Giriş
Bismillahirrahmanirrahim.
Sıcak bir Temmuz günü. 2011 yılındayız. Telefon çaldı. Bir ses: “Burası Cumhurbaşkanlığı. Size bir haberimiz var. 10-12 Temmuz 2011 tarihinde Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah GÜL, resmen Bulgaristan’ı ziyaret edeceklerdir. Kendilerine refakat eden heyetin terkibinde siz de varsınız.
Bu seyahat için gerekli hazırlıkları yapınız, pasaport ve vize işlerinizi tamamlayınız. Ziyaretle ilgili mütemmim bilgiler size ulaştırılacaktır.”
Aldı beni bir heyecan. Bulgaristan’ı terk edeli tam 46 yıl oldu. Doğduğum, okuduğum ve okuttuğum yerleri göreceğim demek. Kim heyecanlanmaz? Büyüyüp yetiştiğim o topraklar, yıllardan beri gündüz hayalimde, rüyamda Anamın – babamın mezar an o topraklarda. Oraların fethinde şehit düşen Mehmetçiklerimiz, oralarda yatıyor.  Ecdadımız o diyarları mamur kılmış.
Kalıcı eserler bırakmış. Nereye varsanız onların izlerini görüyorsunuz. Bastığınız her adımın altında, bir şehit yatıyor”. Toprağı sıksanız, onların kanı fışkıracak. Asırlar boyu ecdadımız buralarda at koşturmuş, can vermiş – şan almış… Beynimden kalbime bu ve buna benzer düşünce kırıntıları damlarken bir telefon daha:
-“Bulgaristan’a 10 Temmuz 2011 günü, İstanbul Atatürk Hava Limanından hareket edilecektir. Saat 17.15′ te. Bu itibarla bütün heyet üyeleri saat 15.30’da Büyük Şeref Salonunda hazır bulunmaları rica olunur.”
Aldığım bu bilgiler ışığında hazırlıklarımı yaptım ve saat tam 15.30’da
Büyük Şeref Salonundaydım. Bütün davetliler orada toplanmıştı. Hareket saatine yakın bir zamanda uçakta yerlerimizi almamız anons edildi. Her kesin yeri belliydi. Büyük, Türk Hava Yollan uçağı dopdoluydu. Şöyle bir baktım her kesimden davetliler var: Milletvekilleri, üniversite Rektörleri, emekli Büyükelçiler, Göçmen Dernekleri Başkanları, gazeteciler, ajans muhabirleri: Dışişleri Bakanlığından ilgili daire mensupları vs…
Görülüyor ki, Sayın Cumhurbaşkanımıza refakat edecek olan heyetin teşkiline dair çalışmalarda ciddiyetle emek sarf edilmiş ve Cumhurbaşkanımızın bütün Türk halkının tamamını kapsayıcı prensibine sadık kalmış… Yalnız iktidar çevrelerinden değil, muhalefet saflarından ve diğer kesimler den temsilciler seçilmiş. Bu noktada, heyetin terkibini teşkil eden bu konudaki görevliyi, tebrik etmek gerekir…
 
Sofya’da
Tam saatinde Sofya Hava Limanına indik. Otele intikal edildi. Zaten şehre çok yakın. Hemen söylemek durumundayım: Etraf yemyeşil, tam karşıda Vitoşa dağı… Orman ağaçlarla kaplı… Yalçın kayalardan ibaret değil. Namık Kemal’in avlandığı yerler… Hemen hemen her Türk aydınının dilinden düşmeyen tarihi bilgi: Genç şair bir karaca vurmuş, ama ne yazık ki hayvan gebedir. Karnından bir yavru çıkmış. N. Kemal bu durumdan çok etkilenmiş ve silahını duvara asmış, dudaklarından da şu mısra dökülmüş:
 “KÖPEKTİR ZEVK ALAN SAYYAD’I BI INSAFTAN”
Program gereğince saat 20.00’de T.C. Sofya Büyükelçimiz Sn. İsmail ALAMAZ, Sn. Cumhurbaşkanımız şerefine akşam yemeği veriyor. Bütün Heyet davetli.
Büyükelçilik binası halen Rezidance olarak kullanılmakta. Burası bizim için, her Türk için çok önemli bir mana ifade etmektedir. Bir defa yeri çok kıymetli. Şehrin merkezinde. Hemen yakınında Sofya / OHRİTSKİ Üniversitesi. Millet Meclisi binası, Aleksandr Nevski Katedral. En mühimi, Rezidansın karşısında Sofiyanın en büyük parkı… Biraz daha derin düşünecek nursak buralarda Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk (o zaman Kolağası) .çalışmış. Fethi Okyar keza buralarda emek sarf etmiş. Bunlar güzel de, benim de hayatımda çok özel bir yeri var.Bundan tam 46 yıl önce, Bulgaristan komünist rejiminin cehennem misali zindanlarından kurtulup anavatana ve aileme, iki buçuk yaşında bıraktığım biricik kızıma kavuşmak için bu binadan hareket ettim. Takas yoluyla Türkiye’ye verilmem kararlaştıktan sonra, Bulgar Dışişleri Bakanlığında pasaportum elime verildi ve:
-“Şimdi artık Türkiye Büyükelçiliğine gidebilirsin” denildi. O zamanlar Büyükelçimiz merhum Necmeddin Tuncel Beyefendiydi. Beni uğurlamak için Şumnu’dan beraber gelen kardeşlerim karşıda ki parkta kaldılar, oradan olup bitenleri seyrediyorlardı. Takvim 21 Ocak 1965 tarihini gösteriyordu. Hicri aylardan da Ramazan ayı içindeyiz. Oruçluyum. Büyükelçilikte her şey hazırlanmış. Makam arabasıyla beni Sofya istasyonuna trene götürecekler. Büyükelçi cebime bir 10 Bulgar levası koydu.
Trende orucunu açarsın diyerek.
 Rezidans salonlarında, masalarda herkesin yeri belli. İlgililer de misafirlerin yerlerini bulmalarında yardımcı oluyorlar. Ben 7. masadayım. Vardığımda diğer arkadaşlarım yerlerini almışlardı. Tabi ki hepsi benden genç. Esasen bütün heyette benden yaşlı yok. Yanımda genç bir hanımefendi oturuyor. Ben gelinceye kadar arkadaşlar sohbete dalmışlar bile. Yemek başladı. Ben de sohbete katıldım. Her şey çok mükemmel. Servis normal seyrini takip ediyor. Herkes birbiriyle tanışıyor, muhabbet ediyor. Derken masada bir bomba patladı. Yanımdaki hanımefendi:
-Ben, Bulgarım… demez mi? Galiya, bir Türk ile evlenmiş. Benim gibi gayet güzel Türkçe konuşuyor. Daha erken gelmiş olsaydım, belki masada kilerin isimlerini okur, kimin ne olduğunu öğrenmiş olurdum. Ama artık çok geç. Derhal masadaki komşumun çok güzel Türkçe konuştuğunu söyleyerek kendisini tekir ettim. Şöyle ki:
Hazreti Yusuf Medresesinde bulunduğum yıllarda (Belene Cehennemi) 80 kişilik bir grup halinde ceza kovuşundayım. Aramızda mahkûm olmuş Katolik papazları a var, Otets Klinent, İstanbul’da Robert Kolejinde okumuş. Kendisiyle Türkçe konuşuyordum. Ahbap olduk. Bir gün içinde bulunduğumuz barakada vakit geçirmek için havadan sudan konuşurken:
-“Arkadaşlar, dünyada en tatlı şey nedir, bilir misiniz? ” dedi. Sağdan soldan cevaplar gelmeye başladı. Kimisi, dünyada en tatlı şey bal diyor ki misi uykudur diyor, filan. “Hayır, ” dedi papaz:
-“Dünyada en tatlı şey; İstanbul’da, bir İstanbul hanımefendisinin, İstanbul şivesiyle Türkçe konuşmasını dinlemektir!” ….
Ben hemen taşı gediğine koydum: Meğer Sofya’da da güzel Türkçe konuşan hanımlar varmış. Baktım ki Galiya dört köşe. Ağzı bir karış açılmış, kahkahayla gülüyor, memnuniyeti yüzünden okunuyor…
Yemek devam ediyor, sohbet koyulaşıyor, fıkra ve anekdotlar birbirini takip ediyor. Tatlı faslı geldi, çay-kahve faslına geçildi. Ben kalkıp diğer masaları gezmeye ve daha başka zevat ile görüşmeye başladığımda:
-“Fırsatı kaçırdık, keşke 7. masada bulunsaydık, tatlı sohbetten mahrum kaldık” gibi hayıflanmalar kulağıma geliyordu.
Saat 21.30’da otele dönüyoruz. Derin bir düşünceye daldım. Neydi o günler… Bir zamanlar bu bina Büyükelçilik olarak kullanıldığı günlerde, ciddi bir tarassut altındaydı. Bulgaristan Türk azınlığından herhangi bir soydaş, bir yolunu bulup binaya girdiğinde, yan taraftaki binanın çatısın da nöbet tutan elemanlar, girenin fotoğrafını çekiyor, çıktığında da hemen tutuklanıp sorgu ve işkenceye tabi tutuluyordu. Kadir Mevla’m, sen ne büyüksün, azamet, kudret ve celaline payan yok… Ne günler geldi geçti köprünün altından çok sular aktı. Varna zindanından, ayağında 46 kar’lık pranga olduğu halde Sofya Cezaevine getirilen fakir, şimdi bu akşam, T.C. Cumhurbaşkanının maiyetinde, bu binada yemek yiyor, çıkarken de:
-Gel beri, diyen yok… Buna sadece Allah’a şükürler olsun denir! Ertesi gün 11 Temmuz 2011 Pazartesi. Akademisyenler grubu için özel bir program hazırlanmış. Hayli yüklü. Grup aşağıdaki zevattan müteşekkil:
1- Prof. Dr. Enver Duran                   Trakya Üniversitesi Rektörü
2- Prof. Dr. Osman Şimşek                Namık Kemal Üniversitesi Rektörü
3- Dr. Bilal N. Şimşir                         Emekli Büyükelçi,
4 Prof. Dr. Emin Balkan                    Balkan Türkleri Göçmen Dernekleri Federasyonu Genel Başkanı
5- Prof. Dr. M. Selim Deringil           Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
6- Doç. Dr. Erhan Afyoncu               Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
7- Doç. Dr. B.Demirtaş                     Coşkun Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat
                                                            Fakültesi Öğretim Üyesi
8 – Doç. Dr. M. Zeki İbrahimgil         Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi,
 9- Doç. Dr. Hüseyin Mevsim           Ankara Üniversitesi DTCF Batı Dilleri ve Edebiyatları
                                                           Bölümü Bulgar Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanı
10- Doç . Dr. Hamit Palabıyık           Çanakkale 18 Mart Ünv. Biga İİBF Öğretim Üyesi
11 – Osman Kılıç                                Göçmenlere Yard. Derneği İstişare Kurulu Başkanı ve
                                                           BİSAV Onursal Başkanı 16
12 – Mustafa Kutlay                          USAK AB Araştırmaları Merkezi Uzmanı
Osmanlı Arşivine Büyük İlgi
8 Numaralı araba bize tahsis edilmiş. Saat 09.45’te “Kiril i Metodi” Bulgaristan Milli Kütüphanesine müteveccihen hareket ettik. Mihmandarımız Mine ADALI adanda genç bir hanım, Kütüphane Müdür Muavini bizi kapıda karşıladı. Geniş bir salona alındık. Müdür muavini (hanım) kısa bir konuşmayla bizi selamladı ve anındaki hanıma teslim etti. Bu hanım, kütüphanenin Şarkiyat Bölüm Başkanı. O da kısa bir konuşma ile bizi selamlayıp ziyaretimizden duydukları memnuniyeti izhar etti ve hemen konuya girdi. Önünde, masa üzerinde bir sürü evrak bulunuyordu. Biraz sonra bize onları tek tek izah ederek takdim etmeye başladı. Şarkiyat bölümü nün çok zengin olduğunu, birçok el yazması eserlerle dolu olduğunu ifa de ediyordu.
Özellikle 12. ve 13. asırdan, ilmin çeşitli alanlarında kaleme alınmış kıymetli elyazması eserlerle övünüyordu. Bir yandan konuşuyor, diğer yandansa birer birer fermanlar önümüze sürülüyordu. Osmanlı padişahlarının çeşitli konular hakkında isdar ettikleri fermanlardı bunlar. Her biri Hüsnü Hat alanında bir şaheser. Onları okumak bile herkesin karı değil. Söz Teri arasında bunların İstanbul Hazine’i Evrakından ( Osmanlı Arşivi ) getirildiğini ve halen hepsinin bodrumda muhafaza edildiğini anlatıyordu.
Hepimizin bildiği müessif hadise: Hurda niyetine Osmanlı arşivinden bu eserler Bulgarlara verilmiş. Bu kıymetli eserleri şimdi Bulgar’ın elinde gördüğüm zaman yüreğim sızladı. Kadın:
– “İşte bu da çok değerli bir Ferman” diyerek bize altın yaldızlı, bir sanat eseri evrakı gösterirken, kalbime bir bıçak saplandı. Ne kadar büyük bir hata işlendiğini bir kere daha hatırladım ve kendi adıma çok ama çok üzüldüm.
Burada, konudan biraz ayrılarak bilgi vermek isterim: Boris Nedkof adında bir Bulgar, Nüvvab’a gelmiş, kaydını yaptırmış ve okuldan mezun olmuş. Benden çok evvel. Ağabeylerimizden onun hak kında çok şeyler dinlemiştim. Kendisi müsteşrik. Nüvvab’tan sonra Münih Üniversitesinde de okumuş. Dönüşünde Bulgar Eğitim Bakanlığında görev almış. 1946/47 ders senesinde, Nüvvab’a, Mezuniyet imtihanlarına Bakanlık Mümeyyizi olarak gönderildi. Ben de artık Nüvvab’ta öğretim görevlisiyim. Nüvvab çevrelerinde ” Boris Hoca” diye anılan bu adam, o yıl Bulgar Eğitim Bakanlığı. Mümeyyizi olarak İcazetnamelere imza koydu. Tevzii Mülfat töreninde de Bakanlık adına bir konuşma yaptı Bulgarca olarak. Tercümesini ben yaptım. Çünkü törende bulunan halk Bulgarca bilmediğin den tercüme gerekiyordu. Bu münasebetle kendisini tanımak fırsatını bulmuştum. Ertesi sene Boris Nedkof’u Sofya Milli Kütüphanesinde Şarkiyat Bölümü Başkanı olarak görüyoruz. Müsaade isteyerek Bölüm Başkanı hanımefendiden bize Boris Hoca hakkında biraz bilgi vermesini rica ettim. Memnuniyetle diyerek devam etti ve aşağıdaki bilgileri verdi:
– Boris Nedkof çok değerli bir şarkiyatçıdır. Benim de hocamdır.
Maalesef kendisi hayatta değildir, bundan birkaç sene evvel vefat etti. Ben, şimdi tam zamanı diyerek devam ettim ve bir konuda kendisinden bilgi rica ettim:
Şumnu’da Şerifpaşa Camii Külliyesinde bir kütüphane vardı. 12. ve 13. yüzyıldan elyazması çok kıymetli eserlerle doluydu. İlmin her alanın da Riyaziyat, Astronomi, Nebatat, Tabiat Bilgileri, tarih ve hele İslam Dini hak kında Fıkıh, Tekir kitapları paha biçilmez eserler. Bunların hepsi alındı ve Milli Kütüphanede bir Şarkiyat Bölümü açıldı, kitaplar da buraya taşındı. İşte bu hadisede başrolü oynayan Boris hocaydı. Bu kitaplar hakkında biraz bilgi verir misiniz, bu eserlerin akıbeti nedir diyerek ricada bulundum.
-“Evet, “dedi hanım, “Kitaplar buradadır ve halen hepsi aşağıda, bodrumda muhafaza edilmektedir. Yani Osmanlı arşivinden alınan eserlere ila yeten Şerifpaşa Kütüphanesinin eserleri de halen Bulgar Milli Kütüphane sini süslemektedirler. Bulgarlar da bu eserlerle övünüyorlar, dünyada bu kadar kıymetli, elyazması eserler seyrek bulunmaktadır diyorlar.” Kadın devam etti:
– “Vidin’de Osman Pazvant oğlu Kütüphanesinin eserleri de buradadır. Onları da muhafaza ediyoruz…”Hepimiz bu kıymetli eserlerin elimizden çıktığına üzüldük, ama bir bakıma halen muhafaza edildikleri için de sevinmedik değil hani… Kendimizi bir nebze böyle teselli ettik… Talebeliğim yıllarında 1937 falan, hocalarımızla çıktığımız bir gezide, Vidin’e de Bitmiştik. O zamanlar Vidin Ruşdiye Müdürü de bizim bildiğimiz ağabeyimiz Nüvvap mezunu Osman Pazvant oğlu Kütüphanesini gezdik, oradan biliyorum… Vakit ilerledi, daha gidecek yerlerimiz var. Kütüphaneden çık-tık. Topluca fotoğraflar çektik. Şarkiyat Bölümü Müdiresi hanımefendiyi de aramıza aldık ve kütüphaneden ayrıldık.
Trak Dönemine İlgi
İstikamet Milli Tarih Müzesi. Merkezden hayli uzak, neredeyse Vitoş Dağı eteklerinde büyük bir bina. Meğerse burası T. Jifkof’un ikametgâhı imiş. Acaba burası kendisine dar gelmedi mi, diyerek aramızda gülüştük. . Bir görevli uzman bize izahat veriyor. Kendince herhalde en münasip bulduğu bir bölüme götürdü. Varna çevrelerinde yapılan kazılar esnasında bulunan tarihi kalıntılar sergilenmiş. Milattan bilmem kaç bin sene evvel, Bal kanlarda hele bu Bulgaristan topraklarında Traklar yaşamış. Mezarlarından çıkarılan kemikler iskeletler ve yanlarında da altın takılar… Küpe, bilezik v.s… Enteresan olan tarafı şu ki; mezar erkek mezarı ve erkeğin yanında bulunuyor bu takılar… Bu dikkatimizi çekti. Bir de daha o zamanlarda bu topraklarda yaşayanlar  altını biliyorlarmış ve işlemesini yapıyorlarmış. Ayrıca ev ve mutfak aletleri vitrinleri süslemekte.
Osmanlı Devri İlgi Merkezinde
Osmanlı devrine ait eserleri sorduk, pek bizim dikkatimizi çekecek eserler gösteremedi kılavuzumuz. Teşekkür ettik ve müzeden çıktık. Saat yarım. Vakit ilerliyor. Program da bir çalışma yemeği var. Nerede? Bir Türk lokantasında. Güzel bir yer. Çalışanlar Türk. Hepsi bizi güler yüzle karşıladılar ve memnu etmek için elden gelen gayreti sarf ediyorlar. Uzun bir masada yerlerimizi aldık. Bir tarafta biz, karşımızda da yemeğe katılan Bulgar akademisyenler. Başta Prof. Dr. Yordan Peev. Oriyantalist. “Kliment Ohristki” Üniversitesi Doğu Dilleri ve Kültürleri Merkezi, Arap Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı eski öğretim görevlisi. Diğer zevat ekseriyetle tarihçi. Bu arada bir de Türk var: Dr. Mümin Tahir. Felsefe doktoru. “Svobodno Sloyoo,” Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı, Sofya ve Filibe Üniversitesi öğretim görevlisi. Ortam çok müsait. Muhtelif ilmi konularda konuşmalar, fikir alışverişi zevkle devam ediyor. Ana yemek, çok mükemmel: Karışık kebap, dana, kuzu ve tavuk eti. Pencereden bakıyorum, yine yemyeşil Vitoş dağı manzaraları. Karşımda oturan Bulgar akademisyen ile tarihten falan bahsederken laf Makedonlara geldi. Müstakil bir Makedon dili var mıdır diye kendisine sordum.
Cevap:
 -Kendileriyle Bulgarca konuşarak birbirimizi çok iyi anladığımıza göre herhalde ayrı bir Makedon dili yok, dedi… Türkiye’de ki Üniversitelerde, Makedon Dili Kürsüsü boşmuş ilgi ve öğrenci yokluğundan…
Yemekten sonra biraz istirahat etmeden hemen programa devam ediyoruz. Bu sefer istikamet “Kliment Ohritski” Üniversitesi. Merkezde, hemen
Türkiye Büyükelçiliği rezidance binasının yakınında, Rektör Yardımcısı ta rafından karşılandık. Büyük bir salona alındık. Bir tarafta biz, diğer taraf ta da Bulgar akademisyenler. Yine tarihçiler ekseriyette. Rektör Yardımcı sı bizi kısa bir konuşma yaparak selamladı ve hemen üst katta bulunan Tarih Bölümüne teslim etti. Bölüm Başkanı keza biraz daha uzunca bir konuşmayla bizi selamladı ve sohbet başladı.
Tabi Bölüm Başkanı faaliyetleri ve yayınları hakkında etraflı bilgiler verdi. Derken Trakya Üniversitesi Rektörümüz Bulgarların milli menşeleri hakkında ne düşünüyorsunuz diyerek bilgi istedi. İlk defa hayatımda yet kili ağızlardan, resmen bir itiraf duydum ve kendi adıma çok memnun oldum. “Evet,” dedi Bölüm Başkanı, “Biz Türk kökenliyiz. İlmen tarihi bir hakikattir. Hatta, her ne kadar bazı tarihçiler Pers kökenli olduğumuzu söyleseler de bunun bir ilmi değeri yoktur, biz Türk kökenli, yani Turanı bir ırka mensubuz.. 
Bu arada ben de söz alarak kısaca şöyle bir fikir beyanında bulundum:
– Balkanlarda, Bulgaristan’ın en sadık dostu Türkiye’dir. Diğer komşuları Romanya, Sırbistan ve Yunanistan Bulgarların din kardeşidirler. Sırplar ise Bulgarların kan kardeşleridir, İslav olmaları dolayısıyla. Hal böyle olmakla beraber, tarihte Bulgaristan Prensliği teşekkül ettiği zaman, henüz çiçeği burnunda genç Bulgar devletine bunlar hücum etmişlerdi: Kuzeyden Romen Ordusu Bulgaristan’a girmiştir. Güneyden Yunanistan, Mesta (Kara Su) vadisini takiben Sofya’ya doğru ilerlemiştir. Hele Bulgarların hem din kardeşleri, hem de kan kardeşleri Sırplar, gencecik Bulgar Prensliğini batıdan vurmuşlar, taa Slivnitsa’ya kadar gelmişlerdir. Sofya büyük bir tehlike karşısında kalmıştı. İşte o zaman siz, Edirne karşısındaki silahlı kuvvetlerinizin tamamını batıya kaydırdınız ve canınızı dişinize takarak Sırpları dur durdunuz ve Bulgar topraklarınızdan attınız. O günlerde Edirne karşısında tek bir askeriniz yoktu. Ama Türkler bunu fırsat bilip diğer komşularınız gibi size hücum etmemişlerdir. Kısaca tek bir Türk ordusudur ki Bulgaristan’a saldırmamıştır, ama diğer komşularınız size kan ağlatmıştır. Dolayısıyla bu gün ben onun için Bulgaristan’ın en sadık dostu Türkiye’dir diyorum.
Bölüm Başkanı ve diğer tarihçiler:
 Biz bunun idraki içindeyiz diyerek görüşlerime katıldıklarını ifade ettiler. Diğer arkadaşlarda da bölüm ile ilgili sorular sordular, cevaplar alındı, fay dalı tarihi sohbetler yapıldı. Ayrıca bize, TARIH FAKÜLTESI 1888 -2008 ALMANAX başlıklı bir kitap hediye edildi. Bu kadarla görüşmeler sona erdi. Memnuniyetle üniversiteden ayrıldık. Program gereğince “Aleksandır Nevski” Katedralini ziyaret etmek gerekiyordu. Ayrıca bir şehir turu atılacaktı. Ben fazla yoruldum ve otele dönüp istirahata çekildim, zira ertesi gün bizi daha yüklü bir program bekliyordu.
Şumnu Yolunda:
Sabah oldu. 12 Temmuz Salı Sofya’ya veda ediyoruz. Şumnu’ya gidilecek, ama Hava Limanı olmadığı için Varna Hava Alanına binecek, oradan da arabalarla Şumnu’ya gidilecek. Varna ile Şumnu arası 90 km tahminen arabayla bir saatlik yol. Uçakla 50 dakika’da Varna Hava Limanına vardık. Arabalar hazır. Hemen yola koyulduk. Ben bu kara yolculuğundan kök memnun oldum, çünkü etrafı, bildiğim güzel yerleri, yemyeşil ova ve tarlaları  görecektim. Fakat hadise benim için o kadar basit değil. Varna be başımdan gelip geçen badirelerde önemli bir yer tutar.,.1.4 Nisan 1948 yılında Şumnu’da tutuklandım. Bir gece Şumnu şehri emniyetinin cehennem çukurunda geçirdim. Ertesi gün makineli tüfekler önünde oradan çı karıldım ve Varna emniyetine getirildim. Emniyet. Binası, eskiden, Kraliyet devrinde Milletvekili olan zengin bir adamın köşküymüş. Deniz kenarında deniz parkının içinde büyük bir bina. Altında büyük bir şarap mahzeni. İşte burayı komünist rejimi, küçük küçük bölümlere ayırmış ve nere deyse kibrit kutusu gibi hücreler haline getirmiş. Yani biz yer altında sayılırız. Bodrum, derin ve çok önemli bir yer. Hücreler gayet küçük ve havasız. O kadar korkunç bir yer ki bilhassa geceleri, ortalık biraz sakinleştiği saatlerde deniz dalgalarının uğultusunu duyarsınız. Beni işte buraya tıktılar ve işkenceye tabi tuttular ve en nihayet kendi elleriyle yazdıkları ifadenin altına imza koymaya mecbur ettiler.
 
 
Varna Cezaevi.
Uçaktan indiğimiz zaman, etrafa bakındım. Neden mi, içinde çile dolu durduğum Varna Cezaevini arıyordu gözlerim. Cezaevi şehir dışında, bağlıklar arasında bulunmaktadır. O semte doğru bir baktım, yeşilliklerden
Varna Savaşının yapıldığı vadide:
Dolayı binayı göremedim. Bu benimle ilgili bir husus. Ama bütün heyetimizi ilgilendiren başka bir husus var: Hava Alanı, denizden içeriye doğru, yani karadan batıya devam eden bir ovada… İşte bu ova, yani bastığımız bu topraklar 1444 yılında meşhur Varna Meydan Muharebesinin cereyan ettiği yerler. Vakit olsa orayı görmek mümkün. Bulgarlar, orada ınaktul düşen Leh Kralı Vladislas Vaneçik’in heykelini diktiler. Demek istediğim Varna şehrinin bu tarafları o kanlı savaşların cereyan ettiği yerler. Bastığımız her adımın altında, zamanın yeniçerilerinin şehit olarak çürümemiş cesetlerinin bulunduğu, hiç aklımdan çıkmaz. O müthiş Haçlı ordusu Tuna vadisini takiben Varna’ya kadar gelmişti. Tabi önüne gelen yerlerde yaşayan Müslüman Türk halkını kılıçtan geçirerek. Neyse ki genç Padişah babasına:
-“Eğer ben Padişah isem, sana emrediyorum, gel ordunun başına geç millet ve devleti bu korkunç tehlikeden kurtar” dedi. Sultan Murat da bu emre imtisalın geldi cansiperane bir kanlı savaş sonunda sayıca çok üstün olan Haçlı Ordusunu perişan etti. Demek oluyor ki bizi Balkan topraklarından atmak isteyen Batı Hıristiyan dünyası buna muvaffak olamamıştı.
Bu düşüncelerle arabalarımıza yerleştik ve Şumnu’ya doğru yola koyulduk. Yollar bozuk bakımsız… Ama tabiat çok güzel. Her taraf yemyeşil. Sol da Sakar Balkanın kuzey etekleri görünüyor. Ormanlarla kaplı, uçsuz bucaksız dağlar. Biraz daha ilerde, görünmese de meşhur Longor dağları var. Sadece büyük meşe ağaçlarıyla kaplı dağlar. Buralarda Türk gençleri askerlik niyetiyle ırgat olarak çalıştırılır. Meşhur şarap fıçılan işte burada yapılır. Yol boyundaki tabela gözüme ilişti: Suvorovo. Haa, işte meşhur Vezirli Kozluca… Zamanında Türklerin meskûn bulunduğu büyük bir yer. Hat ta burada Sabri adında bir arkadaşımız vardı Nüvvab’da. Bu arkadaş Hoca Şeyh Efendinin evinde oturuyordu. Çünkü Şeyh Efendi bu köyde Rama zan ayı Vaiz olarak bulunmuş ve köyün eşrafından sayılan Sabri’lerin odalarıda kalmış.
Varna yöresinden hatıralar:
Karatenizden, adeta bir dil şeklinde karadan içeriye doğru uzanan göller vardır. Provadı şehrine gelmeden bu göller kenarında Soda-Kaustik fabrikaları vardı. Özellikle Pravadı havzasında yer alan bu göller bölgesinde binlerce Türk genci (Trudovak’ırgat) olarak, askerlik adına kanallarda çalıştırıldı.
Eskiden yol Pravadı’nın içinden geçiyordu. Şimdi çevre yolundan, şehri görmeden geçtik. Keza 1944 yılının Eylül ayında muharip olarak Bulgaristan topraklarına giren Kızıl ordu’nun başındaki Mareşal Tolbuhin’in karargâhı Kozluca’daydı. Ön kollar Şumnu’ya girdikleri zaman Tolbuhin, harekâtı buradan idare ediyordu. Ancak bir hafta sonra, yani 9 Eylül’de yine Kızıl ordu’nun yönetimi ve desteği ile dağlardan inen Partizanlar-komünistler idareyi ele aldılar ve Vatan Cephesi Hükümeti kuruldu, işte o andan itibaren Sovyetler ile Bulgaristan arasındaki ilişkiler değişti. Artık kızıl ordu Bulgaristan’da bir düşman işgal ordusu değil, kurtarıcı olarak bulunuyordu. Onun için zaten komünistler Kızıl ordu’ya ikinci kurtarıcı geldi dediler.
Şumnu’da Fabrika Ziyareti
Pravadı’yı yandan, çevre yolundan geçtik. Yol ilerledikçe, yani Şumnu’ya yaklaştıkça heyecanım da artıyordu. Kaspeçen’den itibaren Şumnu ovasına çıkmış bulunuyoruz. Solda, Madara kayalıklarında bulunan Han Kum”un rölyefini de geride bıraktık, artık Şumnu ovasında ilerliyorduk. Ben de heyecan dorukta… Şehre girmeden büyük bir fabrika önünde durduk. ALKC büyük bir Alüminyum fabrikası. Özelleştirilmiş ve Türkiye’den Fikret INCE adında bir işadamı gelip bu fabrikayı satın almış. Dünyada ilk ye dinin içine giren bir sanayi kuruluşu. Büyük çapta ihracat yapıyor. Önemli ölçüde istihdam imkânları meydana getirmiş. Yalnız şu var ki çalışanların çoğu Bulgar. Bununla birlikte çevre halkı için önemli bir ekmek kapısı. Başta Sn. Cumhurbaşkanımız olmak üzere içeriye girildi ve fabrika gezildi. Kendimi adeta bir sauna içinde buldum, çok sıcak… Bütün makineler çalışıyor, işçiler Cumhurbaşkanımız’ el sallayarak karşıladılar. Herhalde bunlar burada çalışan Türk işçilerdi.
Yetkililer tarafından fabrika hakkında bilgiler veriliyor, ihracat bağlantıları anlatılıyordu. Nihayet saunadan çıktık. Hepimiz kan ter içindeydik. Ama şu anda, böyle önemli bir sanayi kompleksini bir Türk vatandaşı işadamının çalıştırması bizim göğsümüzü kabarttı. Milyarlarca yatırım yapılmış bu fabrika için. Biraz dinlendikten sonra şehre hareket edildi. Kalbim hızla çarpıyordu. 46 yıl evvel terk ettiğim yerleri görecektim. Okuduğum ve sonra muallim olarak okuttuğum ilim ve irfan ocağı Nüvvabı görecektim. Dünya evine girdiğim ve biricik kızımın doğduğu evi görecektim. İcazet aldığım okul burada. Dünya evine girdiğim şehir burası. Ama tutuklanıp komünizm cehennemlerine atıldığım yer de burası, Burada okudum, burada çalıştım, ter döktüm. Ama yine buralarda ilgili makamlar tarafından takip edildim. Şumnu benim için ölüp dirildiğim bir şehir.
Hatıra Dolu Saatler:
Tombul camiye Nüvvab’a doğru ilerliyoruz. Etrafa bakıyorum, hiç de benim bıraktığım gibi değil. Çok ama çok değişmiş. Bir defa hemen şunu söyleyeyim: O Kuzey-Doğu Bulgaristan’ın, Deliorman’ın merkezi Şumnu neredeyse Türk kıyafetin’ kaybetmiş, tamamıyla değişmiş, Yeni yollar açılmış, eski binalar yıkılmış, parklar yapılmış, bir sözle benim bıraktığım Şumnu yok ortada. Bir anda karşıda Şerif Halimpaşa camiinin minaresi görüldü. Göklere doğru, bir kalem gibi yükseliyordu. Ama biz sağa döndük ve büyük bir otelin önünde durduk. Büyük Şumnu Oteli. Belediye başkanı burada bir yemek verecek. İçeriye girdik. Ahşap ağırlıklı donanmış güzel bir otel. Yerlerimizi almadan önce Cumhurbaşkanlığı (genel sekreteri Prof. Dr. Mustafa İSEN, heyeti bir salonda topladı ve şu beyanda bulundu: Programın yüklü ve mesafelerin de kısa olması dolayısıyla Sn. Cumhurbaşkanımız uçakta heyet üyeleriyle tanışmak fırsatını bulamamışlardır. Şimdi fırsattan bilistifade tanışmak istiyorlar, birazdan burada olacaklar. Gerçekten bir-iki dakika geçer geçmez, Sn. Cumhurbaşkanımız yanlarında muhterem eşleri bulunmak üzere salona geldiler. Aynı zamanda Sofya Büyükelçimiz Sn. İsmail ARAMAZ’da hemen yanlarında yer almaktaydı. Hiç vakit kaybetmeden başlayalım, dediler. Siz mesela kendinizi bir tanıtır mısınız?
-Ben Trakya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Enver Duran, geç…
-Ben Prof. Dr. Osman Şimşek, geç…
-Ben Osman Kılıç, derken Sn. Cumhurbaşkanımız Cenapları, “Dur bakalım, seni daha yakından tanımak istiyoruz” gibilerden biraz uzunca anlatın demeleri üzerine, Şumnu’dan başlayarak başımdan gelip geçenleri kısaca özetledim, ama bununla kani ve mutmain olmayan zat’ı devletleri:
-Devam, devam diyerek ısrar etmeleri üzerine biraz daha teferruata girerek serencamımı naklettim ve böylelikle de bu fasıl sona ermiş olmakla yemeğe geçildi. Saat hayli ilerlemişti. Program hızla uygulanıyordu. Neredeyse tatlılarımızı bile yemeye vakit bulur bulmaz, yemekten kalkıldı ve Şerif Paşa Camisine doğru yol alındı. Aman Allah’ım ben sanki gençliğimde bir Nüvvab talebesi olarak camiye, ya da bir Nüvvab Öğretim üyesi olarak namaza gidermişim gibi, heyecan içinde ilerliyorum. O yılların anıları arasın da etrafa bakınarak kendimi tutmaya çalışıyorum, ama mümkün değil. İşte Tombul Cami. Karşısında Mektebi Nüvvab. Yan tarafında talebe yurdu. Caminin sağ tarafında Medrese odaları, şadırvan ve hemen minarenin sağında Kütüphane. Burası bir Külliye. Cami ile Nuvvab arasındaki alan hınca hınç dolu. Mahşeri bir kalabalık. Şumnu halkı, etraf köylerden gelen Türk’ler, büyük küçük, genç ihtiyar, kadın erkek alanı doldurmuşlar. Bin bir ayak bir arada. iğne atsan yere düşmeyecek. Alkışlar alkışlar. Hoş geldiniz sesleri et rafı çınlatıyor. Sayın Cumhurbaşkanımız el sallayarak halkı selamlıyor. O anı tespit etmeden geçmek mümkün değil. Adeta iki deniz birbiriyle kavuşuyor. Bir yandan 75 milyonluk Türkiye’nin Devlet Başkanı, diğer yandan Bulgaristan Türk Azınlığı, iki kutup birleşiyor. Ama arada bir hal var şerit çekilmiş, halk yüksek misafiri kucaklamaya muvaffak olamıyor. Ama gönülden gönülle yol var, Deliorman Türk’ü, Gül’ü yakından görüyor, koklu yor, bağrına basıyor. Yer yer “Osman ağabey, sen de hoş geldin, Nezihe ablam sağ mı? “sesleri duyuyorum. Bakıyorum tanıdık simalar… Camiye giriyoruz. 15-20 tane din görevlisi, başlarında kırmızı fes, beyaz sarıklar, sırtlarında sırmalı cübbeler, yüksek misafiri karşılıyorlar. Müftü Efendi cami hakkında tarihi bilgiler veriyor. Cami ibadete kapalı. İskeleler tavana kadar uzanıyor. Tamir halinde. Ama 2005 yılından beri devam eden tamir-in bir sonu gelmiyor. Müftü Efendi izahatına devam ededursun, ben bir de baktım ki, o da ne? Minber yerinde yok… O mermer işleme sanatının bir şaheseri olan minberin, orijinalinin yerinde yeller esiyor. 0 güzelim minberin yerine, alelade, ahşap bir uyduruk minber konuvermiş. Duramadım, kendimden geçtim, haddim olmayarak müdahale ettim ve:
-Minberin aslı yerinde yok, dedim… Müftü Efendi hiç oralı olmadı, cevap bile vermeden geçiştirdi. Ben Şerif paşa camisi kütüphanesinin kitaplarını Sofya Milli Kütüphanesinin   Şarkiyat bölümünde bulmuştum, ama şu anda minberin nerede olduğunu bilmiyorum, ona çok üzüldüm. İnşallah kitaplar gibi minber de belki milli, tarihi, antika eserler müzesinde bir yerde mahfuzdur.
Nüvab’ta Tören
Medrese avlusuna çıkıldı. Şadırvan önünde, bir masa konmuş. Şeref defteri imzalanacak. Hediyeler verilecek. Bir ressam camiinin resmini yapmış, takdim edildi. Etrafta medrese odaları. Vaktiyle bu odalar, Medrese’i Âliyle talebeleri için tahsis edilmişti. Nüvvab ‘ın talebe yurdu ayrı. Aynı zamanda eski mektep binası da yurt olarak kullanılıyordu. Sol!’ a yeni mektep binası alındı ve hemen onun yanına bugünkü yurt binası yapıldı. Talebeler bu odalarda oturuyorlar, bu şadırvanda abdest alıyorlar ve cami içinde ders görüyorlar. Eski devirlerde ders sistemi böyle. Ayrıca talebeler namaz sonrası hocanın önünde halka oluyorlar, ders yapıyorlar. ( dııııiıntiz de ise yeni derslikler var. Eğitim buralarda yapılıyor. Cami yalnız ibadet yeri. Şerif paşa camisinin doğu bitişiğinde, iki sınıflık bir Sübyan mektebi var.  Bu iki derslik ve ortada da bir öğretmenler odası, Şunun Müftülüğü olarak kullanılıyor. Hayalimde o eski günler canlanıyor. Hele saha namazına bütün talebe kaldırılıyor, camiye gidiyoruz. Mibrab’da Çoban Nasuhlu Ahmet Efendi. İstanbul mezunu. Ehli kurra… Aynı zamanda Nüvvaba Kuran’ı Kerim Hocası Talimi Kur’an-ı ben ondan okudun.
Ön safta Nüvvab Müdürü hocamız cennet mekân Emrullah Efendi, sağında Şeyh efendi… Arkada bütün saflarda talebeler el bağlamışlar. “Müezzin meşhur köle” adında,mübarek bir adam. Gördüm göreli müezzin o. Bu adam yalnız müezzin değil, adeta kendini bu mabede adamış, kırığını döküğünü o yapıyor. Canlının her tarafını biliyor. O açıp kapıyor. Yanında bir de kör Hafız var. Bu adamda taa Kıllak mahallesinden bu cami ye namaza geliyor. Caminin kayyumu…
Müezzinlikte neymiş, kolay bir vazife demeyin. Köle, Ezan’ı nerde okuyor biliyor musunuz? Minarede. Her gün, beş vakitte minareye çıkıyor. Ezan’ı Muhammedici oradan, döne döne, şerefeden okuyor. Kaç basamaktır bilmiyorum, ama ne hoparlör var, ne de merkezi sistem. Her namaz için minareye çıkıyor, okuduğu ezanlar, dört bir tarafa yankıyor. İmam “El-Fatiha dediğinde biz hepimiz ayağa kalkarız, ihtiram durumuna geçeriz, önümüzden hocalarımız geçer, ondan sonra biz çıkarız. Sabahları, genellikle talebe-i ulumdan ibaret olan cemaat çıktığı zaman Nüvvab ile cami arasındaki alan bir gelincik tarlasını andırır. Kırmızı fes ve beyaz sarıklı talebeler, melekler misali, dilde dualar ilerliyor. Biraz sonra başlayacak olan ders gününe hazırlanıyordu. Aynı onun gibi, bizde camiden çıktık, önde Sn. Cumhurbaşkanımız, bütün heyet, Nüvvab okuluna doğru yürüyoruz. Halk aynı coşkuyla bizi selamlıyor, “hoş geldiniz-hoş geldiniz” sesleri etrafı çınlatıyor. Ben, kendimden geçmişim. 46 yıl sonra bu İrfan ocağına talebe gibi mi, yoksa bir hoca öğretim üyesi gibi mi girdiğimi düşünüyorum. Bina aynı bina. Aynı merdivenler, içeriye bir girdik. Başta Müdür öğretim üyeleri bizi karşıladılar. İlk kattayız. Hemen sağda bir sınıf odasına alındık. Bugün gibi hatırlıyorum. Nüvvab’ın ilk sınıfını bu derslikte okudum. Sonra aynı sınıfta ders verdim. İşte masa buradaydı. Bütün o günler gözlerimin önün de bir sinema şeridi gibi geçiyor. Sırayla kız oğlan, öğrenciler oturmuşlar. Öğretmenleri de yanlarında. Ufak tefek sorular soruldu.
Aydınlık Ocağı Sönmemiş:
Öğrencilere:
-Neredensiniz gibi sorular yöneltildi. Taa Karadeniz kıyılarından, Burgaz ve Ahyolu tarafından bile öğrenciler var… Sınıftan çıkıldı. Salon da yer aldık. Duvarda bir pano var. İçerisinde Nüvvab’ın lise kısmından verilen bir İcazetname yer alıyor. Bir tarafta merhum Cennetmekân Emrullah Efendi. Diğer tarafında da Şeyh Efendi. Aşağıda bir yerde de Osman Keski oğlu hocanın resmi. Bu taraftaki duvarda da 1926/27 mezunlarının toplu bir fotoğrafı. Başta sabık Baş müftü Süleyman Faik, aşağıda Müdür Emrullah Efendi, sırayla Rusçuk mebusu Hafız Sadık, Evkaf’ı İslami ye Genel Müdürü Mehmet Celil, öğretmenlerden Vidin’li Hasip Safveti (Aytuna), Ahmet Kemal, Halil Pomak, hocalar hocası Süleyman Sırrı ve Mustafa Reşid efendiler… Ben onları tek tek tanıttım… Derken bir sürpriz:
Bulgaristan’da, Başmüftülüğün 100. Kuruluş yıldönümü kutlanıyor. Bu münasebetle bana bir onurluk hazırlamışlar. Kısmet bu güneymiş. Nerede, ne zaman ve nasıl verileceği, düşünülüyordu. Bir hüsnü tesadüf, Baş Müftülüğün lütfettiği plaket evvela bana verilmek üzere Sn. Cumhurbaşkanımıza tevdi edildi ve ben ömrümün sonuna kadar büyük bir şeref ve iftihar ile muhafaza edeceğim bu kıymetli plaketi onun elinden aldım… Alkışlar… Muallimler odası ve diğer sınıflar, yukarıda, ikinci katta. Ama müsait değil dendi çıkmadık.  Muallim olarak oturduğum masanın yerini görmek nasip değilmiş.
Nüvvab’tan çıktık. Kalite, Nazım Hikmet okuma yurduna yöneldi. Geldiler. “Hocam, şurada birkaç kadın var, illaki seni görmek istiyorlar, dediler. O kalabalığın içinden nasıl çıktılarsa,
-“Biz Osman Kılıçlı görmek istiyoruz” demişler, Mümkün değil, döndüm “siz kimsiniz? ” dedim. Bir tanesi nur yüzlü bir hanım:
-“Ben Müftülükte ve Vakıf mektebinde çalışan Ahmed’in  hanımıyım demez mi? Nezihe ablam nasıl, sağ mı diyor. Nasıl oldu hiç bilmiyorum, Sn. Cumhurbaşkanımız ve kıymetli Eşleri hemen orada bitiverdiler:
-“Siz Osman Kılıç’ı tanıyor musunuz, nasıl bir adamdı, çok güzel miydi? sualleri karşısında:
-“Ah Beyefendi, hiç tanımaz mıyız, onun gibisi yoktu, ” gibi cevaplar ile Sn. Cumhurbaşkanımızı meraklarımı gideriyorlar.
Çok Heyecanlı bir Buluşma:
Caminin önünden, köşklere doğru ilerledik. Gözlerim etrafı süzüyor. Eşimin evini, Hoc azade Efendi pederin evini arıyor. Benim oturduğum evi, biricik kızımın doğduğu evi görmek istiyorum… Benden fazla Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Prof. Dr. Mustafa İsen Beyefendinin muhterem eşleri Reyhan Hoca Hanım:
-“Osman ağabey hani sizin eviniz nerede ben, Nezihe ablamın evini görmek isterim” diyerek merak ediyordu. Derken yolun solunda bulunan Osman Raşit Beyin evi yıkılmış, yeri boş. Güneye, bizim eve doğru bir koridor açılmış, karşılar geniş bir açıdan çok güzel görünüyor. Hemen 20-30 metre ileride.
-İşte bizim ev, işte Nezihe ablanın evi, işte bizim oturduğumuz ev de he men onun yanında. Bembeyaz sıvası hala duruyor. Biraz dökülmüş, ama zamanın tahribatına dayanmakta ısrar ediyor. Flaşlar patlıyor, çeşitli yönlerden fotoğraflar çekiliyor. Ben gözlerimi alamıyorum evden. Bizim ev den köşklere doğru üçüncü bina Eski Cami idi. Burası da bir külliye. Yıkılmış ve yerine bir kilise yapılmış. Eski Cami ismi üstünde Şerif paşa camisinden de eskiydi. Hocazade Efendi Pederin babası Hacı Hüseyin Efendi oranın Müderrisi. Mehmet Muhildin onun oğlu. Onun için ona Hocazade deniyor. İstanbul mezunu Edirne Payeli kendisi. Babasının yerine oturmuş uzun yıllar eski camide ders okutmuş. Sonra Şumnu Müftüsü ve en nihayet 1910 yılında ilk olarak seçimle Bas müftü olmuş bir zat… Eski Cami’nin müraselesi onun üzerine, Gün geldi ben muallim oldum, askerlik görevi için çağırıldım. Yeni muallim olmuşum, Efendi Peder:
-“Git. Müracaat et ve müraseleyi kendi üzerine al, ” buyurdu. Askerlik kanunu bir şehir camisine üç kişiden ibaret bir personeli askerlikten muaf tutuyordu. Bir imam, bir hatip ve bir de müezzin, askerlikten muaf öyle de yaptım… Görevi bizzat rahmetli Ali Riza Hoca yapıyordu. Ben yalnız kağıt üzerinde imam görünüyordum ve bu sayede muallimliğe devam ede bildim. Silsile devam ediyordu. Hacı Hüseyin Efendi, Hocazade Efendi ve bendeniz…
Benimle Eski Cami Müderrisliği ne yazık ki sona eriyor… Bugün o külliyenin yerinde bir kilse yükseliyor…
Cumhurbaşkanımız Gül Nazım Hikmet Okuma Evinde:
Kafile, Yeni Cami önünden, köşklere doğru ilerliyor. İstikamet Nazım Hikmet Okuma Evi. Tam, bugün yerinde yeller esen ve bir kilise yükselen noktada bir Yahudi evi vardı. (Yuda’nın evi). Çarşıdaki eski, meşhur Türk kıraathanesi alınmış, onun yerine bu Yahudi evi verilmiş. Başında Nurten Hanım bulunuyor. Çalışkan bir kardeşimiz. Bu sefer de çok güzel hazırlanmış Canını dişine takmış, kıt kanat Şumnu’da Türk ruhunu muhafaza etmeye çalışıyor. Bu sefer de çok güzel hazırlanmış Öyle ya 75 milyonluk Türkiye’nin Cumhurbaşkanı geliyor. Bu Nurten Hanım için büyük bir şeref olduğu gibi  Bütün Türk halkı için de bir sevinç ve kıvanç vesilesi…
İçeriye girildi. Başta Sn. Cumhurbaşkanı ve kıymetli eşleri olmak üzere yerlerimizi aldık Sırmalı bindallılar giymiş, genç bir Türk kızı bir saz eşliğinde “Sallasana sallasana mendilini” Türküsünü söylemeye başlamaz mı? Nurten Hanım hemen fırsatı yakalayıp “hep beraber ikazını yapınca, heyet tempo tutarak katıldı ve okuma yurdu bir konser salonuna döndü Ardından Sn. Cumhurbaşkanı sevgi ve saygı ile selamlandı ve Nurten Hanım ona hitaben  yazmış olduğu, heyecan ve coşku dolu bir şiir okudu, Her şey şad’u  handan… Gerek genç kız kardeşimiz tarafından söylenen l Türkünün müessir teraneleri, gerekse Nurten hanımın okuduğu şiirin zevki içinde duygular dorukta… Şumnu Belediye Başkanı da burada. Ne tatlı ve anlamlı bir manzara. Türkiye’den Cumhurbaşkanı gelmiş, Şumnu’nun göbeğinde bir Türk kızı Türkü söylüyor, okuma yurdunun yöneticisi yüksek misafir ve ziyaretçiye hitaben şiir okuyor, gönlündeki sevgi ve ihtiram duygularını ifade ediyor, iki memleket arasında bir dostluk ve iyi komşuluk köprüsü kuruyor. Bu kimin aklına gelirdi. Biri çıkıp da ” Bir gün gelecek, iki memleket arasında böyle ilişkiler kurulacak” deseydi. Buna kim inanırdı? Ama işte hayaller gerçek oldu. Herkes, her iki taraf anladı ki akıl için yol birdir ve barışta hayat ve başarı vardır. Bunda her iki taraf halkı için menfaat vardır… Program devam ediyor. İstikamet Hitrino (Şeytancık) Şumnu’ya veda ediyoruz… Arabalara bindik, yola revan olduk. Benim gönlüm ayrılmak istemiyor. Camiye, Nüvvab’a, evimize, mahallemize bakmaya doyamıyorum. Acı tatlı, bütün hatıralarımla Şumnu mezarlığında yatan ecdadımızın, büyüklerimizin ve hocalarımızın ruhuna gönlümden Fatihalar… Şehirden çıkar çıkmaz hemen solda meşhur P Yolof (Kadıköy) göründü. Çırağın Çeşmesi tepe sinden bütün ova köyleri, ayağımızın altında, gözlerimizin önünde. Yine sağ da, uzaklarda meşhur Kaphöyük görülüyor. Osmanlıdan kalma bir hara…
Şeytancık Köyünde Halkla Kucaklaşma:
Buralara ova tabir ediliyor. Henüz Deliorman sınırları içine girmiş değiliz. Deliorman, Rusçuk-Varna demir yolunun kuzeyinde kalan bölgeye denir. Kadıköy’den başlayan, Uzun Yokuş denilen yoldan ilerliyoruz. Sağda Kaphöyük Söğütlüsü köyü görünüyor. Sınıf arkadaşım Hüseyin Mülayim’ in (merhum) köyü. Doruğa çıktık. Karşımızda Şeytancık. Eski bir demiryolu istasyonu olan bu yer, şimdi bir kasaba olmuş. Etraf köylerden halk bu raya göç etmiş. Halen büyük bir Belediye Merkezi. Başında da Belediye Baş kanı olarak bir Türk bulunuyor. Yalnız, laf arasında, belirtmeyi unuttum, Şumnu Seytancık’ a giden yolun iki tarafı ağaçlandırılmış Akasya ve Çınar gibi çabuk yetişen ağaçlarla öyle ki şimdi adeta bir kemer altından geçer gibi yeşillikler arasından ilerliyoruz. Tarlalar yine ayçiçeği ile dolu. Buğday bence ikinci planda kalmış. Uzun Yokuşun doruğunda, henüz Seytancık’a inmeden karşılara, Deliorman’a doğru bir baktım, sağda Ekizce, Erikli, Kalaycıköy ve Kızılkaya sırtları, solda ise Kayacık, Has mahalle, Karalar (Koca Yusuf’un köyü) görünüyor…
Arabalar durdu. Şeytancık’a indik. Yine bin bir ayak bir arada. Deliorman buraya dökülmüş. Çadır kurulmuş, masa ve koltuklar yerleştirilmiş. Misafirler bekleniyor. Halk büyük-küçük, kadın-erkek, çoluk-çocuk yerini almış, ama yine o şerit beriye geçip kucaklaşmak mümkün değil… “Hoş geldiniz, hoş geldiniz” sesleri… Sn. Cumhurbaşkanımız el sallayarak halkı selamlıyor. Heyecan dorukta… Küçük bir Türk kızı, Sn. Cumhurbaşkanımıza çiçek sunuyor. Sn. Abdullah GÜL, kızı alnından öpüyor, seviyor, okşuyor. Alkışlar, alkışlar… Üç küçük talebe şiirler okuyor, günün anlamıyla bağda şan sözler ve tezahürler…
Belediye Başkanı kürsüye geldi ve Bulgarca olarak bir konuşma yaptı. Sn. Cumhurbaşkanımız’ selamladı, hoş geldiniz dedi ve asıl konuya geçti: Ziyaret programında Şeytancık’ın yer almasının bir sebebi vardı. Meşhur Koca Yusuf’un köyü buraya iki adım. Onun bir heykeli yapılmış. Sponsor Türkiyeli İşadamı Fikret İNCE. Onun açılışı yapılacak. Bu hadise, merhum cihangirin ruhunu şad etmek için güzel bir vasiyle olduğu gibi etraf köy lerde yaşayanlar için, hele de Karalar (Çerna) köyü için bir şeref. Belediye Başkanının sözleri tabii ki tercüme ediliyor. Başkan sözlerini bitirdi ve Sn. Cumhurbaşkanımız’ kürsüye davet etti. Sn. Abdullah GÜL, alkışlar arasın da kürsüye şeref verdiler ve kısa bir konuşma ile halkı selamlarlılar. Size 75 milyon Türk Halkının selamlarını getirdim diye söze başlayan Cumhurbaşkanımız şöyle devam etti
 – İki gündür Bulgaristan’da bulunmaktayız. Çok büyük bir misafirperverlikle karşılandık. Sofya’da Cumhurbaşkanı Sn. Parvanof ile samimi görüşmeler yaptık. İki memleket arasındaki ilişkileri gözden geçirdik. Sizlerin de Türk azınlığı olarak bu ilişkilerin pekişmesi için bir köprü olarak gayret göstermenizi istiyorum. Sizin rahat ve huzur içinde buralarda  hür olarak yaşamanız bizim için bir mutluluk vesilesidir. Sizi tekrar sevgi ve saygı ile selamlıyorum. Alkışlar, alkışlar!
Koca Yusuf Heykeli:
Bunun üzerine Belediye Başkanı Sn. Cumhurbaşkanımız’, Koca Yusuf’un heykelinin açılışını yapmak üzere davet etti. Sn. Abdullah Gül, kendi elleri ile.. Ömründe sırtı yere gelmeyen bu cihangirin heykelin’ açtılar… Alkışlar arasında, Türbin gücünü cihana gösteren, Avrupa ve Amerika’ da şampiyonluklar kazanan Koca Yusuf’un heykeli ahenkli endamı ve ismi üstün de “HOSNU YUSUF” cemaliyle gün yüzüne çıktı… Kaderin bir cilvesi olarak Atlantik Okyanusu’nun dibinde yatan cihangirin ruhu şad olsun… Ne mutlu onun yüksek ve örneklik şahsiyetine layık olan genç Türk sporcularına, Türk pehlivanlarına… Burada merhum Cihangir’in bir özelliğini belirtmeden geçemeyeceğim. Onun hakkında çok şeyler yazıldı. Türkiye’de ve Dünyada. Zehir kuvvetin den, sırtı hiç yere gelmediğinden bahsedildi. Bunların hepsi doğrudur. Ama bence Koca Yusuf’un en büyük özelliği onun çok yüksek bir ahlaka dürüstlüğe sahip olmasıdır. O, yüksek bir ahlak abidesidir. Tıpkı adaşı Hz. Yusuf gibi. O, nasıl bir afeti devran olan Züleyha’nın teklifini kabul etmeyip, elinin tersiyle reddettiyse, Koca Yusuf ta, kendisinden bir Koca Yusuf dölü kapın ak isteyen nice madamların cazip tekliflerini geri çevirmek büyüklüğünde bulunmuş ve böylelikle spor dünyasında misli görülmedik bir iffet ve namus örneği göstermiştir. 0, bütün spor hayatında anlaşma, şike nedir, bilmeyen bir devdir. O, ne satar ve ne de satın alınır. Kim olursa olsun Allah için hakiki güreş yapar. İşte onun en büyük özelliği budur. Bu durum, bilvesile bugünün şike dalgaları arasında sallanan Türk spor camiasına ithaf olunur… Şu Cenabı Allah’ın hikmet ve büyüklüğüne bir bakın, biz bugün burada Koca Yusuf’la şeref ortağı olduk. Biraz evvel ben, medreseler aleminde nevi şahsına münhasır Nüvvab salonunda, Baş müftülüğün lütfettiği plaketi, hem de Türkiye Cumhurbaşkanının ellerinden aldım, şimdi de onun heykeli aynı zat’ı muhterem tarafından açıldı… Bu ne büyük bir şeref, ne büyük bir mazhariyet… Deliorman halkının alkışlar’ arasında Sn. Abdullah GÜL örtüyü açtığı zaman, altından o Koca Yusuf, dev cüssesi ve güçlü bedeniyle arzı endam eyleyiverdi… Bundan böyle o dünyada bir dengi olmayan Cihangir, genç kuşaklara örnek olacak ve belki de ona layık olmak için nice Koca Yusuflar gelecek…
Ayrıca Türk Halkının gönlünde, bütün azamet ve kuvvetiyle yaşayan cihan pehlivanı Koca Yusuf un heykelinin Türkiye Cumhurbaşkanı tarafın dan açılması, iki memleket arasındaki iyi komşuluk ve dostane ilişkilerin canlı bir delili misalidir. Düşmanlıktan ne çıkar? Bak, ne kadar güzel bir manzara, Türk halkı anavatandan gelen misafirleri bağrına basıyor, heyecan ve coşkuyla selamlıyor. Her iki taraf halkı karşılıklı ziyaretlerde bulunuyor, akrabalar birbirleriyle görüşüyor, hasret gideriyor. Bu ne güzel bir şey.
Şeytancıkta da iki derya karşılaştı, fakat ne yazık ki birbirine kavuşamadı arada bir hail var: Şerit… Tıpkı Cebeli Tank’ta, Aden Boğazında iki deni ün suları karşılaştığı halde birbirleriyle karışmadığı gibi… Burada da: Hoş geldiniz, hoş geldiniz sesleriyle halk Cumhurbaşkanımız’ candan selamlıyor ama gelip elini öpüp gülünü koklayamıyor. Çünkü kalabalık, şerit kaldırılsa, büyük bir izdiham yaşanacak… Ezilenler olacak. Ziyanı yok üzülmeye değmez, işte Cumhurbaşkanımız soydaşlarını el sallayarak selamlıyor onların coşkulu tezahürlerine karşılık veriyor, gönüllerini alıyor. Bence şu anda dünyanın en bahtiyar kulu, biraz evvel. Cumhurbaşkanımıza çiçek takdim eden o minik kız çocuğu… O, Bulgaristan Türk halkının anavatana ve Cumhurbaşkanımıza sevgi ve bağlılığın bir sembolü olarak bir de ‘net çiçek takdim etti, ama ziyadesiyle değerini ve karşılığını aldı: Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, onun pak ve sevimli alnına kondurduğu sıcak öpücük… Bu ne büyük bir mazhariyet Bu minik yavru ömrü boyunca bu anı unutabilir mi?
-Allah’ım. Sen ne büyüksün. Biz buralardan geçerken haşlanıyorduk. Haydi Türkiye’ye, burası Bulgaristan, Bulgaristan Bulgarlar içindir, naralar arasında zor yolculuk yapıyorduk. Karşıdaki Ekizce köyünden gelen bir Türk. Şeytancık sokaklarında ” Türkçe konuştun, ver 10 leva ceza” denilerek soyuluyordu. Simdi, çok şükür benim kardeşim ana diliyle her yerde konuşabiliyor, rahat yolculuk yapabiliyor, Artı, Belediye Başkanlığına girdiği zaman, tabiî ki memleketin resmi dili olalı Bulgarca konuşacak, ama Belediye Başkanı Türk. Korkmadan derdini anlatabiliyor, işini görebiliyor. Bulgaristan topraklan çok bereketlidir. Hele Deliorman. Her köyden bir pehlivan çıkar. Bu mümbit topraklarda Bulgarlardan da cihangir pehlivanlar çıkmıştır. Petrof ve Dankolof gibi … Belki onların da heykelleri dikilecek. Ne güzel… Herhangi bir Deliorman köyünden Şumnu’ya giden bir Türk, Şeytancıktan geçerken Koca Yusuf’un önünden geçecek, gönlünden ona Fatihalar okurken Türklüğünü hatırlayacak ve böylelikle de bu topraklarda Türklük ruhu devam edecek… Yıllar boyu, kollarını göğsüne birleştirmiş, posbıyıkları altından tatlı bir tebessümle Deliorman’ı seyreden Koca Yusuf. Bu heykel sayesinde unutulmayacak, yüksek ahlaki ve zehir kuvvetiyle genç kuşaklara örnek olacaktır.
Varna Yolunda Canlanan Eski Günler:
Saate bakıyorum, vakit hayli ilerlemiş. Varna hava limanında uçak bizi bekliyor. Vatana dönme vakti yaklaşıyor. Alkışlar arasında Türk halkına ve Koca Yusuf heykeline veda ediyoruz. Arabalara bindik. Karadeniz’e, Varna’ya doğru yola revan olduk, gerisin geriye Şumnu’ya dönmüyoruz. Bu defa 1860’lı yıllarda Mithat Paşa’nın, Osmanlı devletinde ilk olarak, Tuna ile Karadeniz’i bağlayan, Rusçuk-Yama demir yolunu takiben yola devam ediyoruz. Hey gidi yollar hey… İnce-uzun yollar… Günümüzün hızlı vasıtalarıyla yolculuk yapmak çok kolay. Güçlü motorlar karşısında o yollar adeta önümüzde kar gibi eriyor. Elli dakikada Sofya-Varna uçakla, bir saatte karadan Varna-Şumnu… Ama ben bu yollan vaktiyle böyle geçmedim. Bu yollar da ben neler çektim neler!… Ayağımda 46 kg.’lık zincir, ensemde delik ve soğuk demir. Elinde makineli tüfek, insafsız milisin önünde, tökezleyerek yürümeye çalışıyorum. Şumnudan aldılar, trene bindirdiler, gidiyoruz, ama nereye? Bilmiyorum, istikamet Varna, ama bu Moskova’da ola bilir. Sonraları cezaevinde, 9 Eylül 1944 yılında Başbakan olan Konstantin Muravief ile karşılaştığım zaman, o anlatıyordu. Onları,.Neva bet Heyeti üyeleriyle birlikte (Prens Kiril ve saire) tutukladıkları zaman sorguları yapılmak üzere Moskova’ya götürmüşler. Meşhur General. (sonra Mareşal.) Jdanov’un huzuruna… İfadeleri orada alınmış. Prens Kiril idam aldı. Muraviyef müebbet… Çünkü Başbakan olur olmaz, Bulgaristan’daki Alman işgal ordusunu silahsızlandırıp koymaya başlamıştı. Bu hareketi kurtarmış onu ölümden… Neyse ki beni Varna’ya vilayet Emniyet Müdürlüğüne götürdüler. Gün geldi, Varna hapishanesinden alıp Sofya cezaevine götürdüler… İşte bu yollardan. Ama lüks arabalarla değil, güçlü uçaklarla değil… Zincire vurulmuşum, trenin en son vagonunun ilk kupesi mahkûmlara ayrılmış. Oraya sokuyorlar. Ellerinde makineli tüfekler, iki tane milis. Biri içende yanımda, diğeri dışarıda, kapının önünde, koridorda… Ola ki trene binen herhangi bir vatandaş, küpeye girebilir. Harici alemle temas bana ya sak. Ayağımdaki pranga hiç ağır gelmiyor. Nerdeyse yolculuk esnasında biz mahkûmlara vurulan zincire adeta seviniyoruz. Çünkü bakarsınız cani, basar tetiğe ve sizi yol ortasında vurabilir, kaçmaya teşebbüs etti diyerek. Halbuki ayağımızda zincir varken bir dereceye kadar kendimizi emniyette hissediyoruz, zira prangayla bir mahkumun kaçması düşünülemez…
Bu defa yol bana daha kısaymış gibi geldi. Çabucak Varna Hava Alanına geliverdik. Uçak bekliyor. Hemen bindik, yerlerimizi aldık. Tabii ki Cumhurbaşkanımızı uğurlamak için resmi tören yapıldı, şeref kıtası selama durdu, kırmızı halıdan yüründü… Böylelikle artık ziyaretimizin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Ver elini İstanbul-Türkiye diyeceğiz, ama burada bir muhasebe değerlendirme yapmak gerekiyor.
Son Söz:
1-Her şeyden evvel, Cumhurbaşkanımız Sn. Abdullah Gül’ün ziyaretleri esnasında kendilerine refakat eden heyete, benim de alınmamı öngören el Terden Allah razı olsun. Bu eller ömür boyu yokluk görmesin. Bu gezi, ömrümün sonbaharında, uzatmaları yaşadığım şu günlerde, adeta canıma can kattı. Yazının başında “46” yıl sonra dedim ama bu benim Şumnu şehrin den ayrıldığım yılları gösterir. Hâlbuki ben canım gibi sevdiğim Nüvvab irfan Ocağından çıkalı tam 63 yıl olmuş. Yıl 1948 Aylardan Nisan, günlerden Salı. Bir hile ile tutukladılar ve beni ailemden, İkimiz iki yaşını doldurmamış biricik kızımdan, anamdan babamdan, hürriyetimden ayırdılar… Sorgu ve muhakemeden sonra sorgu ve dava… Savunmamı alacak avukat bile bulunmuyor. Nihayet tanınmış bir komünist aileden gelen Avukat müdafaa mı üstlendi. Her şey formalite.. Cezam çoktan kesilmiş: İdam! Yüksek mah keme idamı onayladı Artık ben uç sene ayağımda zincir 14.5 sene mahkumiyet hayatı. Ne hayatı, uzun işkence ve eziyet yılları… Çeşitli ceza evle rinde… Bu 14.5 yılın altı senesi “Belene” cehenneminde geçti. Uzatmayalım, ben işte tam 63 yıl sonra, yine Nüvvab salonlarındaydın. Su farkla ki bu sefer, Türkiye ( Cumhurbaşkanının refakatinde bulunan heyetin terkibine dahil olan… Hem de hür ve mutlu bir Türk vatandaşı sıfatıyla…
2-Ben Elhamdülillah iki İCAZETNAME sahibiyim. Daha doğrusu iki medrese mezunuyum: Bir Nüvvab medresesinden. bir de Hz. Yusuf Medresesinden. Nüvvab’tan aldığım icazetname elimde. Hz. Yusuf Medresesin den aldığını belgede dosyamda, dikkatle koruyorum. Gün geldi, Bulgaristan devleti, 45 yıl devam eden Komünizm Rejimi döneminde mahkûm olan, menfalarda bulunan ve haksız yere çeşitli eziyet ve işkenceler altın da çile dolduranlar için kanun çıkardı, tazminat ödedi. Bir nevi o dönem de mahkûm olanlar için bu kanun İADE’ ITIBAR kanunuydu. Parası için değil, elimde haksız yere mahkûm edildiğimi gösteren bir belge bulunsun diye müracaat ettim ve uzun incelemelerden sonra zar zor bir 1500 dolar tazminat aldım. Onun yarısını da avukat aldı, elime bir 750 dolar geçti. Onu da 1995 yılında Hac farizası için mukaddes topraklar yolunda har cadım, anamın ak sütü gibi helal olarak. Yalnız burada bir ayrıntıya dikkat çekmek isterim: Tutuklandığım gün. 1948 14 Nisan Salı… 750 Doları cebime koydum. Kâbe yolunu tuttum. Bir de baktım ki günlerden 14 Nisan Salı. Bu gün Nüvvab salonunda. Bulgaristan Baş Müftülüğünün lütfettiği plaketi. Türkiye Cumhurbaşkanının elinden alıyorum, günlerden yine Salı… Bir tesadüf herhalde. Ama bir hüsnü teadül…
3-Herkesin aklını meşgul eden bir konu var: Acaba Bulgaristan’da bir değişiklik olmuş mu? Herkes bunu merak ediyor. Malum ya, o menhus rejim yıkılıp gitti. Bulgaristan demokrasi rejimine geçti. Ama neler değişti, acaba? Gerçekten bir değişiklik var mı memlekette… Ben bütün ufak-tefek çözümlenmesi gereken problemleri bir tarafa bırakarak hemen bu konuya “EVET” diyorum. Neden? Eğer bundan mesela yirmi yıl önce buraya gel iniş olsaydık, ister arabayla, ister yaya olarak Şumnu şehrine girdiğimizde ilk göreceğimiz bir plaket. Bir afiş olacaktı. Osman Kılıç’ın büyük boy bir posteri şehrin en mühim bir yerinde. Altında da büyük puntolarla bir yazı: Osman Kılıç – HALK DÜŞMANI… Bu gün Şumnu sokaklarında böyle bir plaket yok. Evet, eski evler yıkılmış, yeni caddeler açılmış, nerdeyse eski Şumnu’dan eser yok. O kadar elle tutulur, gözle görülür bir değişiklik var. Ama benim için en manalı değişiklik o tür plaketlerin olmayışı. Artık Türkiye Cumhurbaşkanı büyük bir heyetle burayı ziyaret ediyor, Türk azınlığı tarafından coşkuyla karşılanıyor. Deliorman Türkü, Sn. Abdullah Gül’ü bağrına  basıyor. En büyük değişiklik bu. Yoksa aradaki ufak tefek problemler, zaman içinde iyi niyetle bir çözüme kavuşur. Mühim olan esasta, zihniyetle bir değişiklik. Gösterilen hüsnü kabul ve misafirperverlik bunu ispat ediyor… Minik bir Türk kız çocuğunun, Türkiye Cumhurbaşkanına çiçek sunacağı, o yıllarda kimin aklına gelirdi? Deliorman’ın göbeğini Koca Yusuf’un heykelinin dikileceği kimin aklından geçerdi? Hele bu heykelin Türkiye Cumhurbaşkanı tarafından açılacağını kim düşünebilirdi? Bütün bunlar bu memlekette bir değişikliğin olduğunu göstermez mi?
4-Gelelim en mühim, memnuniyet verici hususa: Cumhurbaşkanımız Sn. Abdullah GÜL. Genç ve dinamik. Yolculuğun ve programın bütün güçlük ve ağırlığına rağmen sağlıklı zinde… Her zaman, her yerde. Olması gerekeni Yapıyor, görevini yerine getiriyor. Kendilerine has nezaket ve dirayetle irticalen konuşuyor, oturduğu koltuğu hakkıyla dolduruyor. 75 milyonu kucakladığı gibi devleti layıkıyla temsil ediyor. Allah yar ve yardımcısı olsun…
5-Nihayet havalandık. Uçak personeli hostesler bizi her zaman olduğu gibi yine sevgi ve nezaketle karşılıyorlar. Burada Türk Hava Yollarının bizi adeta ikrama gark ettiklerini söylemek mecburiyetindeyim. Mesafe uzun veya kısa olmuş, önemi yok. Uçağa ayakbastınız mı, hemen ikramlar geliyor. Hem de yüksek bir kaliteyle… Genç, hostes hanım kızlar:
– “Ne istersiniz beyefendi, kebap, makarna, söğüş veya başka bir şey, diyerek adeta bizi yemeye zorluyorlar. Bu durum, her ne kadar uçak personelinin terbiye ve nezaketini gösteriyorsa da asıl mühim olan bütün bu nimetlerin memleketimizde bol bol bulunur olmasıdır… Bu defa da henüz ikramlarımızı bitirmemiştik ki bir anons:
– Kemerlerinizi bağlayınız, inişe geçiyoruz … Güzelim Türkiye, canım Anadolu… Yapılan müracaat üzerine İstanbul Atatürk Hava Limanına indiğimiz zaman benim uçağım bekliyordu. Geçte olsa bir saat sonra Ankara Esenboğa Havalimanındaydım… Sağ salim döndük, memleketimize kavuş tuk. Allah bu devlete ZEVAL GÖSTERMESİN!
30 Temmuz 2011 – Ümitköy – Ankara
Osman KILIÇ
Reklamlar