Rafet ULUTURK

İngiliz doğa bilimcisi Darwin (1809  – 82) Türlerin Evrimini araştırıp yazmazdan tam 100 yıl önce Erzurumlu halk bilgesi HAKKI EFENDİ şunu kaydetmişti:

 

Su evrim geçirdi toprak oldu,

Toprak evrim geçirdi bitki oldu,

Bitki evrim geçirdi hayvan oldu,

Hayvan evrim geçirdi insan oldu.

 

Darwin ret edilene kadar en az birkaç yüz milyon defa basıldı.

Söylediği en büyük söz “Evrimdir!

En büyük bulgusu “Evrim Teorisidir.”

 

Erzurum’lu Hakkı Efendi yabancı dillere tercüme dilmemiştir.

Fikrimi soran olsa, doğal evrimi Darwin’den çok daha başarılı ve özlü anlatmış, derdim.

Ama soran olmadı. Bunu bir Osmanlı düşünürü olan Hakkı Efendi’nin yerine bir Batı Avrupalı klasik söylemiş olsa, ünlülerin âlimi olurdu.

 

Toplumun yeni fikirleri kabul etmesi çok zor oluyor. Sanki insanın kafası yeniliklere kapalıdır. Hele işin içinde bir para meselesi yoksa yeni fikirler doğmasa daha da iyi olur.

Büyük İskender’in İskenderiye Kütüphanesini ateşe vermesi, insanlık tarihinde cezasız kalan en büyük suç mudur?

Tüm öteki dinlerden farklı olarak, hem iman hem de bilim dini olan İslam’ın İskenderiye Kütüphanesiyle kucaklaşması dünyayı nereye götürebilirdi bir düşünebiliyor musunuz?

 

En zengin kütüphanelerini yitiren insanların dünyaya, kitaplara, bilime soğuması, araştırma yapma ve kitap okuma sevgisini kaybetmesi doğal olabilir mi? Olmuş işte!

 

Şu günlerde ilk silahın patlamasının 100. yıldönümü anılacak olan Birinci Dünya Savaşı’ndan bir yıl önce küçücük Yunanistan, tüm Arap devletlerinde tercüme edilip basılan kitaplardan 10 kat daha fazla kitap çevirip yayınlamıştı. Bilgi altında ezilmeden bilim oluşmaz ki!

Büyük İskender’in ayak izlerini 2.300 yıl sonra hissetmek ne kadar kötü değil mi!

 

Biz Bulgaristan Türkleri de öz eleştirimizi yapmadan aydınlanamayız. Öz eleştiri tuğumun kabuğunu atması, topraktan çıkıp yapraklanması, sonra başak salması ve püskülleşmesi gibidir.

Dünya bir öncekinin bir sonra gelen tarafından olumsuzlaşmasına ve ona “zamanın doldu, işin bitti”  git demesinden güç alır. Böylece gençleşerek ilerler. Genç olanın yaşını almış olana “artık sana gerek kalmadı” demesi bir suç değildir, yaşamı hayata çağırmanın ta kendisidir. Mantığın özünde olan da budur. Hayatı bu şekil okumadan ilerleyemeyiz. Toplumsal atılım yaşamamız ise tamamen imkânsızlaşır.

Bizim halk dilimizde bu evrim “te geliyor işte, ardındadır” sözünde ifade bulmuştur.

 

1936-53; 1968-78 ve 1989 göçleri arasında yola çıkarken yanımıza aldığımız ve arkamızda bıraktığımız kitapların sayısı bakımından mukayese edilse, ortaya her hangi bir fark çıkar mı dersiniz! Şahsen bana kalsa Türkiye’ye getirdiğimiz kitaplar arasında en büyük sayıda olan “Moskowich” ve “Lada” arabalarının tamir kılavuzu, 70-li yıllarda Bulgar dilinde yayınlanan “Napravi si sam” (Ev İşlerini Kendin Yap) ve “Narıçnık na zelençuko proizvoditelya” (Sebze Üreticisinin Kılavuzu) kitapları olmalıdır. Yaşlılar beraberlerine Musaf da almıştır.

Evlerimizde kalan kitaplara gelince, Marksizm Leninizm kuramına ilişkin eserleri “biz gidiciyiz aman gören olur, bize komünist demesinler” diye yaktık. Çocukların ders kitaplarını “oradan yenisini alırız” dedik de getirmedik. Türkiye’de o zamanlar pek popüler olmayan satranç kutularını bile “orada olmaz mı, vardır” deyip, bir kenara attık.

 

Bizim eleştirilecek çok yanımız olduğu ortada. Rus dili ders kitabını ve sözlüklerimizi de getirmedik de, geldiğimizde memur statüsüne girenlere Bulgarca için ayrı, Rusça için ayrı ve tüm öteki diller için ayrı dil parası ödendiğini görünce, kitaplara yeniden sarıldık.

Bizim Bulgaristan’da inat ederek öğrenmek istemediğimiz İslav dilleri için Anavatanımızda harıl harıl para ödendiğini gördüğümüzde, dünyamız değişti. Kuşkusuz şimdi böyle bir şey yok, çünkü bilgisayarların çeviri programları bu işleri hemen hemen yapmaya başladı.

 

Biz, bizden yıllarca Türklüğü unutmamız istendiğinden olacak, oturduğumuz köylerden 200 – 300 km. mesafede olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında çok büyük katkılarımız olduğunu işitiyor ama anlayamıyor ve kulağımıza gelenlere yeterli değer veremiyorduk. Örneğin, dedem Edirne Savaşı’ndan (1912) tek bacaklı dönse de, anneme ve babama bu savaşı pek fazla anlatmamış, onlarda dedemin anlatmadıklarını bana aktarmamıştı. Oysa o savaşta en büyük rol oynayan atalarımız yani biz Balkan Türkleri olmuşuz. Bizim Doğu Rodoplar’da lakaplar hep “Onbaşı” ya da “Çavuştur” ve bunlar Edirne muharebesinden gelen soy atlarımızdır.

 

1908 İkinci Meşrutiyet’e de seyirci kalmamışız. Resneli Niyazi öyküsünü bilmeyenler Osmanlı bağrında ilk demokrasi kurumlarının (millet meclisinin) doğuşunu anlamakta zorluk çeker.

Türklük içinde HÜRRİYET SÖYLEVİ onun katıldığı kavgalarda doğdu.

Bu kavgalara Türklerle birlikte İstanbul’un tüm öteki etnikleri de katıldı. Osmanlının yerine Cumhuriyet düzeni kurma, istiklal ve özgürlükler mücadelesi Gelibolu ve Çanakkale’de atalarımızın kanıyla kahramanlık sayfaları yazdı. Maneviyatımızdaki coşkun mücadeleci ruhumuzun derin kökleri bu savaşlara uzanır.

 

Biz Bulgaristan Türkleri on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüz yılda çok eziyet ve mağduriyet gördük. Ne var ki, hep mağduriyetimizi belli etmemeye çalıştık. Haksızlığa ve zarara uğrasak da derdimizi açığa vurmamada ısrar ettik.

Biz hepimiz dağ etekleri köylerinden geldik. Şimdi doğduğumuz köylerle ilişkimiz kesilse de yankılanır kulaklarımızda asırlarca söylenen türküler.

O topraklar bizim ata yurdumuzdur ve nice hayallerimize yuva olmuştur.

Biz oralarda da devamlı bir evrim içindeydik, zevkimiz, ruhumuz, gücümüz oralarda gelişti, kimlik bilincimize o dağ doruklarıyla yükselebildik.

Nasıl politik evrim geçirdiğimizi ise lütfen siz düşünün.

Devamı gelecektir

Reklamlar