Elif GÜNDEŞ

Tarih: 08 Mart 2018

Konu:   Diplomatlar bulundukları ülkeyi nasıl öğreniyorlar.

9 kişilik heyetimiz görüşme masasının bir tarafına sığmadı. Olaya bir psikolog gözüyle tanıklık etmek niyetiyle uca oturdum. Karşımda yerini alan Büyükelçimiz Hasan Ulusoy’u Sofya’ya gelmezden önce okuduğum özgeçmişinden tanıdım. İstanbul Siyasal’da geçirdiği yıllar ile Orta Doğu Teknik Üniversitesindeki “Kimlik Analizi” doktora uğraşısı ve İnsan Hakları Daire Başkanlığı yılları onu bana yakın kıldı. T.C. Nijer Büyükelçiliğinden sonra, Çok Taraflı Siyasi İşler Genel Müdürü görevinden Sofya’ya atanması ise çok ilginçti. Hocalarımdan biri “insan dinlenirken olgunlaşır” demişti. Ben de unutamadım. Nedense birden bire aklıma geldi.

Hafif ve yorgun bir sesle başlayınca,  acaba Sayın Büyükelçimiz 3, 5 ve 7 gibi rakamları kullanacak mı ve kaç defa diye düşündüm ve bekledim. Üç demeden, hiçbir kimsenin Bulgaristan’ı anlatamayacağına inanıyordum. Bu, tarih boyu 3 denize çıkmak isteyen ama son neslin adını bilmediği bu denizlerle ilgili değildir. Bulgarlar bu topraklarda çok tökezlemiş, yıkılmış da, 3 defa da dirilebilen bir halktır. 681’de şekillenen, 333 sene yaşayan birinci Bulgar devletleri, Pliska, Preslav ve Ohri gibi 3 başkent kurar. Proto-Bulgar, orta Yunan ve eski Bulgar dillerini konuşur. Bugün konuşulan Bulgar dili, bu üç dilden Farsça, Türkçe ve Rusçanın etkisiyle zenginleşerek süzülürken, halen kapı ve penceresini İngiliz değim ve kavramlarına sonuna kadar açmış bulunuyor. Bulgarlar devlete götüren yolu hanlarla yürürken,

Prens I. Boris’i ilk devletin başına geçirmiş,

ardından I. Simeon, Samuil ve

II. Perisiyan gibi 3 Çar tarafından idare edilmiştir.

Bizans, Osmanlı ve modern çağ gibi üç döneme sığan, Bulgar devlet tarihinde belirleyici olan, yıkılma, çökme ve dirilmenin derin izleri  ve getirdiği ruhsal kırılmalar vardır. 13 asır geri giden Bulgar geçmişinde, “olacağı varmış da olmuş” gibi çaresizlikte bekleyiş,  boşlukta belirleyici olan hep güneşin doğup batacağı ve soğuk rüzgârların da kuzeyden eseceği inancı olmuştur. Çocukluğumda, babamın Filibe anılarından, Bulgar komşularımızın 3 ayaklı (saç ayağı) sandalyeye oturduğunu ve Tanrı, Baba ve Oğul olmak üzere, üçlü bire inandığını biliyordum. Buraya geldiğimde daha ilk gün ilk lokantaya oturduğumda elime aldığım ilk yemek listesinde  “troyka küftetan” ve “troyka kebapçeta” sözleri dikkatimi çekti, üç köfte ve üç kebap bu ülkede liste başı yemekti.

İkinci Bular Çarlığı 1187’den 1396’da Osmanlı egemenliğine geçene kadar yaşamıştır.

Üçüncü Bulgar Çarlığı da 1908’de ilan edilmiş ve Prens Aleksandır Batenberg; Çar I. Ferdinand ve Çar III. Boris tarafından idare edilmiştir.

Üçüncü Bulgar Çarlığı, Prenslik-Çarlık ile sosyalist totaliter ve sözde demokrasi dönemi olma üzere, üç aşamalı bir düzendir.

***

Bulgarlar kötülüklerin 5 olduğuna inanırlar.

İkinci yerde şakıyan 5 rakamıdır. Öneminin sırrı Bulgaristan’a 6 yıldızlı otel olmamasında gizli değildir. Bu rakam her şeyden önce gencecik ülkenin geçen yüzyıl 5 defa savaşa girdiğini anlatır.

Birinci Balkan Savaşını İstanbul’u ele geçirmeyi hedefleyerek 1912’de başlattı.

İkinci Balkan Savaşında yenildi. Birinci Dünya Savaşına katılan Bulgaristan yine yenilenler arasında yer aldı.

Üçüncü-1918’de Dobruca’da Ruslara karşı silah kuşandı. Bresk-Litovsk Antlaşmasında taraf oldu.

Dördüncü-1919’da Versay Anlaşmasında tarihinin en büyük yenilgisini kabul etmek zorunda kaldı.

Beşinci-İkinci Dünya Savaşında da yenilenler sırasına dizildi. Bulgaristan girdiği çarpışmalarda hep yenen olurken ve hiçbir cephede bandıralını düşmana kaptırmazken, bütün savaşlardan yenik çıkmıştır.

Bu ruh hali onlara Almanlardan geçmiş olabilir. Yenilgiye doymamak kişisel meziyetse, halklar içinde söylenebilir mi bilemiyorum!

5 rakamı Bulgaristan halkının yaşadığı felaketlerde tekrar eder.

Birinci milli felaketini 1918 savaş yenilgisiyle, Asker Ayaklanması ve I. Ferdinand’ın tacını oğluna giydirip, bir daha geri dönmemek üzere ülkeden kaçışında gözlenirken, 1919’da savaş yenilgisini kabul ederek kamburlu felaket yaşamıştır. İkinci Dünya savaşının sonu da Bulgaristan için bir felaket olurken, 1985’te ülkede yaşayan Türklerin etnik kimliğini değiştirmeye kalkan Bulgar devleti 1988’de parasız kalmış ve iflas bayrağı kaldırmıştır.

2000 yılında dünya bunalımı girdabına giren Bulgaristan 18 yıldan beri Avrupa’nın en yoksul, en fakir, nüfusun yarısı dış ülkeye kaçmış bir bataklık durumuna düşmüş ve bu durumdan bir türlü çıkamıyor.

Geçen yüzyıl Bulgar tarihinde 5 rakamı gerçekleşen ayaklanmalarla da ilintilidir. Bulgarların Osmanlı dönemini anlatan en derin kitapları Rumeli kapısı Vidin ve Pazvantoğlu ayaklanmaları üstüne yazılmıştır. Bu başkaldırı Niğbolu, (Nikopol), Rusçuk (Ruse), Ziştovi  (Sviştov) ve Varna gibi şehirlerde başarılı olmuş ve tarihte ilk kez olmak üzere, Türkün Türke karşı ayaklanması örneklerini verirken, Bulgarlara ibret dersleri vermiş ve bunlar son Bulgar devletinde yerli ahalinin Osmanlı merkezinden koparılmasında uygulanmıştır.

O yılların 1795 Büyük Fransız Devrimi’ne ve ardından General Napolyon’un Mısır saldırısına rastlaması Bulgarların mıllı uyanışına da pencere açmıştır. 18. yüzyılda aynı bölgenin Bulgar şehirlerinde de 5 ayaklanma olmuş ve Niş ve Belgrat isyanları kan dökülerek bastırılmıştır.

19.yüzyılda Osmanlı idaresine karşı Bulgar ayaklanmaları söndürülmesi mümkün olmayan isyanlar olarak kışkırtan dış güçler, Hristo Botev, Panpyot Hitov, Stefan Karaca, Hacı Dimitır ve Filip Totyo çetelerine para akıtırken, Eski Zara (Stara Zagora), Çırpan, Panagürişte, Klisura ve Koprivştitsa gibi özgürlük ve bağımsızlık bayrağı sallayan ayaklanmalar da kanlı bastırılmıştır.

Beşli örgütlenip beşli patlayan bu olaylar İngiliz ve Rus kışkırtması olarak tarihe geçti.

20.yüzyılda ilk önce 1818 bir asker ayaklanması patlak verdi. 6 bin asker monarşi devrilip cumhuriyet kurmak istedi.

İkincisi, 1923’teki işçi ayaklanmasıdır. İşçi köylü devleti için kan dökülmüştür.

Üçüncü Ayaklanma ise partizan ayaklanmasıdır. 9 Eylül 1944 tarihinde Çar monarşisini ve dikta rejimini devirmiştir.

1972’de isim, din ve kimlik değiştirmeye karşı patlak veren Müslüman Pomak Ayaklanması Karasu (Mesta) köylerinde aylarca sürdü.

“Kornitsa” köyünde minareye Ay Yıldızlı bayrak dikildi. Kornitsa Pomak-Türk Cumhuriyeti ilan edildi. Çok feci biçimde bastırıldı.

1989 yılının Mayıs ayında Bulgaristan Türkleri isimleri ve din haklarını, hak ve özerkliklerini, “kültürel otonomi” ayaklandı.

Bu aslında 1984 Aralığında başlayan Türklerin kimlik mücadelesinin bir doruğuydu. Bu ayaklanma’da 34 şehit veren yerli Türklerden binlerce kişi toplama kamplarına, “Belene” ölüm kampına ve hapishanelere tıkıldı.

Ayaklanmaya 72 bin direnişçi katıldı. Bu, 20 asır Bulgaristan ayaklanmalarından en büyü oldu. Bulgaristan Komünist Partisi ve Türk katili Todor Jivkov iktidarını 10 Kasım 1989’da devirdi.

20. asırda Bulgaristan ayaklanmaları arasında siyasi nitelikli, kesin hedefli ve başarılı bir direniş olan bu Türk isyanı, geçen yüzyılın en önemli olayı olarak da devamlı gündemdedir.

Yine geçen asırda Pomaklar isim, din, dil, yaşam tarzı değiştirmek isteyen Bulgar devletinin baskılarını 5 defa geri püskürttü.

1913’te 250 bin Müslüman’ın isimleri ve dinleri değiştirildiğinde, aynı yıl Sofya Büyükelçiliğinde Askeri Ateşe olan Mustafa Kemal kendilerine yardım etmiş ve din ve dil haklarıyla birlikte Türk kimliklerini geri alabilmişlerdi.

Soruna siyasi çözüm bulunmuş, Pomaklar Radoslavov’un sol liberal iktidarına mecliste destek vermişlerdi. Bu konuda asla tekin durmayan ve “İslamlaştırılmış Bulgarlar” formülü icat ederek 1934 ve 1942’de de kimlik değiştirme baskılarını şiddetlendiren monarşi idaresi 1944’te devrilince, suçlulardan birkaçına idam cezası verilmişti. 1964’teki 4. saldırı Orta Rodoplardaki Avramovo köyünü basanların püskürtülmesiyle elde edildi. O zaman da Türkiye Cumhuriyeti sert ihtarda bulunmuştu. 1972 Kornıtsa köyü yenilgisinin zaferi 1989’un 29 Aralık günü kutlandı. Müslüman azınlıklar o tarihte isim ve din haklarını geri aldılar.

Biz Bulgaristan göçmenleri için 5 rakamının bir başka anlamı da,  Bulgar devletinin tek dilli ve tek dinli devlet kurma çabalarında, isimleri ve dinleri değiştirilen etnik azınlıklar arasında 5. sırada olmamızla bağlantılıdır.

Önce Pomaklara yapılan 1913 başarısız saldırısından sonra, 1936’da Ulahların, 1950’lerde Makedonların, 1964’te Çingenelerin ve 1972’de Müslüman Pomak kardeşlerimizin çok sert baskı ve terör uygulanışından sonra 1984 Aralığında Türklere çullanışları ile de ilintilidir. Birçok köyde kardeşlerimiz tank paletleri altında öldüler. Etnik kimliği eritilerek asimile olmayı kabul etmeyen ve mukavemet gösteren azınlıklar arasında en şiddetli tepki veren Türklerle ölüm kalım savaşı verilmiştir. 100 yıllık bir saldırı selinde Bulgar devletinin 15 yıl Türklerle başa çıkmaya çalışması, olayın ciddiline kanıttır. Bu sert kavgada Türkiye ve Müslüman Dünya başta olmak üzere ilerici insanlık Bulgaristan Müslümanlarından yana çıkmıştır. Bulgaristan’da azınlık kimliklerine karşı saldırılar bu günde sadece şekil değiştirmiş olup aynı sertlikle devam etmektedir. Bulgaristan’daki tüm azınlıkların ana dillerinde eğitim alması ve kültür ve yaşam tarzlarını yaşatmasına karşı yasal ve yasa dışı baskılar her gün yeni adımlar atmaya çalışıyor.

***

Bulgarların öz tarihlerinde 7 rakamı da çok önemlidir.

Bu rakamı açan örnekleri görmek isterken, Bulgar geçmişine eleştirel psikoloji deliğinden bakmalıyız. Kaderde işaretlenmiş tarihlerde 7 defa kardeş katliamı yaşamış bir kişisel ve toplumsal kimlik karşısındayız. Akraba kanı akıtmanın büyük günah olduğuna inanmasalar da, sönmez acılar yaşattığı bilinir. Kültürlerinde tövbe yoktur. Bir arınma biçimi olan Af Dileme etki derinliği değişken bir gelenek olarak dini ritüel düzeyinde kalmış ve dua ayinleri dünyadan göçüp gidenlerle ilgilidir. Kanlı olaylar. Bulgar ruhunda büyük incinmeleri yaşandığını anlatır. Bunlara 7 adet hem büyük, hem de derin ruhsal sarsıntı, dram ve trajedi de diyebiliriz. Bu ruhun psikolojik kırılmalar tablosunu çizen fırça 7 rakamının renklerini çözememiştir. Bunlara sosyal organizmanın geçirdiği uzun süreli psişik rahatsızlıkları da denebilir. Tarihsel süreçler içinde bilinçli ya da farkına varmadan ama toplumun bütünü tarafından yaşanmış, bireyin ve topluluğun bellek köklerindeki derin izleri kolayca görebiliriz.

Bunlar genellikle toplumca kabul edilmeyen, yeni olan bir olayın,  yeni olan bir dönemin başlangıcında yaşanmıştır. Bunlar hep, zamanını dolduranın yerine gelen bir fenomenin, yeni olan bir toplumsal düzenin henüz tüm kuralları ve ilkeleriyle kabul edilmediği durumlarda baş göstermiştir. Geleneksel etnik kültürel, yaşamın zorladığı siyasi tasavvurlarımıza kendi güçlerimizle dönmeye çalıştığımız devirlerde olur böyle olaylar. Çaresizlik devirlerinde yaşanan olayların etkisi sönmez. Ortak yaşandığı için, bir yandan ortak bilinç altına yerleşirken, ruh için belirleyici olurken, kolektif travma olarak sürekli yaşama hakkı talep eder. Kollektif yaşam, alışkanlıklar ve düşler üzerindeki etkisi kalıcıdır,. Bulgar karakter ve tavrı üzerindeki belirleyici oluşu farklılığı yaratmıştır. Bu en iyi karşılaştırmalarda ortaya çıkar.

Örneğin 7 yıl ve 30 yıl savaşları, köylü ayaklanmaları, Birinci ve İkinci Dünya savaşları Alman kadını hakkında toplum yaralarını sarıp yeniden kükreme gücünü doğurandır inancını yaratırken, Bulgar psikolojik sarsıntılarından gün ışığına çıkan, aranan diriltici gücün her zaman soy özünün dışında görülmüş olmasıdır. Bulgar soyu Balkanlara gelmezden önce proto Bulgarlar Slav karışımı yaşamıştır. Bu karışımdan Bulgar toplumu olduğu gibi, Slav toplumu da çıkabilirdi.  Hristiyanlığı, Kiril Alfabesini, kültür tohumlarını hep başkasından almış, taklit ederken beğendiğine “benim”, beğenmediğine “yok” demiştir. Boyada “ebru” sırrını çözemeyince kök boyalaryle yetinmiş, mertek yontanı görünce bu iş “benim” demiş, şerbetin kıvamını tutturamayınca tavaya bal dökmüş, kalaycılığı beğenmemiş, sarma ve dolmadan sonra işkembeye bile sahip çıkmıştır. Fakat kardeşkanı dökerken, kişisel bellekte olduğu kadar, toplumsal incinme da yaşanırken, burada acıya sahip çıkan başka biri, onu azaltacak, toplumsal bellekteki yaraya mehlem de bulamayınca, hırsına hep yenik düşmüştür. Anlatmak istediğim, bazı insan ve toplumların aynı taşa defalarca takılıp düşmekten zevk alması gibi bir alışkanlıktır bu. Adı da hayattan ders çıkaramayınca tekrarlayan acılarla kendini avutmaktır.

Bunun gerçek adı, göz belleğiyle yaşamaktır. Hani bugün Bulgaristan’da Çingene “kurbanı” olan kişilere “iyi insandı” dedikleri gibi bir şey. Sanki hayat kıtır kıtır yenmeye hazır berrak su üzerindeki incecik buz. Ne yazık ki, hiç de öyle değil. Biz şimdi, günümüz Bulgar karakter ve kimliğini yaratan kırılmalara da yakından bakalım.

Birinci psişik kırılma halkın devletten soğumasına ve içine kapanmasına neden olmuştur ki Bulgar karakter çizgilerinden biri olarak hala belirleyiciliğini koruyor.

Birnci kardeş kıyımı olarak tarihe geçen, bir ruhsal kırılmadır. Çarı I. Boris, Bizans’a yenik düşünce, ismi değiştirilmiş, Mihail adını almış, din değiştirip Hristiyanlığı kabul etmeye zorlanmıştır. Bulgar tarihinde ilk kez din için kardeşkanı dökülürken, bu işe karşı çıkan 52 iri toprak sahibi (boylar) ve adam ve soylarının kelleleri kaymıştır. I.Boris halkını yabancı buyruğuna uyarak zorla din değiştiren bir hükümdar olarak tarihe girmiştir. İçine kapalı toplumda tepki olarak  “din severler hareketi” (bogomillik) gelişmeye başlayıp güçlenirken, “sapık” ilan edilmişler ve kıyılmışlardır.

Bir halk devletini reddetmesi, hiçbir otoriteye bel bağlanmadan içine kapanması, bu kırılmanın özel çizgilerinden biridir. Bulgar kavimindeki ilk kırılma, kardeşkanı akıtılmasından doğan acıyla devlet ve otoritenin halk tarafından olumsuzlanmasında ifade bulmuştur.

Oysa Bulgar tarihinde, daha 681’de ilk devletin resmen kurulması ve Hristiyanlığın kabul edilmesiyle yaşayan trajedi, insanların ortak yaşamında, ruhsal derinliklerine dış ve iç baskılara karşı bombalar yerleştirmiştir. Bu eziklik inanlar içlerine ve ailelerine kapanırken, devlete ve kurumların gördüğü işlere güvensizliği beraberinde getirmiştir. Bugün bile emekli olan şehirli Bulgarların köyüne çekilmesi, içine kapanıp toprakla ve doğayla baş başa yaşamayı seçmesi o uzak devrin oluşturduğu bozuk psişik temellerden izler olarak görülebilir. Sofya’da uğradığım kitapçılarda Bizans tarihi eserlerine pek rastlamadım. Sofya’nın göbeğinde kazı yapan arkeologların ele aldıkları taşları fırçalarken ve sonra da bir annenin kızının saçını okşadığı gibi sıvazlarken gördüm, sanki kırılma yıllarının gözyaşlarını siliyorlardı.

Travmaların ikincisi 1014’te Çar Samoil’in “Bulgar katili” adıyla ünlü II. Vasiliy’ye Velbaş Vadisi Savaşında yenilmesiyle alevlenir. 15 bin Bulgar asker ve subayın binde birinin tek gözü bırakılarak, 2 gözü de kızgın demirle oyulmuş, ardından birer birer Bulgar köylerine istimlâk edilerek halka gözdağı verilmiştir. Askerini kör gören Samoil anıda kalpten gitmiştir.

Bulgar halkı derin ezginlik geçirmiş ve bu vahşet belleklerde silinmeyen yara açmıştır. Zamanın bazı sıkıntılatı arıtamadığını herkes bilir. Devlet yıkılmış ve zulüm devri başlamıştır. Geçim el kapısı tırnaklamaya ve kırıntılarla yetinmeye bağlanmıştır.

İki asır devletsiz kalan Bulgarlar yaşama yolunu yabancı modelleri, başkasında gördüklerini kopyalamakta ararken yabancı efendilerinin hayat tarzını belirlemiştir. Bizans esareti altında durmadan süren kardeş kıyımı, sürekli hesaplaşmalar Bulgar “eliti” için bugün de geçerli akçe olarak nefes almaya devam ediyor. İnsan kaçırmalar, başkasının malına el sürmeler, köy boşaltmalar, insanları rüşvete zorlama ve rahata bırakmama gibi zulüm biçimlerinin bu topraklarda bin yıldan uzun ömrü vardır. O devrin bir başka izi ise, Bulgar halkında iç düşmanla hesaplaşma planlarında kimden olursa olsun herhangi bir dış güçten yardım arama alışkanlığı kök salmıştır. Aranan askeri güç de olmuştur. “Kurtarıcın efendin olur!” sözü böyle mayalanmıştır.

Osmanlının gelişinden sonra Balkanlarda 200 yıl barış yaşanması Bulgarların ruhuna huzur kazandırmış ve korkuyu yenmelerine yardımcı olmuştur.

İlk defa Osmanlı devrinde devlete adalet yolunca da yürünebilindiğini görmüşlerdir. Bulgar devletinin aydınlığa uzanışı Osmanlı devletinin himayesinde gerçekleşirken ruhsal kırıklıklarından toparlanma evrimi içinde özgürlük ve ulusal bağımsızlık bilincine ulaşılmıştır.

Fransız devrimiyle başlayan milli devlet çağrışımları evrimsel süreçlerin devrim atılımlarına dönüşmesi için dış devletlerin kışkırtmaları gecikmemiştir. Ne var ki bu kanlı olayların sonucu hep hüsran olmuştur. Dış düşmana el kaldıracak gücü olmayınca iç düşmanla hesaplaşırken de hep Alman, Rus ve Amerikan ya da İngilizlere yardım eli uzatılmıştır.

1876 Nisan Ayaklanması İngiliz parasıyla yapılırken, Makedonya ve Ege kıyısı istilasında Yahudi ve Çingeneler Alman emriyle ölüm kampına göndermiş, 1944–1948 yılları arasında Moskova tarafından gösterilen 10 bin kişinin kellesi kaymıştır. Bu yara közlerine günümüzde bile dokunulamıyor, toplumsal duyarlılık hat safhada, kamuoyu parçalanmış, geçmişin bilinmemesini isteyenler, geleceği kem gözlerden saklamaya çalışıyorlar. Kan ile hicran dolu gözenekler temizlenemiyor. 100 yıldan beri derinleşen azınlıkları asimile etme siyaseti ise toplumu tamamen zehirlemiştir.

Bulgarlar, 500 sene Osmanlı’da öz devletsiz kalırken, daha önceki devirde belleklere kazınan ve silinmeyen derin psişik karanlık yaşam tarzı belirlemiştir. Yaşananlar yıllar sonra Bulgar halk psikolojisinde önce bireysel ruhu canlandırabilse de, özgürlük ateşini bir bütün olarak yakamamış, politik bağımsızlığı bir ayaklanmadan, doğudan ya da batıdan bekleyenler her zaman birbirleriyle kıyasıya kavga etmişlerdir.

Bu bakıma Bulgar siyasal ruhu tek vücut doğmamış, çok çatallı ve birbiriyle bağdaşmaz tezatlı oluşmuştur. Doğudan Batıya ve ters yön değiştirmeler ise toplumla birlikte devletin de köklerini sarsarken, milli kimlik ruhunu iyice söndürmüştür.

Kardeşkanı dökme açısından analiz ettiğimizde, çete başı Hr. Botev’in bir çeteci tarafından öldürülmesi; komita Başı V. Levski’nin bir Papaz tarafından ele verilmesi ve sayısız benzer örnekler olayları anlamakta zorlananlara kesin. 19. yy.’da kardeşkanı akıtan bir hayal uğruna iç hesaplaşmadır.

Ortaçağda Bulgar kolektif psişiğine Osmanlıdan koparılırsak Rus toprak köleliğine düşeriz korkusu girmiştir. Dışardan taşınan kurtuluş fikrinin doğru olmayan, çarpık bir fikir olduğunu halk önce anlayamamıştır. Bugününü bugün etmeye çabalayanların geçmişten ve gelecekten haberi yoktur. “Köle” nedir bilmeyen Bulgarlar, Osmanlı devrinde “köle” olmadığını bilirdi. Evi yeri, bağı bahçesi, atı öküzü, kilise ve okulu, manastır toprak, çayır, koru ve ormanları olan Bulgar halkına çarığını ters giydirmeye çalışanların işi zordu.

O yıllarda Bulgar toplumunda esnaf zanaatçı tüccar tabakası oluşmuştu. Kilise ve köy okulları eğitim veriyordu. Halk öncüleri İstanbul’da okumuştu. Batı devletlerinde okuyup aydın olarak ülkeye dönme kapıları açıktı. Şehirli tabaka, şehirli kültür oluşmuş, şehir yaşam tarzı uygarlığa uzanmıştı.

Ülkede “köle” gibi yaşama bir yana, varlıklı halka ve aydın kesime dayanan bir milli silahlı ayaklanma ile bağımsızlık ve özgürlük çanları çalma fikri ruhlara serpildikçe korku artmıştır. Halk her kopmanın bir çöküş, yönü belli olmayan yeni bir başlangıç olduğunu bilir En büyük travma ruhsal ürkmedir.

1877 Haziranında Tuna’yı geçen Rus askerlere bir tek Bulgar ailenin kapısını açmaması, bir somun uzatmaması, atlarına arpa vermemesi her zaman hatırlanmalıdır. Bu, daha önceki devirlerde yaşanan ruhsal travmaların bellek havzasında birdenbire canlandığına kanıttı.

İnsan aydınlığı yalnız okumuşluk taslayanların sözleriyle başlamaz. Halk dünyayı sayısız duyumlarla duyumlar. Bu böyle olunca dokunun sıklığını, şerbetin kıvamını, acının dozunu kendisi belirler. Hiçbir devirde hiçbir kölenin karısı, ailesi, evi, toprağı, okulu vb vb olmadığını bilir ve vergi memurunun değişmesini istemez. Tarihte Bulgarlar Türklerle birlikte yaşamıştı ve durumları da aynıydı.

Ne var ki hayatta bir de daha iyi olana erişme umudu vardır. Bu umudun yalan çıkması pek bir şey değiştirmez. Yalan, erkeğe karısı boşandıran, eşeğini sattırandır.

1876’da Bulgar dağ köylülerine evlerini yaktıran yalandır. Ayaklanın da “sırma köşklerde” yaşayın yalanıdır onları hareketlendiren. Düşmanlık doğuran ise, “sırma köşkler Türklerde, onları kovalayın siz oturun” olmuştur. Bulgar ruhunda Türklerden kurtulup mülklerine oturalım ve günümüzü gün edelim umudunu doğurmuştur Bulgar Milli Uyanışının kökündeki gerçek budur. Bu bir ırkçılıktır. Türkün ruhunda olmayan bir şey olduğundan sonra, “nasipten fazlası haramdır”, “ya da görünen yoldan gitmek hayırdır” inancı sökülme ve yenilgi doğurmuştur. Bu işte İngilizler ve Ruslar, Bulgar 2 X 2 ve 2+ 2 ‘nin her zaman 4 etmediğini öğreten hocalardır.

Sıvılarda 2 damla artı 2 damla  eder 1 büyük DAMLA. Bu formülün dedelerimiz ve babalarımıza kök çıkartan, Bulgarlarla aramızı açan bir formül olduğunu geç öğrendik, öğrendik.  3 Türkün malına konan bir Bulgar “çorvacı” köy kodamanı oldu. Düşmanlıklar hoşgörüyü ve iyi komşuluğu boğdu. Bulunan sahte mehlemler Bulgar travmalarında sızıyı kesmedi, dostluklar geri gelmedi, insanlarımız memleketimizde göçebe kuşlar gibi uçtu. Ne var ki yeni hırslar doğurdu,  ruhlar nefretle patladı, ortam hüzün taşıyor.

Bir de şu var. Yalanlar gerçekleri değiştirmez. 17. asırdan sonra Müslüman olmayanlardan ek vergi alınması Osmanlı Bulgarlarını köle yapmaz. 1877–1878 Harbinde Ruslar Bulgaristan üzerinden geçerken kasabalar köyler yakılmış, fakat ülkedeki bütün sivil Müslüman evlerine, köylerine, kasabalarına girememişlerdi. Osmanlıdan kalan 2 353 cami ve medresenin hepsini yıkılmadı. Bulgarların Türklere olan hoşgörü ve minnet duygusunu değiştirebilmek için 1908’den sonra kurulan Bulgar iktidarları tam 100 sene çalıştı. Ancak 1984 sonundan başlayarak tank ve top kullanarak, asker, jandarma, kızıl bereler, parti ve komsomol kadroları kışkırtılarak tüm Türk evlerine girildi, istediklerini tutukladılar, istediklerini öldürdüler, sakat bıraktılar ya da kovdular.

Bulgar ruhundaki minnettarlıktan düşmanlığa açılan bu kırılma kapısı devleti defalarca çökme, yıkılma ve asla toparlanamama hendeğinin ucuna getirdi. Bulgar milleti bugün semelenmiş durumdadır. Bu kırılma özellikle de, bu topraklarda birbirine kenetli bir halk kurabilme yollarını kapamıştır. Müslümanlar tüm diğer azınlıklarla birlikte kendi içlerine çekilmişler ve genel bir soğukluk içine düşmüşlerdir. İstikrar gönderi kırılmış, halkın ruhu yere devrilmiştir.

1918 Asker ayaklanması,

1923 İşçi Köylü Ayaklanması,

1923 ve 1934 askeri darbelerinde ve

1944’de iktidar faşizmden komünizmde dönerken hep kardeş kanı akmış, ruhsal kırılmalar mutlu gelecek umutlarını her defasında ateşe vermiştir.

Kırılmaların yedincisinde en kötü olan Bulgar halkının toprağını kaybetmekten korkmaması oldu. Bir asker kıtaları gitti, gelip yenileri yerleşti, neden geldiniz deyen olmadı. Vatan toprağının bağımsızlığı ve halkın özgürlüğü için savaşacak bir kuşak yetişmedi.

Son olarak Bulgar halkını birleştirmek isteyenler ülkede yaşayan etniklere saldırdı. İsim, dil, din, kültür demediler, binlere mezar kazdılar, beğenmeyeni memleketten kovdular.

Bu çılgınlığı ancak çok derin travmalı bir kimlik yapar.

Kan akıtanların duracakları bir sınır, bir nokta olmalı ve bu kırmızı çizgi çekilmelidir. Bulgarlar, savaşacak bir kuşağın bir araya toplanabilmesi olanaksız duruma gelmiştir. Ülkeye akın akın Rus ve başka milletlerden hiçbir işe yaramayan tiplerin dolmasına tepki göstermek zorunda olanların pasif kalmayı tercih etmesi fazlasıyla korkutucudur. Asya ve Afrika’dan gelen göçmen selini durduran Türkiye Cumhuriyetine ne kadar teşekkür edilse azdır.

Bu gibi düşünceler içindeydim. Yazınca 5–6 sayfaya zor sığanın bu fikir havzamdaki yeri bir zerreden ufaktır. O büyük acılar da aynı zerrenin bir yanında gizlidir. Ne ekmek ister ne su, hep canlıdır onlar. Bulgaristan Türklerin sorunlarına çözüm gizemi de bu zerrenin içindedir. Onu işitmek, havaya, suya ve toprağa cem düşünce yeşerecek kıvama gelip gelmediğini birlikte saptamak için gelmiştik. Sayın Büyükelçimizi huzurlu sesini dinlemeye başladığım an önce derin bir nefes aldım…

Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Lütfen paylaşınız.

 

Reklamlar