la özel görüşmelerinden sonra, sınırlar kalkmış, tarlalar birleştirilmiş ve 1000 dönüm bir araya gelmiş. Köylüler tarlalarını ebediyen kiralamaya razı olmuşlar ve ballı börekli günlerini beklemeye başlamışlar.

 

80 dekar tarlası elinden giden, yaşlı gözlü köylünün özel hikâyesi:

Bize “tarlalarınızı verirseniz ilk parayı gelecek yıl alacaksınız. Çok para kazanacaksınız” dedi. İlk ödeme 2012 yılının sonunda yapılacaktı. Deve Otu Almanya ve Fransa’ya satıldı. Güzel Bayan adına işleri “Ci Ec Ei Ef” şirketi yürüttü. O hiç uğramadı. Bir ara TV’de konuşulan “Oktopod” (ahtapot) şirketinden kalın enseliler geldi, etrafı dolaştılar İlk ödemelerin parasını beklerken, 2012 sonuydu yangın oldu, 4. biçim tamamen yandı. Sigorta poliçesini yerli bir şirket ödedi. Bize para gelmedi. Bu yıl tarlalar boş kaldı. Ekilmedi. B. Borisov’un güzel metresi kira sözleşmemizi “Oktopod” şirketine devretmiş ve tarım işinden ve Deve Otundan el çekmiş. Şimdi tarlalarına ahtapot gibi çöreklenen “Oktopod” şirketi köylüye toprağını koklatmıyormuş.

 

Bunları yarı Bulgarca yarı Ulahça anlatımla dinlerken, benim de içim acıdı, modern dünyanın uygar hırsızlık kanunlarının bu denli gaddar olabileceğini daha önce bu kadar derin etkilenerek ağır yaşamamıştım. Bu köylüler ağalaşacakları kadar ağalaşmışlar olacak ki, göz bebekleri kup kuru.

 

Modern hırsızlık.

Kılıfını kanuna uydurarak çalanlar en lüks lokantalarda “ŞEREFE” demeye devam ediyor.

Yazımı kaleme alırken, “Darik” radyo haber veriyor. Kulak misafiri oluyorum.

Plovdiv’te POMAL PARTİSİ KURUCU KORULTAYI toplayan öğretmen MOLLOV bal sattığı dükkânında saldırıya uğramış. Saldıranlar hak ve özgürlükçü çakallarıymış, sözde İHTARDA BULUNMUŞLAR.

Nasıl olur da, bu imansızlar, insan hak ve özgürlüklerinin yalnız kendilerine ait olduğunu düşünebilirler!

Nasıl olur da, Pomak olduğunu beyan eden bir kardeşimiz, ben bir Pomak yurttaşım, dediğinden ötürü dövülebilir? Pomaklar Pomak oldukları, Türkler de Türk oldukları için yeterince dayak yemedi mi? Kendilerini HAK DAĞATICI yerine koyanlar ne zaman hesap verecekler!

Şu güzelim dünyada güneş tutulması mı var? Yoksa bana mı bir şeyler oluyor! Pomak olduğu için dedesinin kellesi kesilenler, babaları sürgün edilenler, şimdi Pomak oldukları için saldırıya uğruyorlar. Hak ve özgürlükçülerin, Ahmet Doğan, Lütfü Mestan tayfasının III. Boris’ten, Todor Jivkov totalitarizminden, Boyko Borisov’un güzel bayanlı hırsız çetesinden farkı ne! Soruyorum toprak hırsızları ile temel insan haklarını, hak ve özgürlükleri, tüm oylarımızı, geleceğimizi tekellerine alanlar arasındaki fark ne? Onlar varsın bütün dünyayı kendilerinin sansın….Mollov’a geçmiş olsun!

Adalet yolları tamamen tıkanınca, dünya ne kadar acımasız, ne kadar barbar, ne kadar karanlık değil mi? İş Allah pirincin taşını ayıklama zamanı yakındır.

 

Reklamlar